MARİFETİN ANAHTARI İSYANIN BAYRAĞI: NİYE?

Mona İslam

Hikmet içimizde bilkuvve mevcut olmasaydı, ona dışarıda da yönelemezdik. Ona sevdalı oluşumuz onun bize ait oluşunun alametidir. Bizim olmasa onu fark edemezdik bile. Yanından geçer giderdik.Oysa o bize nasıl da tanıdık. Görünce nasıl da hemen cezbesine kapılıyoruz. Cezbe iki uçluluk, mütekabiliyet icab eder. Bu yüzden hikmet müminin yitiğidir. İçimizdeki aşk, nasıl da rasulün sözünü tasdik ediyor.


İSLAM DÜŞÜNCESİNDE çok merkezi bir yere sahip, iki temel kavram üzerinde düşünüyorum.

Kudret ve hikmet.

Ekoller, mezhepler, felsefe, kelam, tasavvuf, hep bu iki kavram etrafında saf tutuşlarına göre tanımlanıyor ve gelişiyor. Sadece düşünce tarihinde mi, bireysel hayatımızda da çok etkili iki kelime kudret ve hikmet. Mizacımızı, hayata bakışımızı, tasavvurlarımızı ve tutumlarımızı belirleyen iki sütun.

Gözlediğim şu ki, insanlar bu iki kavrama göre hayat içinde saf tutuyorlar.

Bunlardan kudret eksenli olanı Allah’ın Kadir, Melik, Faalun Lima Yürid gibi isimlerinden besleniyor.

Bu insanlar kabaca şöyle düşünüyorlar:

“Mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.”

“Canım istedi yaptım.”

“Gücüm yettiği için yaptım.”

“İşte öyle.”

Bu bakış açısı onların hem kendi hayatlarını biçimlendiriyor, hem de Yaratıcıya ilişkin tasavvurlarını. Onların Rabb-i Hass’ları Kadir. Hayatta hiçbir şey onları şaşırtmıyor. Her olay bir mucize, hayret veriyor. Kudret karşısında hayran olarak yaşıyorlar. Kendi acizliklerinin farkındalar.

Ancak, soru da sormuyorlar. Onlara göre bir şeyin oluşuna ilişkin bir nedensellik yok. Olsa da bilmemiz gerekmiyor. Bizi ilgilendirmiyor. Bir şeyin oluşuna niye sorusunu yöneltmek, onlar için isyanın ta kendisi. “Oldu, olması gerektiği için oldu, ötesini kurcalama.” Bazıları onlara hayran, kudret hayranlık uyandırır, ve neden aramadan teslim olabilmek de bir kudrettir. Kudret ülkesinin sakinleri varlığa ilişkin kanaatlerinde doğru söylüyorlar. Doğru,ama eksik bir doğru…

Olan hayırdır amenna, ancak bunu söylemek sadece bir başlangıçtır, olanın neden olduğu, ne maksatla vuku bulduğunu araştırmak, sorgulamak, niye sorusunu sormak, insan olmanın gereğidir. Evet, Allah dilediğini yapar, mülkün sahibi Odur, ancak her yaptığının bir nedeni de vardır.

Bakınız melekler bile insanın hilafetine neden sordular? Bizden meleklerden bile beklenmeyen bir şeyi yapmamızı mı bekliyorsunuz? Emin olunuz Allah bunu beklemiyor. O sadece soruyu sormada edepli olmamızı istiyor. Biraz edep, biraz sabır. Yalnız kudret merkezli düşünenler her ‘niye’ sorusunu edepsizlik addediyor. Hakikate sadece bir yerden bakıyorlar. Filin sadece bir yeri hakkında bilgileri var.

Kudret merkezli yaşayan insanlar kudreti Allah’a izafe ettiklerinde, ve mülkü Ona ait bildiklerinde yukarıdaki gibi bir teslimiyete sahip oluyorlar, ancak nefisleri hakim olur da, kudreti ve mülkü kendilerine izafe ederlerse, onlardan cebbarlar, zorlayıcılar, zalimler çıkıyor. Güç odaklı yaşıyorlar ve gücü elde etmek için herşeyi yapıyorlar. Güç yani Kadir ismi, onların Rabb-i Hassı. Buna Allah deseler de demeseler de durum değişmiyor. Onlar daima kudrete tapıyor. Kudreti Allah’a verene müslüman deniliyor, vermeyene ise zorba.

Bir de Hikmet merkezli yaşayan insanlar var. Onlar alemde herşeyin bir nedensellikle olduğunun farkındalar. Bütün gayretleri bu sebep sonuç ilişkisini bulmak. Ne zaman hikmeti görseler, içleri ferahlıkla dolar, ruhları bast eder. Ne zaman sorularına cevap bulamasalar içleri sıkılır, dünya onlara dar gelir.

Onların Rabb-i Hassı Hakim’dir. Onlar en çok Hakim’i severler. Hikmete aşıktırlar. Nerede hikmetten bir pırıltı görseler oraya meyl eder, kimde hikmet tecellisi bulsalar ayağının tozu olurlar. Onlar alemde ve insanda her bir şeyin bir sebebi olduğuna, bir anlamı bulunduğuna inanırlar. Anlam karşısında mest olurlar. Onların Rabbi Hakim olunca başlarına ne gelse ‘niye’ diye sorarlar. Sormayı vecibe sayarlar. Nedenini bulunca o an-ı seyyalede Rableri ile vuslat bulurlar. Niye sorusuna cevap vermezlerse firak acısıyla kıvranırlar. Vuslat Hakim iledir. Aşk Hakim’edir.

Bu insanlar hikmeti Allah’tan bilirlerse müslüman olurlar. Onlara bilgeler, hakimler denilir. Hikmeti Allah’tan bilmezlerse , determinist olurlar. Her bir şeyin sebebini bilmekle o şeye hâkim olacakları vehmine düşerler. Aleme hükmetmek için alemin sırlarını keşfe çıkarlar, mahlukata sırrı söyletmek için işkence yaparlar. Sorularına buldukları cevaplar onlar Hakim’e değil enelerine yaklaştırır. Bilmenin keyfiyle sarhoş olurlar. Bir şeye cevap bulamadılar mı, Yaratıcıya isyan bayrağı çekerler. Kabul-ü adem denilen yokluğu ispat davası, küfrü bayraktar kılmış filozofları, egoları şişkin bilim adamları buradan çıkarlar. Hepsi hikmete taparlar, ancak kimi hikmeti Hakim bilir, kimi hikmeti sahipsiz bilir.

Ehli hikmetin her fiilde bir maksatlılık, bir anlam araması beyhude değildir. İnsan anlamı buldukça yol alır ve marifet ancak anlamı bulmakla elde edilir. Bu yüzden niye sorusu ehli hikmet için bir marifet anahtarıdır.Cevap verebilseler de, veremeseler de, bu sorunun sorulmasını elzem görürler. Kemale ‘niye’ demeden gidilemez, zira kemal marifettir, Allah bizi kendimizi, kendisini ve alemi anlayalım, bilelim diye yarattı. En yüksek gaye budur ve ona ‘niye’ demeden erişilemez.

Hikmet ehli doğru söyler, ama bu eksik bir doğrudur. Zira insan her zaman sorusuna cevap bulamaz, bazı soruların cevapları hayatın ileriki safhalarında, bazıları ahirette elde edilir. O zaman ‘niye’de ısrar ve acele edilirse belki ehli felsefenin vartalarına düşmek ihtimali var. Maazallah.

Kudret ülkesinin sakinlerinin de, hikmet ülkesinin sakinlerinin de eksik bilgiye ve eksik yönteme sahip olduklarını söyledik. Kemal, kudret ve hikmetin ittifakındadır. İnsan dengede bulunmak ile emredilmişse, bu ikisi arasında bir yol tutacaktır. Zihninin, müfekkire gücünün ‘niye’ ile çalıştığını bilecek, ve bunu devre dışı bırakmayarak daha hızla yol alacaktır. Ancak zihnin işlevsiz kaldığı durumlarda da teslim olabilmek için kudrete imanı, mülkün sahibine saygısı olmalıdır. Öyle ya Allah her şeyi bir nedenle yapar, ancak her seferinde nedenini bize söylemek zorunda değildir. Bu insanın kulluk sınırının çizildiği, kendinde ilim ile verili ilimin ayrıştığı noktadır.

Bazen sorularımıza cevap verilmeyişi bizim cevaplara mı Ona mı iman ettiğimizin sınanmasıdır. Kudrete iman hikmetin insanda bir uluhiyet vehmi yaratmasına engeldir. Hikmete iman ise insanı keyfi davranmaktan, zorba olmaktan, aklını âtıl bırakmaktan alıkoyar. Ancak o zaman yoldan çıkmaz, ve Allah’tan ayrı kalmaz. Zira Allah hem Kadir’dir hem de Hakim’dir. İnsan bir Kadir-i Hakim’e kulluk ederse, hikmet kapıyı açmadığında kudrete, kudret kapıyı açmadığında ise hikmete müracaat eder. Bu ikisinin birden kapıyı kapaması sünnetullaha terstir.

Niye sorusu kimilerince tehlikeli görülür. Kısmen doğru kısmen yanlış. Bazıları kudret ülkesinde fazlaca ikamet eder ve bu soruyu tehlikeli bulmaya başlarlar. Herşeyin öylece kabul edilmesini doğru bir iman ve teslimiyet olarak görürler. İsevilerin imanı böyle bir imandı, onlar Kadir isminin arşında oturan Hz. İsa’ya müntesiplerdi. İslam kelamcıları da kudret merkezli düşündüler ve kimi soruları tehlikeli buldular.Bir diğer savrulma ise Yahudilerin ve İslam filozoflarının savrulması olmalı, onlar da her şeyi nedensellikle açıklayacaklarını düşündüler ve kudrete, mucizeye, keramete, keşfin bilgisine, aklın kavrayamadıklarına hiç açık kapı bırakmadılar. Hepsi “niye” sorusuna kilitlendiler. Lehte ya da alehte.

Kanaatimce bu iki ülkeyi birleştirmenin en güzel yolunu yine meleklerden öğreniyoruz. Onlar kudret ehli gibi “Subhaneke la ilme lena” dediler, “Bizim bir bilgimiz yok, seni takdis ederiz, bilgi senindir, bizim onunla alakamız yoktur” tesbih ile bilginin tenzihi makamını vurguladılar. Bilgiyi Ona has kıldılar. Sonra “İlla ma allemtena” dediler. “Ancak bize öğrettiklerin dışında”. Teşbih ettiler ve bilginin kendilerinde bulunan kısmını itiraf ettiler. O kısım hikmeti gösteriyordu. Bu yüzden ‘niye’ sorusunu sordular, ve edepsizlik etmiş de olmadılar. Bu sayede kendilerinde olmayan bir bilgiye Adem’in bildirmesi vesilesiyle sahip oldular. Bakınız ‘niye’ sorusu ne kadar işlevsel…

İsyanın tehlikeli arazisi, hikmetin münbit toprağı, ‘Niye’ sorusudur. Bir şeyi menfi kullanınca çok tehlikeli olması, müsbet kullanınca çok verimli olacağı anlamına da gelir. Nükleer enerji gibi. Niye sorusu sormadan isyan edilmez, ama niye sorusunu yasaklarsanız hikmet de elde edilmez. Öyleyse mesele, sorunun soruluş zeminidir, sorulması değil. ‘Tasvir-i iddia ile yetinmemek bürhan istemek’ tam da budur. Niye, bürhan istemenin, hikmet talebinin sorusudur.

Niye, marifet anahtarıdır. Kanaatimce niye anahtarının işlemediği tek kapı, muhabbet kapısıdır. Muhabbetin niyesi olmaz. Hasılı, tehlikeli kelime yoktur. Tehlikeli nazar vardır. Nazar, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Nazarınızı değiştirince tehlikeli olanın münbit olana dönüştüğünü, Allah’ın ‘niye’ soru kelimesini boşuboşuna yaratmadığını, akıllarımıza da boşuna koymadığını göreceksiniz. Öyle ya, vermek istemeseydi, istemek vermezdi, cevaplamak istemeseydi, soru da soramazdık…

Kadir-i Hakîm’e hamd-ü senâlar olsun.

  25.04.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut