SATIRLARDAN SADIRLARA TAŞINAN CENNET

Mona İslam

Önce söz vardı.
Hala sözden değerli bir şey yok.


BAZEN İNSANIN HAYATINDA her ilişki anlamını yitiriyor. Hissizleşiyor insan. Kırık sonrası acil hissizlik gibi. Gelecek büyük acıdan önce bir dinlenme payı, bir şok molası. Böyle zamanlarda hayatımda anlamını yitirmeyen tek şeye bakıyorum. O benim gaye-i hayalim. O benim hakikatle rabıtam. Herşey yok olup gittiğinde baki kalan yüz. Derslerim. Biliyorum ki şu hayatta okuduğum ve yazdığım şeyler dışında hiçbir şeyim yok benim. O yüzden gurub edenler gurub ettiğinde daha bir sıkı sarılıyorum elimdeki kağıt tomarlarına. Her halde hiç fasılasız yaptığım ve asla terk etmediğim tek şey bu. Sabit noktam. Yaşadığımın alameti. Kayyumiyyet tecellim. Kaleme, kağıda, satırların yazdıklarına, zihinlerin açtıklarına, hikmetin ışığına sevdalıyım ben.

Biliyorum ki benim bu dünyadaki cennetim ne aile, ne arkadaşlar, benim cennetim kitaplar. Bazen kıyamete kadar okuyacağım kitaplarla dolu bir kütüphane düşlüyorum berzahımda. Belki düş, belki gerçek, rüyamda da görmüştüm bir kere. Berzahtaydım, bir kitaplıktaydım, bir kitap çekti beni, heyecanla aldım, açtım. O da ne! Sayfaları mücevherler gibi ışıldıyor. İçinde, dilini bilmediğim bir güzel yazı. Kütüphane görevlisi melek “O Davud’un Zebur’udur” dedi. “Bir gün okuyacaksın.” O günü bekliyorum hala. Mezmurlar yüreğimdeki her yarayı silip süpürecek ve ben sesime karşılık bir ses yankısı bulacağım. İlahi bir ses. Heybetli dağlardan gelecek. Beni bulacak bir ses.

Sesime karşılık bir ses. Tüm emelim…

Mümin’in her hali kazançtır. Onun kaybı yoktur. Allah’ın ianesi yardımı onunladır. İane, kazansa da, kaybetse de, yardım görmenin adı. Her namazda “İyyake nestain” diyerek istediğimiz şey. Hem galip hem mağlubken kazanma sırrı. Madem ki Allah ile rabıtan vardır, kaybetsen de kazansan da kazanırsın. Allah ile rabıtan yoksa,yazık ki, kazansan da kaybetsen de kaybedersin. Müstean hep seninledir. Nimette de külfette de O bizimle beraber. O varken ne kaybedebilirsin ki?

Müstean ismini anınca Yakub (as)’ı anmamak mümkün mü? Yusuf’u kaybolduğunda o Müstean ismine sığınmıştı. O kaybederken de kazanmıştı. Kaybedilen Yusuf bile olsa, dökülen, gözleri kör eden bir gözyaşı bile olsa, keder kalbin gayra alakasını kesip atsa, madem ki Müstean vardır, o halde insan sureta kaybetse de, kazanmaktadır.

Allah bize soracak, “Ben seninleydim ya sen kiminleydin?” Allah’ı sevmek bir iddiadır. Her iddia bir kanıt ister. Hatırlayın Sebe melikesi ne demişti: “Bir sultan bir memlekete girdi mi, o memleketin ahalisinin yüksek tabakasını aşağı, aşağı tabakasını da yüksek kılar.” (Neml 34) Melike akıllı bir kadındı. Ölçtü biçti. O Süleyman’dan gelen hakikati aldı, tahtını verdi. Sonra Süleyman da taht da onun oldu. Onun için olsa da olmasa da birdi. Hakikatten daha fazla ne kar elde edebilir ki insan. Allah gerisini verdiyse lütfundan verdi.

Allah’ın kalbe girişi de böyledir. İnsanın bütün değer yargılarını alt üst eder. Etrafını boşaltır. Böyle insan cananın yolunda, iyiden de kötüden de kurtulur. Artık ona ha iyi demişler ha kötü. Ne fark eder. Kalbine Nebi’nin mektubunu getiren Hüdhüd gelince, sen de tacını tahtını bırak, sevenlerin sevmesini, kınayanların kınamasını bırak, eşyadan sahip olduklarını bırak,hemen çık yola, Süleyman’ın diyarına var.Oraya varınca sakınarak eteklerini topla, parmaklarının ucuna bas ve sudan korkma. Ünsiyet ettiğin tacı da, tahtı da, aynıyla değil, misliyle orda bulacaksın.

Yalnız, tahtı bulmak için çıkmamalısın. Zira Süleyman’ı kandıramazsın. Gönlün sadece nebiyi aramalı, ruhun sadece Hüdhüd’ün peşinden uçmalı. Onu buldun mu? Gayrı olsa da olmasa da kalbin mutmain olmalı.

Şair gibi “Cânıma bir merhaba sundu ezelden çeşm-i yâr, öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim” demelisin.

Biz varlığımızı kendimize ait sanıyoruz. Onun üzerine verilen sıfatlara, nimetlere şükrediyoruz. Oysa varlıktan daha büyük bir nimet yok. Varlığa şükredemeyen daha küçüğüne nasıl şükretsin? Bir cadıdan aldım bu dersi. Cadı benden iyi biliyordu varlığın kıymetini. Bir romanın kapakları arasında kutup ülkesinde yaşayan bu cadı, bilge biriydi. Süpürgesine bindik, kutup soğuğunda yükseldik, yükseldikçe soğuk arttı, cadı ise yarı çıplaktı. Sordum, “Üşümüyor musun? ““Varlığı hissediyorum” diye cevap verdi. “Üşümek de var olmak değil mi? Rüzgarın çarpışını hissetmezse kollarım, bacaklarım yaşadığımı nasıl anlarım?” “Ya soğuktan ölürsen?” dedim. “Öleceğim diye şimdi yaşamayı bırakmalı mıyım?” diye cevap verdi. Vay bana! Kutup cadısı kadar olamadım…

“Mansur olasın ki, muzaffer olasın.” * Allah’ın nusretine eremeyen mansur olamaz, mansur olmayana da ne kazanırsa kazansın muzaffer denilmez. Sen kapıları açanlara, müşkilleri halledenlere, zaferi elde edenlere bakma, sen fatih-i hakikiye bak.Biz kapılarda bekleşiyoruz hep, bütün yaptığımız bu. Kapıyı vuruyoruz çekinerek, yahut dilenerek. Açılırsa bayram ediyoruz.

Allah müttakileri ayaklarını altından ve başlarının üstünden rızıklandırır. Ayaklarının altından yani bedenlerinden, nefslerinden, arzdan, teşbihi olandan, başlarının üstünden yani ruhlarından, akıllarından, tenzihi olandan. Yani her ikisinden, kalplerinden besler onları. Hiçbir tokluk kalbin tokluğuna benzemez.

Fatiha’nın yetmiş manası var, biri bir yoksulun ayağına bağlanmış, biri sevgisine mukabele edeceğin bir mahbuba, biri bir hastalığın içine gizlenmiş, biri bir kaybedişin acısına, biri trafikte sabrettiğin bir adamın işitmek istemediğin sözlerine. Onları oralarda bulabilirsin, satırlarda değil.

Tevil-ül ehadis insana ancak ve ancak Yusuf gibi iffetini muhafaza ederse ve zorluklara, kıskançlıklara, ayrılıklara, iftiralara sabrederse verilir. Tevil-ül ehadis ayn-ı hikmettir. Yusuf’un bir elinde ilim, bir elinde hikmet. Hikmet insana öfke(kan) ile şehvetin(mide) arasında bir yerden bembeyaz bir süt gibi verilir. Hikmet itidaldir. Onu ne şehvetin yokluğunda, ne öfkenin yokluğunda bulursun, onu ne kanına boğulmuşken, ne de midenin peşindeyken fark edebilirsin. Onu o ikisinin hadd-i vasatında arayacaksın ki, ‘Dengeyi bozmayın!’ demek sair manalarının yanında bir de bu demektir.

Kapıların kendisine Mekke’de açıldığı, Fütuhat-ı Mekkiye müellifi diyor ki: Ay Adem makamıymış. Aya ulaşmak için insan önce doğasının boyunduruklarından kurtulmalı, kendini sınırlayabilmeli, nefs-i hayvanisini gemleyip ruhunu bir kuş gibi salıvermeliymiş. Aya ulaşanı Hz. Adem karşılarmış. O ayda oturur ve evlatlarının günahlarına ağlarmış. Oraya ulaşmak istiyorum. Böyle şefkatli bir babaya çok ihtiyacım var.

Adem günahı ve tevbeyi iyi bilir. Bu makama gelen de, adam olur, mütemadiyen günahlarını görür, onlara ağlar. Ağlamadan adam olunmaz. Tevbesiz insan olunmaz. Sonra Adem bu gözü yaşlı evladına esmayı talim eder. Ağlayanın sarıp sarmalayanı esma-i ilahidir. Esma talimi Adem babamızın vazifesidir. O bizden hiç uzak değildir. Hemen başınızı kaldırıp göğe bakın, oradan size hüzünle bakanın atanız Adem olduğunu göreceksiniz. Aya bakarken içinizi kaplayan hüznün nedenini o zaman bileceksiniz. Gözyaşlarınızı salıp kendinizi kollarına atıvereceksiniz.

İlk insan, ilk peygamber ilk yörüngede yakın semada bulunur. Bize yakındır. Mizacımıza yakındır. Fıtratımızın hakikate yakın oluşu gibi. Ahlak ve erdemin her türünün bize ünsiyet verişi gibi. Mecaz neresi ,hakikat neresi? Sembol neresi, tafsil neresi? Düşünmek göğe ulaşmak isteyenlerin vecibesi.

Ben göğe ulaşmak istiyorum. Bunun için de düşünmekten ve düşlemekten başka bir yol bilmiyorum.

Bu düşünceler benim bu dünyadaki cennetim, cennetten üzerime düşen ışık hüzmeleri. Hiçbir şey bu düşüncelerin etrafında dolaşmak kadar mutmain etmiyor beni. Hiçbir şey onlar kadar kalbimi doyurmuyor. Anlıyorum ki benim yaradılışımın sebebi bu. Benim için Rahman’ın varlık veren nefesi bu. Bunları bileyim, bunları göreyim, bunları düşüneyim diye var etti Hak beni.


* işaretli ifade Doç Dr. Ekrem Demirli’ye aittir. Yazının içinde bulunan şeylerin de bir kısmı kendisinden bize Mantık-ut Tayr okuttuğunda öğrendiklerimdir. Allah ondan razı olsun.

  11.04.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut