Ömür Defterinden Müsvedde Sayfalar

Aytekin Akar

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadid, 20)


HAYATIN PENCERESİNDEN uykulu, mahmur gözleriyle dışarıyı izliyor. İzlemek değil de, belki de gördüklerinin içinden, kenarından, köşesinden birçoğuna dokunamadan geçip gitmek gibi bir şey bu. Şahit yazıyorlar onu, çünkü gözlerinin önünde boylu boyunca günler doğuyor, günler batıyor, zaman geçip gidiyor… Ömür doyasıya tadamadan, külahında bir dondurma gibi eriyor, göz göre göre tükeniyor sanki. Bazen yumuşacık tüylü, sevimli bir ak güvercin oluyor, sevemeden uçup gidiyor avuçlarından. Tatlı bir meltem oluyor, dünyadaki bekleme odasının perdelerini ahenkle sallıyor, sonra başını okşuyor, yanaklarındaki hüzün yaşlarını hissettirmeden alıp kaçıveriyor.

Duygularının yaşattığı gel gitlere benziyor hafızasının yaşattıkları. Şimdilerde çocukluğunun sevinç çığlıklarını bile, yeniden işitebiliyor. Neşe dolu çığlıklar, yüreğinin tarifsiz bir heyecanla atmasına sebep oluyor. Hayali onu kucakladığı gibi akşam karanlığının belli belirsiz çökmeye başladığı, şimdinin asfaltlanmış caddeleri olan o zamanların tozlu, taşlı, çukurlu dar sokaklarına uçuruyor. Hemen anlaşılıyor, yetişkinlerin birbirleriyle değil daha çok birbirlerine oynadıkları oyunlara göre çocuklarınki çok daha basit ve sâde… Bitmesin diyor çocuk yüreği, hiç bitmesin… Nolur Allahım karanlık daha çökmesin, evde yemek daha hazır olmasın, annem pencereden belirip çabuk gel diye işaret etmesin. Karanlık inerse, oyunlar da birden bire bitiverir, arkadaşlarım beni evlerine, ailelerine sıcak çorbalarına tercih etmek için kaçışırlar.

Oysa onun da evi var, annesi, babası, kardeşi, sıcak çorbası var… Çok şükür. Bazen orta yerinde yangınlar çıksa da, konu komşu yakınlar üzülse de, ailesi üzülse de… Çok şükür, onun da sevildiği, sevgiyle beslendiği, akşamları kanatlanıp uçarcasına geldiği bir yuvası var. Hele şu saklambaç bitsin, herkes gizlendiği yerden çıkıversin, hem kazandıklarıyla beraber tüm bilyelerini toparlayıp hasılatını saysın da. Üzülme anneciğim, evin diğer erkeği de benim. Babam yarı yolda bırakırsa bizi diye endişelenme. Merak etme sen, büyürüm hemen, bakarım ben sana. Hele önce şuracıkta çocukluğumu doyasıya bir oynayayım da.

Ama bilemedi ki, meğer oyunlar da tadımlıkmış, sen bitirmeden kendiliğinden bitiverirmiş. Rüzgâr gibi geçip giden zaman, şimdi gözlerinin önündeki, küçük gölgelerin coşkuyla koşuşturdukları sokak sahnesini de karartıyor. Daha dün annesinin kollarındayken, şimdi okullu oluşunun ürkek heyecanını adeta yeniden yaşıyor. Kara tahtalar, üzerleri yontulmuş, karalanmış sıralar, tebeşirin kokusu, öğretmenlerini çaktırmadan ilgiyle izleyen çekingen bakışlar. Çoklarına göre zeki ve çalışkan bir öğrenci olarak, artık çok öğreniyor. Kitaplardan, insanlardan, bilhassa hayatın kendinden… O artık çok az oyun oynuyor, çok fazla öğreniyor. Sevinçleri, mutlulukları olduğu gibi beraberinde acıları da öğreniyor. Öğrendiği acıları hayalinde tekrar tekrar yaşıyor. Anlıyor ki, büyüdükçe dertler de büyüyor.

Hayatın hiç te sandığı gibi basit ve kolay olmadığını, imtihanların çeşitliliğinden ve karmaşıklığından biliyor. Babasının hastalığı veya geçim derdi değilmiş sadece üzen, yoran, yıpratan. Nereye gitse, başkalarına küçük kendisine büyük dünyasının hangi köşesine sefere çıksa, eksiksiz her yerde bir sorun varmış, dert, keder varmış. Sıra sıra acı çekenler, her köşeyi gözyaşlarıyla sulamışlar. Katıksız mutluluk sadece tozlu sokaklarda zıplayan topta, atlanan ipte, dönen topaçtaymış. Çocuk gözleriymiş mutluluğu en saf, en temiz, en hesapsız yansıtan.

Bebekliğini bırakıp nesneleri tanımaya başlarken, kafasında aniden türeyip yarım yamalak diline akseden soru işaretleri, balonların şişmesi gibi büyüyor, çeşitleniyor, yıllar ilerledikçe çok daha zorlaşan cümlelere eşlik ediyor. Yaşadıkları, hissettikleri, ne olduğu, ne olacağı, hatta kendi yapıp ettikleri bile ne, ne zaman, neden, nasıl sorularını doğuruyor. Dizi dizi gencecik sorular. Cevapsızlar, bir türlü sindirilemeyen hazır cevapları olanlar, cevabı yaşanmayanlar, yaşadıkça yaşlandıranlar… Cevapları karartan, çeldiren yansımalar, yanılsamalar. Maddenin, heveslerin, hazların hücum ettiği, en büyük yanılgıların, aldanmaların yaşandığı fırtına gibi esen gençlik dönemini güneşin tepede olduğu yaz günlerinin öğle vaktine benzetiyor.

Yıllar geçerken yaşananlar aslında bir muamma olan insanı pişiriyor. Bazı dönemeçler, kimini eşref-i mahlukat makamından esfel-i safilin çukuruna yuvarlıyor. Alnı secdedeyken başını kaldırıp nefsine, şeytanına meyledenlere bile sıkça rastlanıyor. Dünya kime ne olmuş önemsemiyor, durmuyor, hep dönüyor. Döndükçe daha çok başlar dönüyor, insanlar ve hayatları çalkalanıyor, birbirleriyle çarpışıyor. Birbirinin hayatına dokunanlar, hayat çizgileri örtüşenler birbirlerine diğerlerinden daha farklı gözle bakıyorlar, birbirleri için değerli olduklarını farklı vesilelerle göstermeye çalışıyorlar. Birbirlerinin üzerini çizenler de az değil. Dönem dönem dünyalıklarıyla şöhret listelerinin başlarını tutanlar, tepetaklak yuvarlananlar, eskiyen yüzler, sahte sevgiler, bitenler, dönüp ardına bile bakmadan gidenler… Ne dünyalıklar, ne de dünyadakiler. Kendilerine bile fayda vermeyenlerden vefa aramak nafileymiş. Ama vefa beklemeden, faniliğini bile bile karşılıksızca Yaradanından ötürü sevmek ve sevilenlere merhamet çeşmesinden kana kana içirmek, Allah ve Peygamber aşkından bir parçaymış.

İçi yanıyor. Hayali, mazisini tarayıp, karalanarak buruşturulup hoyratça çöplüklere fırlatılmış ömür sayfalarını bulup bulup getiriyor. Geçip gidenler, kabuk bağlamaya başlamış yaralarını yeniden kanatıyor. Bunca zaman kalbini dayadığı direklerin aslında ne kadar cılız ve zayıf olduğunu, besleyip büyüttüğü hayat ağaçlarındaki meyvelerin çoğunu heybesinde götüremeyeceğini ve yaşlılığın elden giden sağlık ve kuvvetin ardından acı bir ağıt olduğunu hissediyor. Ruhu inliyor… Sorular artık daha bir “ömürlük”, daha bir “ahiretlik” ve en çetininden. Korkunun büyüğü ateşten mi, yoksa ölümden mi? Zembereği belirsiz bir ölümün sarhoşluğuna kurulu olan saatler, çocukluğu, gençliği ne de çabuk geçmiş. Ve bilen var mı acaba. Kalan vakit, kimbilir kaç rekâtlık?

  26.05.2011

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut