DOĞU KARADENİZ GEZİ NOTLARI- 3

Mona İslam

SABAHIN SOĞUK, tatlı ve iştah açan havasında otelimizin küçük balkonunda kahvaltı edip yola koyuluyoruz. Yağmur yağıyor. Rize’yi yağmurla hatırlayacağım. Artvin’e doğru gitmek için Ayder’den aşağı iniyoruz, yağan yağmurda Fırtına vadisi ve sağa sola vura vura dans eder gibi ilerleyen nehrin keyfi anlatılamaz. Sahil yoluna çıktığımızda yağmurun hızı azalıyor. Hopa’ya yaklaştığımızda güneş açıyor. Hopa sahilde güzel bir yer. Hemen ötede bayrak direğini görüyorum. Eşim oradan sonrası Batum diye belirtiyor. Batum Hopa’ya çok yakın. Artvin daha uzakta kalıyor. Şayet Batum Türkiye sınırları içinde olsaydı Hopa Batum’un ilçesi olurdu diye düşünmeden edemiyorum.

Artvin’e yönelip denizi arkamızda bırakıyoruz. Dağlara tırmanmaya başladık yine. Yollar virajlı ve bozuk, Artvin yolları Rize ve Trabzon’a nazaran daha bakımsız gözüküyor. Artvin merkez’e girmeyeceğiz. Biz Şavşat’a gideceğiz. Şavşat’a gelmeden bir sarp yamaçta durup aşağıdan akan nehre bakıyor ve fotoğraf çekiyoruz. Biraz ileride tekrar durmak zorunda kalıyoruz çünkü yolun bozukluğu ve virajın çokluğu kızımın midesini bulandırıyor. Bir yol üzeri pazarı görüyoruz.

Karşılıklı bir sebze ve meyve tezgahı açılmış, az ötede de ateşte ve suda mısır pişiriliyor. Gürül giril akan da bir çeşme var. Elimizi yüzümüzü yıkıyor ferahlıyoruz. Taze meyvelerden ve süt mısırlarından aldıktan sonra arabaya dönüyoruz. Burada, Karadeniz’de, mısırın tadı bambaşka.

Şavşat’a geldik. Şavşat küçük bir kasaba. Bir arkadaşla buluşacağız. Bizi Laşet’e götürecek. Orada bizim için bir yer ayrılmı. Laşet bungalov evlerinde. Laşet Karaorman demekmiş. Hemşin’ce sanırım. “Burada Şavşat’ta Hemşinliler, Gürcüler, Lazlar ve Türkçe’den başka dil konuşmayanlar var” diyor arkadaşımız. Onlar Türk değil mi diyorum. “Bilmem” diyor, “kökenlerini bilmiyorum.” “Sadece diğerleri gibi yerel diller konuşmadıklarını biliyorum.”

Kalacağımız yere varmadan Karagöl’de yemek yiyeceğiz. Karagöl dağların arasında yükseklerde bir göl. Etrafı devasa çam ağaçlarıyla çevrili. Bana filmlerde gördüğüm Kanada manzaralarını anımsatıyor. Göl kıyısına bir lokanta yapılmış, etraftaki tek bina da bu. Gölün etrafında yürüyüşe çıkıyoruz. Kurbağalar görüyoruz. Çok sevimliler. Bir de Japon balıkları. İlginç, ilk kez, akvaryumlarda görmeye alıştığım kırmızı renkli Japon balıklarını doğal ortamda bir gölde göryorum. Öyle çoklar ki. Denilene göre tesisin sahibi bir gün bu göle Japon balığı atmayı denemiş, balıklar yaşamışlar. Ve o da balıkların sayısını arttırmış. Göl, kırmızı kırmızı kıpır kıpır bir hale gelmiş. Bir de Urfa’da balıklı gölde gördüğüm adlarını bilmediğim balıklardan var bu gölde.

Yağmur Yağıyor yine. Benim ayağımda sandaletler var, yerler çamur. Şehirde olsa nasıl tedirgin olur insan çamurlar içinde sandaletlerle. Aldırmıyorum, hatta, çamurun yumuşaklığı ve bastığınızda çıkan tuhaf sesi hoşuma gidiyor. Islanıyoruz. Burada hava soğuk hasta olmak mümkün. Ona da aldırmıyoruz. Ne kirlenme ne de üşütme tehtidi bu güzel ortamın tadını bozamaz.

Alabalık yiyoruz. Burada başka ne yenir ki. Bundan sonra Laşet Bungalov evlerine götürüyor bizi arkadaşımız. Dağın neredeyse bulutların içinde bir yerindeyiz şimdi. Neredeyse derken abartmıyorum. Bulutlar akşama doğru iyice yaklaşmışlar, elimizi uzatsak değeceğiz. Tahtadan küçük kulubeler bungalov evleri. Sıra ile bir mahalle düzeninde dizilmişler. Aşağıya doğru uçsuz bucaksız inmekle bitmez bir dağ yamacı. Kendimi Heidi çizgi filminde o tepedeki kulubede hissediyorum. Hiç fark yok. Sabah namazına kalktığımızda perdeleri açıp manzaraya bakmak istiyorum. İnanılır gibi değil, çıkıyorum. Bulut burada balkonda. Şimdiye dek hiçbir bulutun içinde namaz kılmamıştım. Bulutlar sabah 9 civarında kahvaltıya indiğimizde eski yerlerine yükselmişler.

Hayatımda doğayı hiç bu kadar yakından hissetmemiştim. Trabzon’da Rize’de bile ağaçlar, göl, kurbağalar, bulutlar bu kadar elle tutulur değildi. Burada dağ kulubesi gibi bir evde Temmuz ayında soba yaktık. Çocuklar gibi paçalarımız ayaklarımız bata çıka çamurlarda yürüdük, dağlara tırmandık. Hatta dağ patikalarında sandaletle yürüme cezası olarak böcek de soktu ayaklarımı. Günlerce şişti kaşındı. Ama bu bile tadılan bir şey gibi tatlıydı. Söylediğimde teşbih yaptığımı sanmayın, tümyle gerçek ki bulutların içine girip yattık. Hayatımda hiç bu kadar kendimi doğanın bir parçası hissetmemiştim.

Karadeniz’de en el değmemiş, en güzel, Artvin’i buldum. Kahvaltıdan sonra yine kıvrıla kıvrıla dağlardan iniyor ve Ardahan üzerinden Kars’a gitmek üzere yola çıkıyoruz.

  17.10.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut