İTİDAL VE HUZUR MÜMKÜN MÜDÜR?

Mona İslam

“Nefsinden şikayet etme, Allah ismini onun içine koyup sana yollar. Sadece aç ve gör.”

BİLİNDİĞİ ÜZERE insan ruh ve nefsten mürekkep bir varlık. Sufiler Adem’in ruha Havva’nın nefse tekabül ettiğini söylerler. Bir vakitler yeryüzünde ayrı düşen Adem ve Havva Arafat’ta buluşmuşlar. Bunun anlamı ruh ve nefsin buluştuğu yerde insan arif olur demekmiş.

Ruh ve nefsin bir noktada buluşması ne demek? Önce tek tek ruha ve nefse bakalım. İbnül Arabi’nin söylediğine göre Allah’ın esması insanın nefsine takılmıştır. Onlar nefsin süsleridir. Ruh ise daima Allah’ı tenzih etme, kendini acz ve fakr içinde hissetmenin, yani kulluğu idrakin makamıdır. Anlıyoruz ki ruh kendi başına bırakılsa melekler gibi kendini hor ve hakir görür, “Ben bilmem Ya Rabbi sen bilirsin” der. “Ben seni hakkıyla bilemem” diye tenzih eder.

Nefs ise Allah’ın esmasını giyinir. “Ben güzelim” der, “ben seçerim, ben bilirim, ben istediğimi yaparım, ben güç yetiririm, bundan memnun değilim, bu iyi bu kötü.” Nefsin bu yargıları Allah’ın esmasını yansıtmasından ileri gelir. Allah Cemil’dir, O Mürid’dir, O Alim’dir, O Faalun Lima Yurid’dir, O Kadir’dir, O seçer, ve hüküm verir, İyi ve Kötüyü belirleyen Odur. Bu sıfatlar nefsin aynasında yansır. Nefs sadece bu yansımaya bakarak hareket ederse Allah’ı ve kendini karıştırır, kendini Tanrı sanır. Firavun gibi “Ben sizin en yüce rabbinizim” der. Bu onun doğasında var.

Burada ruh devreye girer, ve nefse aczi fakrı, hor ve zelil olmayı, eksik ve kusurlu halleri hatırlatır. Nefsin esma bilgisi olmasa ruh Allah’ı bilemez, Ruh nefse haddini bildirmese insan kendini kul değil Tanrı sanır. Bu yüzden ruhunu bilen Rabbini bilir değil, nefsini bilen Rabbini bilir denilmiştir.

Yani nefs insan aynasının parlak yönü, ruh mat yönüdür. Nefs görüntüleri, tecellileri alır yansıtır,dünyasını dışarıda yansıttığı kocaman dünya kadar sanır, ruh nefse aynanın yarım santim bile olmayan kalınlığını hatırlatır.

İbnül Arabi bu meseleyi insanın iki el ile yaratılmış olması kavramı ile açıklar. Allah insandan başka hiçbir varlıkta iki eli birleştirmemiştir. Ellerden birisi ilahiyyet eli, diğeri ise kulluk elidir. İlahiyyet eli insanda baskın ve kulluk eli zayıf olursa oradan müstekbirler çıkar. Kul tarafı ağır basarsa oradan kamil insanlar çıkar. İnsanlık aslında bütünüyle bu iki el arasında salınır durur. Bazen kendimizi pek beğeniriz, bir şey sanırız, ilahiyyet baskın gelir, bazen hiç birşeye güç yetiremeyeceğimiz idraki içinde oluruz kulluk baskın gelir. Böylece İbnül Arabi’nin kul- efendi, efendi-kul dediği ikileme ortaya çıkar.

Denilen Odur ki insan ne kadar hor ve zelil, aciz ve fakir olursa, gerçekte o kadar Efendi’dir, ne kadar Efendi’lik taslarsa o kadar hor ve zelildir. Dilerseniz siz kulluk ve ilahiyyet diye isimlendirdiğimiz iki eli aynanın mat tarafı ile parlak tarafına benzetebilirsiniz.

Nefs bir ayna olduğu için nefste zuhur eden hiçbir hal hiçbir duygu kötü değildir. Ancak yerli yerine koyulması şarttır. Mesele insan bir durumdan şikayet edebilir. Şikayet duygusu nefse gelir. Nefs onu almamazlık edemez, bu elinde değildir, çünkü bu Allah’ın bir isminin tecellisidir. Allah da bazı durumlarda bazı kulların yaptıklarından şikayet eder. Mukaddes kitaplardaki kıssalar buna şahittir. İnsan da aslı gibi şikayet eder. Bu bir durumda Allah’ı bilmenin aracıdır. Şikayet ederken, Allah’ın bizim nice halimizden ne kadar da şikayetçi olduğunu, tabiri caiz ise ne hissettiğini anlarız.

Burada ruh devreye girer, nefse kul olduğunu, kendisini elinde tutana boyun eğmek durumunda olduğunu hatırlatır. Ancak nefsin şikayet duygusunu yok etmesi mümkün değildir. Ayna karşısına geçenin görüntüsünü yok edebilir mi? Ancak nefs bu duyguyu yönlendirir. Ve aslına döndrür. Yani Yakub as gibi “Ben şikayetimi yalnız Allah’a ederim” der.

Füsus’ul Hikem’de Eyyub fassında(ve ayrıntılı olarak şerhlerinde) insanın bir halden memnun olmamasının, onun kaldırılmasını istemenin bu hali istememe durumunun yani şikayetin, Allah’a yöneltilirse, ve Ondan istenirse mahzurlu olmadığı anlatılır. Bilakis Allah da bazı durumlarda kızar hoşnut olmaz, ve bir durumu bir duruma tercih eder. O halde aynası da öyle yapar. Kendimize neden bir hal bana geldiğinde hemen razı olamıyorum neden değiştirilmesini istiyorum diye yüklenmek yersizdir. Bu isteme de Onun tarafından verilmiştir.

İbnül Arabi Eyyub fassında bize yaratmanın ve yenilenmenin olduğu bir yerde itidalin mümkün olamayacağını söyler. İtidal yani denge, bizim huzur dediğimiz mutluluk diye isimlendirdiğimiz şeydir. Bu hale anlık olarak gelebildiğimizi ancak başka bir an içerisinde bu halin bozulduğunu ve yeni bir halin yaratıldığını anlatır. Bu bozma ve yapma, Risale-i Nur terimleriyle Mahv ve ispat arasında insan kuşkusuz dengeyi bozar. Dengeyi bozunca acı çeker. Kendini Allah’tan uzak hisseder. Ancak bu zorunludur.

Düşünün ki evinizi yenileyeceksiniz. Bunu bir sihirli değnekle yapamazsınız. Önce ev darmadağınız edilir, bir ay evin dağınıklığının, inşaatının, boya kokusunun, yeni eşyaların aranması ve bulunması telaşının sıkıntısı çekilir, evde rahat oturacak yer yoktur, yatacak yer yoktur. Kuşkusuz ev yenilenince bu rahatsız durum sona erer, ancak ev bir süre sonra yine eskir ve yeniden yenilenmek ister.

Biz de böyleyiz. İç dünyamız, da bir ev gibi. Başımıza gelen olaylar da birer sahne dekoru, yahut birer inşaat yapı malzemesi gibi. Süreçler hep sıkıntılı, huzursuz, ancak sonuçlar hep güzel. İnsan seyr-i sülukta da bir yerden bir yere sarp bir yokuştan tırmanırken sıkıntı çeker, bir tepeye geldiğinde rahatlar oturur dinlenir, bu hal bir itidaldir, ancak tam o zamanda bir başka tepe daha görür, ve oraya tırmanması icab eder, ve dinlenmeye doyamadan tekrar yokuş çıkması gerekir.

İtidal zıt duyguların doğru oranda karışmasıyla mümkündür. Kimya çalışanlar bilirler, kimyasal denge denilen bir tabii olay vardır. Bir sıvı bir yandan buharlaşır bir yandan yoğunlaşır, ancak buharlaşma ve yoğunlaşma hızları eşit olduğundan sıvı dengededir denilir, ancak görünmese de sıvıda en denge halde bile hareket vardır. İnsanda da böyledir, bir olay sizi kızdırır, ancak aynı anda merhametiniz de devreye girer, gazap yukarı merhamet aşağı doğru bir ok yönü çizer, bu ikisi aynı dozda ve ters yönde hareket ederse denge olur, ve bu dengeden adalet çıkar. Adalet merhametle gazabın itidal halidir.

İnsan fakirdir, dolayısıyla cimrilik onun için doğaldır, cimri fakirlikten korkar, ve insanın fakirlikten korkması haklı bir korkudur. Ruhumuz bize daima fakirliğimizi hatırlatır. Ancak insanın bir de saçıp savurma sonsuz zenginmiş gibi harcama duygusu vardır. Bu da nefsin elinde Allah’ın gınasının bir yansımasından tezahr eder. Bu iki duygu fakirlik ve saçıp savurma ters yönde hareket eder ve eşit hızda olursa burada itidal ortaya çıkar, bu itidale Bediüzzaman’ın tabiriyle iktisat, İbn’ül Arabi’nin tabiri ile cömertlik diyoruz.

İnsandan başka tüm varlıklar bir makamdadır, bir hal üzere sabittir, dengededir, itidaldedir. Bir tek insan sürekli hareket halindedir. Bir tek insana “Sakın dengeyi bozma, emrolunduğun gibi dosdoğru ol” denilmiştir. Çünkü hareket halinde olan sapmaya uğrayabilir. Hareket halinde olan yorulur. Hareket halinde gerçek varlık tecelli eder. Böyle bakılırsa insan tüm varlıktan daha çok varlıktır. Varlık tecellisi “O her gün bir şe’ndedir” ile en çok insanda tecelli eder.

“O her gün bir şe’ndedir” ayeti bize insandaki hareketin Allah’ta da uluhiyeti itibariyle olduğunu haber verir. Allah kuşkusuz zatı itibariyle itidaldedir. Hatta Ona itidal gibi bir sıfat zatı itibariyle nispet edilemez, O bundan da münezzehtir. Ancak Allah ismi itibariyle, yani uluhiyyet makamında, tüm isimlerin doğduğu makamda, Allah da daima değişir. Bir isim hükmünü başka bir isme bırakır, bazen isimler çatışır, bazen hallerden biri diğerini aşar, ve tercih edilen hal olur, bazen bir isim bir başka ismin emrindedir, bazen o isim ötekine amir olur. Bu da bizde tahavvül ve belki karmaşa olarak yansır.

Yani, aklımız karıştığında, hallerin değişimine ayak uyduramadığımızda, memnun olmadığımızda, şikayet ettiğimizde kendimize yüklenmeyelim, İbnül Arabi’ye göre bu doğaldır. Elbette öyle olacaktır. Bu bizim hamurumuzda var. Mesele her halde Allah diyebilmektedir. Her durumda Ona dönebiliyor, nereye dönsem, lütfa, kahra, hoşlanılana, hoşlanılmayana, âliye, süfliye, temize, kirliye, sevaba, günaha, yine de Allah benimledir, O bana yakındır, O burada da tecelli ediyor” diyebilirsek bedbaht olmayız. Düştüysek de kalktıysak da, kirlendiysek de temizlendiysek de göğe de baksak yere de Allah bizi asla terk etmez. Döverken de severken de bizimle ilgilenen Odur. Yanıbaşımızdadır. Ne gam!

Üstelik yine İbnül Arabi’nin kavramlaştırmasıyla herkesin bir Rabb-i Hassı Bediüzzaman’ın tabiri ile İsm-i Azam’ı vardır. Bu sisim Onun üzerinde hükm fermadır. O insan ancak o isimden razı olur, Başkasının Rabb-i Hassından razı olmayabilir. Hoşnut olmayabilir. Ancak bilmelidir ki bize isabet eden tüm isimler bizim Rabb-i Hassımız olan ismin hükmü altında onun izniyle bize gelmekte, ve her biri bizde yapacağı işi yapıp gitmektedir. Bizde kalıcı olan bizim kendi ismimizdir. İnsan hayatına ilişkin genel bir teslimiyet ve rıza sahibi ise anlarda zaman zaman hoşnut olmamaklığından üzüntü duymamalıdır. “Sıkıldığıma sıkılıyorum, üzüldüğüme üzülüyorum” dememelidir.

Vaktiyle bir arkadaşımla iddia etmiştim. O insanın bu dünyada mutlu olması mümkün değildir diyordu, bense aksini savunuyordum. Görünen o ki İbn’ül Arabi bu meseleye de klasik metoduyla “hem o hem bu” diye cevap veriyor. Evet, bu dünyada mutlu olmak mümkündür, çünkü insan seyr-i sülukta makamlara çıkar ve çıktığında o makamda bir süre kalır, bu mutluluktur, ancak bu süre dolunca yendien seyr-ü sefer başlar ve denge bozulur, bu da mutsuzluktur. Demek insan ancak makamı sabitlenince huzuru bulur, bu dünyada ise sürekli makam üstüne makada seyahat ettiğimizden arkadaşım haklıdır, mutluluk, huzur daimi bir surette mümkün değildir. Ancak her bir makamda tattırılan huzur da vardır, ki o zamanlarda insan kendini Allah’a yakınlığı nispetinde cennette hisseder. Yani ikisi de doğrudur. Bu dünyada huzurlu, mutlu olmak hem mümkündür, hem mümkün değildir. İbnül Arabi gibi söylersek “Hem evet, hem hayır.”

Anladım ki ben nefs o ruh gibi konuşuyormuş, gerçek ikisinin birleştiği yerde imiş, arfi-i hakikat olmak o noktaya gelmekle,ikisini cem etmekle mümkünmüş ki bir mürşid-i kamil o ikisini cem etmiş, bana bildirmiş.

  21.11.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut