URFA GÜNLERİ 2

Mona İslam

BUGÜN URFA’DA ikinci günümüz. Mihmandarımız bizi bekliyor. Urfa’da onun izini takip ediyoruz. Bize gösterdiği her mekanın kendince bir ikram biçimi olduğunun farkındayız. Sevdiği ve önemsediği mekanları ikram ediyor bize. Biz de ikramı kemal-i memnuniyetle alıyoruz, baş göz üstüne kabul ediyoruz.

Bugün bizi Atatürk Barajına götürmekle başladı ikramı. Burada işler acaip işliyor, kapıdaki bekçilerle biraz sohbet etti, neredeyse akraba çıkacaklardı, bizi içeriye aldılar. İlk kez bir baraj görüyorum. Bu baraj bu bölgeye bereket getirmiş. Fırat’ın rengi muhteşem. Gözümün gördüğü düpedüz bir su şöleni. Şimdiye dek gördüğüm nehirlerden bir de Neretva’nın rengi böyle güzeldi.(Bosna-Hersek’te) Ancak Fırat daha heybetli. Celal içinde bir cemal sanki. Baraj gölü Türkiye’nin ikinci büyük gölüymüş, Tuz gölü kurudu ya…

Buradan yolumuz Halfeti’ye. Halfeti baraj yapımından sonra sular altında kalmış bir kasaba. Yakınlarda Birecik var, Fırat’ın iki yakasını birleştiren ilk köprü Birecik’teymiş. Ama oraya gitmiyoruz, uzaktan siluetini görüyoruz. Yolumuz Halfeti’ye. Halfeti’nin Hasankeyif’ten farkı buranın tarihi bir yer olmaması. Ancak suyun seviyesi kıyıda evvelce bulunan bir camiyi tamamen içine alacak ve minaresini yarılayacak kadar yükselmiş. İşte Fırat’ın celalinin bir izi. Bir tekneye biniyoruz. Nehir boyu tekneyle seyahat edecek, ve kasabayı sudan bakarak göreceğiz.

Kasaba sağ yamaçta Mardin evlerini andırır bir tarzda bir tepeye doğru yükseliyor. Solda dağlar var, renkleri suyla harikulade bir kontrast yapıyor. Nehir daralıyor, genişliyor, ikiye ayrılıyor. Bazen bir kanyon gibi dağlar başınızın üstüne doğru eğiliyor. Sanki az ileride bir fantastik öykü gibi Elf diyarına çıkacağız. Solda enteresan bir yapı dikkatimi çekiyor. Doğal olmayacak biçimde kesilmiş dağ yamacı, üstte yıkık dökük bir kale var. Rum kalesi diyorlar. Söylenen doğruysa Yuhanna incili burada yazılıp çoğaltılmış. Tüm Anadolu’ya hatta tüm dünyaya buradan yayılmış. Kale hakikaten de hristiyan ruhaniliğini yansıtır mahiyette, insanlardan uzak, nehre yakın, sarp bir yamaçta, öyle herkes kolayca çıkamaz. Ruhbanlığın herkesin harcı olmadığını yansıtır gibi.

Seyahat etmek marifetin yollarından biri. Böyle bakarsanız bir ibadet biçimi üstelik. Elbette amacınız Onu aramak olmalı. Bulunduğunuz şehirde ülfetten bir perde çekilmişse Sevgili’nin yüzüne, bir başka mekana gidip bir de oradan bakmalısınız Onun Cemaline. Yahut Celaline…

Tekne yanaşıyor, kızım düşecek diye endişe ederek, elini tutarak dikkatle çıkıyorum bir iskeleye. Burası bir çay bahçesi, aslında küçük bir balkon gibi. Ahşap bir iskele, suyla beraber hafif hafif sallanıyor, getirdikleri çay mı çok güzel, yoksa soğuktan mı bana öyle geliyor. Beyamca kömür ateşinde demlenen çay böyle olur hanımkızım diyor. Dünyanın kuytu bir köşesine saklanmış gibi, bir masal kitabının içine sığınmış gibiyim şimdi. Avuçlarımda tutuyorum sıcacık çayı, gözlerimi mavinin sükunetine salıyorum, sırtımı dağın yamacına dayıyorum. Celalin gölgesinde dinlenmek neymiş biraz hissediyorum.*Bu an bitmesin istiyorum. Elhamdülillah diyor ve beka bulmasını ümit ediyorum.

Sevgili arayışımı boş çevirmiyor. O ne zaman elimi açtım da boş çevirdi ki…

Dönüş yolu da bir o kadar keyifli geçiyor. Şiddetli soğuk nehri üzerinde daha da şiddetleniyor. Benim soğuğa duyarlı tabiatım bile bu güzellik karşısında teknenin kamarasına girmek istemiyor. Hayır, burada kalacağım, ertesi gün hasta olsam da, bu güzelliğe değer. Yaşamın celaliyle, cemaliyle, ürpertisiyle, neşesiyle, soğuğuyla sıcağıyla tadılacak bir şey olduğunu anlıyorum. Burada kalbimi buluyorum.

Tekrar arabadayız, ısınıyoruz çok şükür. Yolda hep fıstık ağaçları. Cüneyt Bey bize yaz sonunda gelseniz onları pembe pembe görürsünüz, görmeye değer diyor. Hayal ediyorum, kilometrelerce pembe ağaçlar, pamuk şekeri gibi. Gülümsüyorum keyifli keyifli…

Şehre geldik, Eyyubiye mahallesindeyiz. Burası Eyyub peygamberin yaşadığı, inzivaya çekildiği söylenen yer. Bir cami ve bir de çilehane dedikleri mağara var burada. Yer altında bir mekan, girip dua ediyoruz. Çok duramıyorum. Yer altındaki mekanlar bana fenalık getiriyor. Bunu bir kere de Bosna’da Tünel’de yaşadım. Ya yer altında oluşlarından, ya da bir çileyi bir zorluğu içlerinde enerji olarak taşımalarından kaynaklanıyor. O enerji bana ulaşıyor. Boğazımı sıkıyor. Benim beş dakika duramadığım mekanda nasıl onca zaman durdu Eyyub peygamber. Allah’ım kabzından bastına sığınıyorum. Çıkışta bir kuyu var. Ona bağlı bir de çeşme yapmışlar. Eyyub as niyazına “Topuğunu yere vur” diye karşılık alınca, topuğunu vurduğu yerden fışkıran su bu. Şifa niyetine suya dokunuyorum, ellerimi yıkıyorum. Yüzüme sürüyorum. Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. İşte zorluk mağarası, işte kolaylık çeşmesi. İşte kabz, işte bast. Bir bahçeye sıkıştırılmış hayatın özeti gibi.

Yolumuz Urfa çarşısına ve Halil-ür Rahman Camii’ne. Burası Urfa’nın kalbi. Balıklı göl de burada. Makam-ı İbrahim’e giriyoruz. Dua ediyoruz. Sonra mihmandarımız eşime, “Yengenin Üstadı şu karşıda” diyor. Yürüyorum. “Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said’den yetmiş dokuz emvat baasam alama. Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş…” ibaresiyle Üstadımın kabrine varıyorum. Eşim kızımı da alıp uzaklaşıyor, beni Üstadımın başında yalnız bırakıyor. Onlar balıklara yem atmaya gidiyorlar. Sevdiğimle baş başa kalıyorum. Hissediyorum burası bir makam, onun mübarek bedeni burada olmasa da burayla bir rabıtası var. Onun varlığını hissediyorum. Gözyaşlarım babamı bulmuşum gibi akmaya başlıyor. İbnül Arabi’nin “Ey ruhlardaki babamız…” hitabı gibi ruhumun aziz ve müşfik babasına yöneliyorum.

Burası cami avlusunun kalabalıklığına rağmen bomboş, kimse Bediüzzaman’ın kabri ile ilgilenmiyor. Kabri diyorum, çünkü o buraya İbrahim as’ın yanıbaşına, ayakucuna gömülmek istemişti. Onun “mesleğimiz haliliyye olduğundan meşrebimiz hıllettir” sözleri zihnime geliyor. La uhibbul afiliyn bahsini anlatışı. Hz. İbrahim’in izi üzere ismi Rahim’den payını düşünüyorum. Sonra zulmen buradan çıkarılışını, rahat bırakılmayışını. Sonra bildiğim en güzel sevgi sözcüklerini mırıldanıyorum ona. Gözümün önüne rüyalarımdaki ışıldayan sureti geliyor. Dizi dibine çöküşümü hatırlıyorum. “Sen rahmetin bu zamandaki gözesi değil misin?” deyişimi, bana gülümseyişini. Onun himmetiyle sevdiklerimi de hatırlıyorum sonra, insan böyle anlarda kalbine kazılı olan neyse sadece onu hatırlıyor, onlara da dua ediyorum buradan. Onlar için kemal diliyorum. Bildiğim en güzel şey bu…

Burası Urfa gezimin zirve noktası. Öyle doldum ki, daha Urfa’nın bana verecek hiç birşeyi yok. Yahut bende alacak yer kalmadı. Kabım küçük, doldu taştı. Bunlar o taşmanın izleri. Ancak misafir olduğumuz evleri Ömer Bey ve ailesini, Meryem Hanım’ın çiğköftesini, küçük Muhammed’i ve bana rüyasını anlatışını, istediği renkli güzel kitapları, Cüneyt Bey’in annesi Harika hanım’ın Borani’sini Lebeni’sini, Arap dolmasını, Künefe’sini anmamak ayıp olur. Ziyaret ettiğimiz İmam Ali Bey’i ve yönettiği aşevini, oraya gelen yoksul kadınları ve çocukları da zikretmemek ayıp olur. Hasta olmasına rağmen bizimle gezen, bize bölgenin tarihi ve özellikle tasavvufi arka planı ile ilgili bilgi veren, kendisinin de benim gibi fizik okuduğunu öğrendiğim Mehmet Bey’i de anmamak olmaz.

Bana “Urfa’nın en çok nesini sevdiniz?” dediler. “İnsanlarını” dedim. Toprağın altında ve üstünde bulunan insanları…

  17.03.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut