SUSMA MAKAMI

Mona İslam

İnsanı meleklerden ayıran şey, bilmektir.
Melekler Allah'ı bizden daha iyi tesbih ederler.
Biz Allah'ı onlardan daha iyi biliriz.
Övünmek yok, sadece Allah öyle murad etmiş.


BİLMEK BİR YOLCULUK. Bu yolculukta bilinenlerin çoğaldığı ve birbirleriyle çelişen ama doğruluğundan da şüphe edilemeyecek bilgilerin etrafta cirit attığı bir yere gelinir, diyorlar. Hayret makamı. O zaman insan teşbihle tenzih arasında, var’la yok arasında, dır’la değildir arasında kalakalır. Hem odur doğru, hem de budur. Allah hem Mün’im’dir nimet verir, hem Darr’dır zarar verir. Bir yandan Yükselten bir yandan Alçaltan’dır. Bir yandan Hidayet eder bir yandan Saptırır. Esma birbiriyle çelişir. Hakikatler birbiriyle çarpışır. Buna bir tek insan dayanabilir.

Mesela dünya hayretinizi celb etmeye başlar. İnsanların Hakkı görmemek için binbir hile ile inşa ettikleri şehirlerde, Hakkın gözbebeğine bakarsınız. En uzaklaştıklarını sandıklarında, en çok kibre düştüklerinde daha çok yaklaşırlar, ama görmezler. Allah yönden münezzehtir, Allah her yöndedir. Ne tarafa gitseler Onun yollarından birinde giderler, Ona varırlar. İnsanlar ve cinler asla O Sultan’ın mülkünden dışarı çıkamazlar. Bizatihi kendileri Onun mülküdür. Ne yapsalar Onun hikayesinde bir rol sahibidirler. Ne etseler Onun manalarını taşımaktan gayrı bir şey yapamazlar. İstifa şansları yoktur. Her bir işlerinde “La havle” dercesine Onun bir vasfını bir alametini gösterirler. Hatta onların dahi Hakka baktıklarına Ona rağbet ettiklerine ama bunun farkında olmadıklarına şahit olursunuz. Kurdukları tuzaklar bile Mekr-i İlahi tecellisidir. Süsledikleri cazibedar vitrinler, Cemal tecellisidir. Şeflerinin benliğine müdavimlerinin şıklığına perestiş edilsin istenen lokantaları Rezzak ve Musavvir tecellileridir. Üstelik onlar dahi buralara rağbet ederlerken aslında onları celb eden o isimlerdir. En büyük perde sanılan insan medeniyeti, en büyük ayna olur. Hakkın esması tüm görkemiyle tecelli eder, onlar tanrı ve tanrıçaları oynadıkça bunu daha iyi görürsünüz. Bir gazete bayiinin önünden geçersiniz, satılan gazete sayısı size insanların el Habir’e ne kadar rağbet ettiklerini gösterir. Gazetelerdeki diet ve sağlık köşelerine göz atarsınız insanlar size Latif ve Şafi’ye ne kadar muhtaç olduklarını bildirir. Hz. Ali kulağınıza fısıldar “Ey İnsan sen Hakk’a en büyük delilsin”.

Her abdest alışında kulaklarına Semi sıfatı istiyordun ya. Duana icabet edildi işte!

O konuşunca susmak lazımdır. Kur’an okunurken susun ve dinleyin ayeti bambaşka bir mahiyete bürünür. Herşey Kur’andır.

Öyle ya insan da öyledir. İnsanın yaşamının her günü bir ayetin dile gelişidir. Yaşayan ayetler bütünüdür insan. Kah cennet ayetleri dile gelir yüzünde, kah cehennem ayetleri. Kah “fe inni karib” der Rabbi ona kah “rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” Kah melek olur kah şeytan, o vakit ya hidayet edici ya dalalete düşürücü ismi mütecellidir onda. Kah Alim ismi çağırır onu , kah Cemil. Hem günahkardır hem gönlü meleklerle birlikte semalara kanatlanır. Hem siyahtır, hem beyazdır. İnsan bir renk cümbüşüdür aslında. Zıtların çarpışmasını, dalgalı deniz gibi kapışmasını insan bilir. Hiçbir anın tekrar etmediğini, dünkü benle bugünkü benin aynı olmadığını, hatta günde kırk kere kalb olan halini, alemdeki gibi akan bulutlarını, kopan fırtınalarını, yağan yağmurlarını, güneşini baharını, tatlı tatlı avuçlarınızdan akan sıcak kumlarını, set ve haşin dağlarını, kayalıklarını bilir insan. Yoklukla varlık arasında bir imkan halinde, her an nefes-i rahmana muhtaç, yokluğa yuvarlanmasına Sırr-ı Kayyumiyyetin engel olduğu, uçurumun kenarında hayaller kuran biri olduğunu bilir insan. Uçurum Bir imkandır aslında o uçurum sayesinde düşmemek için birine elini uzatır insan. Elini tutan biri olduğunu bilir. Allah’ın eli sıcacıktır.Tuttum.

Bırakma!

Öyle zamanlarda birine “Ne var ne yok?” diye sormak bile karnınıza ağrılar girmesine kalbinizde kuşların kanatlanmasına yol açar. Bir varmış bir yokmuş diyen masallara bir daha can kulağınızı verirsiniz o vakit. Çokça gidilen ama geriye bakılınca bir arpa boyu yol gidildiği anlaşılan caddeler, sokaklar, çıkmazlar, yokuşlar bulursunuz yaşamınızda.

Derler ki insan dağa benzer. Hatta ondan da güçlü. Hak dağa tecelli etti, dağ parçalandı, Musa bayıldı. Musa bayılmada dağa benzedi. Dağ arzda taayyün etmişti, Musa gibi. Arz kıymetliydi, onda ne varsa kıymetliydi, değersiz hiç bir şey yoktu. Her biri bir taayyündü. Musa taayyünün ortadan kalkmasını diledi. Hak dileğine icabet etti. Hak zuhur edince ne dağ kaldı ne Musa, orası “la taayyün” makamı idi. Fenaydı. Cemdi. İnsan cemde, fenada, la taayyünde Hakkı bilemezdi. İnsan kalmazdı ki O vakit, herşey Haktı. Hatta o zaman “şey” de yoktu sadece Haktı. Lakin, Musa dağdan güçlüydü. O bayıldıktan sonra ayıldı. Bilmek için cemden sonra fark, la taayyünden sonra taayyün lazımdı. Dağ parçalandıktan sonra geri gelmedi. Dağ Allah’ı insan gibi bir marifetle bilecek değildi. İnsan fenaya erince, ona yeni bir varlık verildi. Bu ikinci varlığa beka denildi. O ikinci varlık ilki gibi değildi, ona bir marifet eşlik ediyordu. Artık Musa kendini de Hakkı da fena bulmadan öncekinden başka bir bilgiyle biliyordu.

Biz de nasibimiz varsa “Attığında sen atmadın ama Allah attı” ayetini her zikrettiğimizde, bir şeyi yapıp sonra Allah yaptı dediğimizde benimizi yok ediyoruz. Dağımız parçalanıyor. Hatta insanın enesinin dağını parçalamak daha zor. İnsan amelini sahiplenmemek, “fail yalnız Allah’tır” demek öyle zor geliyor. İşte bu yüzden insan ne kendinin ne de başka insanların ellerinden çıkan işlerde Hakk’ı görmekte zorlanıyor. Benlik insana “sen de marangozhanedeki aletlerden birisin” dedirtmiyor. Ancak insan bunu derse o büyük kara delik, büyük bir güneşe dönüşüyor. Hak onda kendinden geçip enel Hak diyeceği kadar çok zuhur ediyor. Hakikatte, dağların infilak ettiği helak olduğu gün aynı zamanda kıyam günü. O gün insan ölüyor ve diriliyor. O gün yokluğunda varlık buluyor. O gün fakirliğinin övünç, aczinin kudret dergahında en makbul bir şefaatçi olduğunu anladığı gün. Horluğunda şeref kazanıyor, kulluğuyla efendi oluyor.

O gün dağ yarılınca içinden Salih’in devesi çıkıyor. Dağ, insanın cismi, nefsi, enniyyeti. Deve dağa nispetle hayattar ve daha yüksek bir varoluşun remzi. Devenin çok süt verişi ve ondan tüm fakirlerin doya doya içişi. Enniyyet dağını yaran insanın varlığa nasıl bir ilim armağan ettiğinin işareti. Süt nebevi ilim. Fakirlere, fakir olduğunu bilenlere, fakirliğim övüncümdür diyeni takip edenlere sunuluyor.

İnsan böylece ölüp ölüp diriliyor, bir yok bir var oluyor.

İnsan nefsini bilir. Derler ki nefsini bilmenin en kötü şekli nefsini nefsinle bilmektir. Kendine kendinle bakmak yanıltır insanı, çoklukla yanlıştır insanın kendinde kendini bilişi. Daha iyisi kendini ötekinde bilmektir. Mümin müminin aynası, o hesap. Hatta daha ötesi, bu müminin kamil olmasıdır ki, kendini Şeyh’inle Üstad’ınla bilmen buna işaret eder. Sen onun sana seni anlattığı gibisin, birşeyi yapamazsın sanıyorsun öyle mi? O sana yaparsın diyorsa, yaparsın. Kamil odur ki, hem kendini bilir, hem de seni bilir. Hem seni senden daha iyi bilir. Sonra kendini peygamberde bilmektir. Bak, o sana seni nasıl anlatıyor. Mümin şöyledir diyor, inanıyorsan ona, o sensin. Sen kendini bilmiyorsun, o seni bilir. Kendinle ilgili kanaatlerinde kendine değil ona inan. O zaman bir de bakmışsın hakikaten onun dediği gibi olmuşsun.

Bu yüzden iman herşeyden önemlidir, iman seni inandığın gibi yapar. “Tehallaku bi ahlakillah” Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak, bu olmalı.

İdeali kendini Hak’ta bilmektir diyorlar, Mümin müminin aynasıdır. Buradaki ilk Mümin Allah’tır. O sana eşref-i mahlukat demiş, halife demiş, sana bütün esmayı taşıyabileceğin konusunda güvenmiş, emaneti sana vermiş, seni zorluk ve meşakkat içinde yaratmış ve sana çıkabilirsin diye sarp yokuşu göstermiş. Kendin hakkında Ona inan. Yapabilirsin o zaman. Onun aynasında bakarsan kendine Onun ahlakını giyebilirsin o zaman. Aczini fakrını Onunla örtebilirsin.

Diyorlar ki insan söyleyecek çok şeyi olduğunda konuşur, daha çok olduğunda daha çok konuşur, ve öyle bir yere gelir ki, söyleyecek söz, söylenebilecek haddi geçer. Kelimelerin terazisi o kadar sıkleti çekmez olur. En azından o insanın o kadar çok manayı ifade edecek fesahette bir dili yoktur. O kadar çoktur ki anlatılmak istenen susulur. O kadar çok iletişim kurulmak istenir ki, bunun mümkün olmadığı fark edilir. Gönlün arzusunu ifadeye dil dönmez , enfüsün yüksek voltajını afakın alıcısı çekmez. İçinizdekini dışarıya salarsanız, hayra değil şerre sebep olursunuz. O yükü çekemeyecek olan alıcıda hasar olur. O zaman yapılacak şey susmaktır. Merhamet de acz de susmayı icab ettirir o dem. Buna samt makamı derler.

Hayret makamını ve samt makamını bir makam olarak yaşamayan bizler bunu bazen hal olarak yaşarız. Makam sabittir uzun sürelidir, oraya yerleşilir, ta ki daha yüksek bir makama çıkana dek. Oysa hal geçicidir. Bazen yaşarsınız, sonra geçer, ağzınızda bir tat kalır.

Benim de söyleyecek çok şeyin var, öyle ki susmak zamanı şimdi.

Dilerim, konuşmam da susmam da Hak için olsun.

Dağım parçalansın.

Yazdım, ama ben yazmadım, Allah yazdı.

Kusur bana, hamd ve övgü Ona.


Not: Burada yazdıklarımın birçoğu, yahut bende bu dşünceleri tetikleyen amillerin birçoğu hocama aittir, bunu söylemezsem, bunlar benim sanılırsa ayıp etmiş olurum. Sn. Ekrem Demirli’ye bana öğrettikleri için Allah’tan rahmet ve ilim diliyorum.

  13.06.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut