O KADAR ÇOK KORKUYORDU Kİ…

Mona İslam

“Müttakiler o gün Rahman’a arz edilirler….” (Meryem 85)

BU AYETİN YORUMUNU ne çok dinledim. İlk dinleyişim Şeyh-ül Ekber’dendi, sonra onu şerh eden hocamdan dinledim defaatle. Şöyle diyordu: Bir gün, biri bu ayeti söyleyince Bayezid-i Bistami “Müttakiler şimdi neredeler ki, o gün Rahman’a götürülürler?” diye sormuş. Bu soru o zamandan İbn’ül Arabi zamanına kadar cevabını bekleyen bir soru olmuş. Şeyh edeple Bayezid-i Ekber namı ile andığı büyüğüne sena etmiş ve nezaketle “öyle değil” demiş. (Büyüklerin zamanı aşarak sohbet etmeleri ne güzel!) “Müttakiler el an Allah’ın celaliyle otururlar, Kahr’ının gölgesinde titrerler, fakat O gün Onun Rahman ismine götürülecekler, yahut Onun Rahman oluşunun ne denli büyük bir şey olduğunu anlayacaklar, korkacak hiç bir şey yokmuş” diyecekler.

Rahman istiva edendir, tefsirler istivanın anlamını uzun uzun anlatırlar. Benim acizane anladığım. Onun rahmeti her yerdedir, her durumu çevrelemiş ve her duruma nüfuz etmiştir. Mesela kimimiz Allah yukarıda sanırız, semaya bakarız, oysa o arzdadır da, kimimiz O sadece ulvi şeylerdedir sanırız, hayır, O süfli şeylerdedir de. Onun için yukarı yönü gösteririz ama “Bir ip sarkıtsanız Allah’ın üzerine düşerdi” hadisinde işittiğimiz gibi O aşağıdadır da. Kimimiz Onu kokuşmuş çamurda göremeyiz, ama O en muhteşem tecelligahını o çamurun üzerine kurmuştur. Kimimiz Onu kırda bayırda, otta ağaçta börtü böcekte sanırız, ama O şehirde, metropolde, gökdelenlerin pırıltısında, metroların hayret veren işleyişinde, reklam panolarının insanın feleğini şaşırtan saptırıcılığındadır da. Ondan uzak düştük sanırız, Onu bir yerlere sınırlarız ya, bir doğa parçasına, bir bebeğin gülüşüne, masumların neşesine. O zalimin kibrinde, güzelliğiyle gurur duyan bir kadının cilvesinde, kurnaz planını işleten bir dolandırıcının ayaklarımıza dolamaya çalıştığı ipinde, trafikte gazaplanan adamın öfkesindedir de.

Böyle durumlarda bir yerden, bir şeyden Allah’a sığınmayız. Ondan Ona sığınırız. Bir isminden başka bir ismine kaçarız.

Ben Onun Rahman oluşunu böyle anlıyorum. Ondan uzak kalmanın mümkün olmayışında, en unutulan ve tekebbürle meydan okunan halde bile hem içimizde yalan söylediğimizi bilen iç sesimizde, hem dışımızda Onun izzet ve kibriyasını giyinen suretimizde O var. İyi ki var…

O yüzden her halde tecelli eden Rahman cehennemde bile tecelli ediyor. Rahman bütün isimleri istiva ediyor. Kahırda da gözüküyor. Yok etmeyip cehennemde dahi ikamet ettirdiklerinde rahmeti tecelli ediyor.

Bana Rahman’ı böyle öğreten, ayırmamayı birleştirmeyi, tevhid etmeyi böyle talim eden Şeyh’e selam olsun. Onun Vahdet-i Vücud dedikleri şeyden bir tek bu dersi almış olsam bana ömrümce yeter.

Müttaki Onun celaliyle oturan adam dedik ya. Mesela Müttaki bu yüzden dünyadan korkar, ya ona Allah’ı unutturursa. Müttaki bu yüzden gözünü sakınır, ya ona kızarsa. Fakat bazen sakınması ve korkusu o raddeye gelir ki görmesi gerekeni de göremez. Gözlerini kapar. Günah endişesi ile şehirde gezemez. Ya mekre düşersem, ya saparsam diye yolda yürüyemez. Ya hesabını veremezsem diye önündeki nimeti afiyetle yiyemez. Temiz kalmak için kendini dağlara, bahçelere semaya vurur. Oysa bilmez ki, Kuddüs sadece Allah’tır. Ve Allah temizleri değil, temizlenenleri sever. Kirlenmeden temizlenmek mmkün mü? Risk almadan, bir şey elde etmek de mümkün değil.

Tasavvuf dersinde hocamı dinliyorum. Şöyle diyor: Okuduğum tüm menkıbelerden çıkardığım bir ortak fikir var. O da korkakların seyr-i sülukta bir şey elde edemeyecekleri, bütün parsayı şecaat ve cesaret sahiplerinin topladığıdır. Riske girmek lazım, diyor. Korkmamak lazım. Korku insanı hareketten, yaşamaktan alıkoyar. Bu yüzden hayattan çok ölüme, vücuddan çok ademe yakındır.

Anlıyorum, insan şehre girince, çarşıya pazara girince, işe güce, insanların arasına girince günaha da giriyor, ancak Rahman’ı görerek hareket edince, sevabı günahından çok oluyor. Öyle kıymettar şeyler buluyor ki şehrin/dünyanın içinde, yolun sonunda belki/inanıyorum ki yolda şaştıkları, takıldıklar, tökezledikleri, saptıkları da affediliyor. Hatta Rahman öyle cömert ki, seyyiatı hasenata çeviriyor. İnsan yolun sonunda anlıyor, (talihliler sona gelmeden anlıyor) dünya, insana tuzak olsun diye değil, büyük bir ikramiye bileti olsun diye oraya ayaklarıının dibine serilmiş. Allah’ın sınaması, mekri, tuzağı da var, evet, ama isimler hiyerarşisinde çok aşağıda imiş. Sürekli imtihanda, sürekli etrafı tuzaklarla çevrili vurgusuyla yaşayan adam, Allah’ı en çok ve azam derecede Mekr sıfatı ile biliyor. Belki Onun Rabb-i Hass’ı Allah’u Hayr-ul Makirin oluyor. Kuşkusuz bu isme riayet edince de sahil-i selamete varıyor. Ama çok zor bir yolda yürüyor.

Bir adam gördüm şehre Tanrı’yı çağırıyordu. Hayret ettim. Şehirde O yok muydu? Bir adam gördüm Onu toprak kokusunda arıyordu, o betonda yok muydu? Bir adam gördüm Onu yeşilde, mavide sanıyordu, o gride, platinde, siyahta yok muydu? Birini dinledim, Onu aramaya kırlara çıkıyordu. O muazzam bir mucize eseri yerin altına giren ve hızla seyreden metroda yok muydu? Bir adam gördüm, gözlerini haramdan sakınmak için neredeyse gözlerini çıkaracaktı. O gözlere “Gören gözüm ol” diye Hakk’ı çağırmak diye bir öğreti yok muydu? Hem çağırmaya ne gerek vardı, O zaten kişi ile kalbi arasında değil miydi? “Her neredeyseniz O sizinle” değil miydi? Kimlerle Onu yitiriyorsanız, O “Üçüncüleri Allah olan iki kişi” değil miydi? O ahiretteydi de bu dünyada değil miydi? Bir adam gördüm, ahireti düşünmekten dünyaya hakkını veremiyordu. Ölümü düşünmekten neşe-i hayata iştirak edemiyor, kainatın şehrayin ve düğününü matemhane-i umumi sanıyor, ağladıkça ağlıyor, kalbi kederle dolup taşıyordu. O kadar çok korkuyordu ki yaşayamıyordu.

Allah kuluna zulmetmez.

Müttaki ihlaslı adamdı vesselam. Bu yüzden sonunda Rahman’a arz ediliyordu. Sonunda cennete varıyordu. Ama beklemesi gerekiyordu. Gözlerinin bozukluğu kadar beklemesi, burada Rahman’ı göremediği ve Onu ötelerde zannettiği kadar beklemesi gerekiyordu. Müttaki Onu sınırlayarak hata etmişti. Onu bazı hallerin, bazı mekanların, bazı kişilerin Rabbi sanmıştı. Onun hakkında iyi zanda bulunmuştu, Onu semada, ulvide yukarıda, temizde aramıştı. Ama zan asla bilginin yerini tutmazdı. Allah hakkında iyi zan, marifetle yer değiştirene dek bünyede bulunması gereken bir şeydi amenna, ancak ila nihaye zanla yürünemezdi. Müttaki mazurdu, alnından öpüldü cennete koyuldu. Orada anladı, O onun sınırladığı yerdeydi evet, ama sadece orada değildi.

Rahman her yerde, herşeyde, her haldeydi.

Burada anlasaydı boşu boşuna bu kadar sıkıntı çekmeyecekti. Olsun o sıkıntıyı da Allah için çekmişti. Allah illa sıkıntı çekmesini istemese de. O kederinde görmüştü Allah’ı gördüğü Hak’tı, insan Hakkı bir yerde gördü mü o yeri kolay kolay bırakmazdı.(Nasreddin hocanın sazın bir yerini bırakmaması misali)

Allah’ım gözümün nuru ol, gören gözüm ol ki Seni göreyim. Çünkü Seni ancak seninle bakan göz görebilir. Allah’ım bana da sevdiklerime de tüm müminlere de göz nuru ver. Seni görebilsinler.

Seni bir lahza gören senden nasıl vaz geçsin!


Not: Yazıların üstünde tırnak içinde vermediğim her ifade bana aittir. Alıntı değildir. Alıntılara "la edri" ise tırnak koyuyorum, sahibini biliyorsam hem tırnak içine alıyor hem ismini yazıyorum.Bu konuda hak geçmesi ihtimaline karşı hassasım. Bazı okurlar alıntı sanıp nereden kimden diye soruyorlar, bilinsin istedim. Gerçi, tırnak içine almasam, benim desem de, biz emanetçiyiz, hakikatte söz Allah'ın sükut bizim o ayrı...

  06.06.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut