ZAHİTLİK VE ARİFLİK ARASINDA NE KADAR YOL VAR?

Mona İslam

DERSTEYİM. ZAHİTLİĞİ anlatıyor hoca. Züht tasavvufta ilk basamak. Bir şeye değer vermemek, ya da en azından onu yetersiz görmek anlamına geliyor züht. Zahitler, dünyaya ve içindekilere değer vermeyen insanlar. Buna insanları da dahil ediyorlar, zira onlar da dünyanın içinde. Bu değersizler arasına bilgi de katılıyor. Zahit ilme de değer vermiyor. Ameline de. Zahide göre hiç biri bizimle öte tarafa gelmiyor. Hiç biri üzerine bir şey bina edilmeye kabil değil. Kısmen doğru.

Zahitler dünyanın fenaya bakan yüzünü görüyorlar da ondan. Dünya bu yüzüyle alakaya değmiyor.

Biz ne zengin ne fakir olmakla mutlu oluruz. Biri yanımızda olsun ya da olmasın mutluluğa eşit uzaklıktayız. Eşyanın yaklaşması ya da uzaklaşması, elde edilmesi veya edilmemesi, insan için saadet imkanını değiştirmez. Eşyanın saadet denkleminde yeri yoktur. İnsan olması bakımından insan için mal, mülk, makam, kariyer, sosyal statü, şöhret, eş, dost, akraba, kadın ya da erkek olma durumları arızîdir. Onu mutmain etmez. Sadece oyalar. Dünya bu yüzden oyalanma yeridir. Zahit oyalanmak istemez. Zahit şöyle düşünür, “Biz Allah’tan gelirken her şeyi yolda bulduk, Ona dönerken de her şeyi yolda bırakacağız.” Madem öyle, yola çıkmak gerek. Yola çıkarken hafif olmak gerek. Ağırlıkları atmak gerek.

“Bir şeyin varlığıyla yokluğu nazarında müsavi değilse, nakıssın evladım” tam da bir zahit sözü.

Zahitlik sarp yokuşu tırmanmada ilk dönemeç. Zahit olmadan daha üst makamlara erilemez. Önce “la” diyebilmek gerek. Sonra “illa” gelecek. Gözümün önüne bir zahit figürü geliyor. Gülümsüyor ve ona bir selam veriyorum. Söylediklerimi beğenmiyor. Ama hakkın hatırı âli, hiçbir hatıra değişilmiyor.

Sonra hocaya soruyorum, “Hocam bu işte bir yanlışlık yok mu? Konevi, ilim bizimle öte tarafa gelir, çünkü kalbimizdedir, kalbimizde ne varsa onu götürürüz” diyor. Doğru diyor hoca. Bilgi kalbine girdiyse, yani senin olduysa, hatta sen olduysa, seninle gelir.” Bu doğrultuda düşünmeye çalışıyorum. Bilginin ben olması ne demek? Onunla hayata bakmak demek, yakîn demek, burak demek. O zaman o seninle gelmekle kalmaz, sana hızla yol aldıran da bir şey olur. Bu, sen olan her şey için geçerlidir. Bir amel nasıl sen olur? Onu ihlasla, samimiyetle yaparsan, sende hulk haline gelirse, meleke haline dönüşürse, senin ayrılmaz bir parçan olur, seninle gelir. “Sâlihâtun bâkiyyât” ayetini hatırlıyorum. Baki olan salih olanlardır, salih insan salih davranış, salih huy, salih bilgi.

Allah’tan öğrendiklerimi, bildiklerimi ben kılmasını, beni onlarla dönüştürmesini, yani yakîn sahibi olmayı istiyorum. Bunun için gerekirse bedel de öderim. Ama gerekmesin lütfen!

Sonra sevdiğimiz bir insanın içimize nasıl işlediğini düşünüyorum. Eline diken batsa canımızın yandığı, acımız içinde bile onun düştüğü daha hafif bir zorluğa sıkılışımızı, takdir etse de etmese de onun için Rabbe yakarışımızı, mutluluğuna neşelenişimizi, sahip olduklarına sanki bizimmiş gibi gülümseyişimizi tasavvur ediyorum. Bir insanı içimize işleten nedir ki? Aşk. Sevdiklerimiz nereye gitsek bizimle geliyor. Kalbimizden ayrılmaları mümkün değil ki? Onları bizden ayırabilecek iksir Azrail’in elinde bile yok.

İnsan sınanır, ve sevgisi bu sınavlardan geçebilirse aşk adını alır, baki olan salihler arasına iltihak eder. Kalırsa, ona aşk demezler, arzu derler, tutku derler, meyl derler, hatta şehvet derler. Ne derlerse derler. Ama umumun zannettiği gibi ona aşk demezler.

Bir varlıkta bir veya birkaç ismi gördüğünüzde ona meyl ediyorsunuz. Ancak o size yetmiyor, eksik geliyor, çünkü onda tüm isimleri müşahede etmediniz. Bir varlıkta tüm isimleri birden müşahede ettiğinizde buna zât tecellisi deniyor, ve bu aşk hasıl ediyor. Zât tecellisi sadece insanda var, zira sadece insan bir zât. Ancak her insanın zâtını sevmiyoruz, kimi insanların sıfatlarını, isimlerini seviyoruz, zâtı sevme ancak aşkta mümkün oluyor.

“Bir şey zâtı itibariyle bir şeyi gerektirirse o şey zâtla beraber bâkidir” sözüyle İbnül Arabi aklıma düşüyor. Zât tecellisini gördüğümüz, ve bütün zâtımızla yöneldiğimiz şey bizimle geliyor, yani bâki oluyor.

Yine içimde kaybolmuşken hocanın sesiyle irkiliyorum. Enfüste kaybolmamak için bir dış sese, dışarda kaybolmamak için bir iç sese ne kadar muhtacız. Efendimiz de enfüs ağır basınca “Konuş benimle Aişe” derdi ya, afak ağır basınca da “ Bilal ezan oku da bizi ferahlandır” derdi. Enfüs namaz, afak Aişe, ne güzel bir peygamber. Biri tenzihi biri teşbihi iki sevda.

“Arif eşyanın ardındaki Hakk’ı görür, bu yüzden eşya arif için değerlidir”

Arif ‘illallah’ diyen adam. Yüzünü nereye çevirse Allah’ı gören adam. Yokuşu tırmanırken yanındakileri bırakmak değil, bilakis onlara hizmet ettikçe, onlarla temas ettikçe yolda ilerlediğinin farkına varmak gerek. Yoldakiler onun için bazen sabredilen bir insan, bazen hizmet edilen bir hasta, bazen fedakarca yönelinen bir muhtaç. Yoldakiler Allah’tan birer tecelli, her birinde Allah isminin içinden bir isim zahir. Her biri paha biçilmez değerde. Terki bırakın onlara illa diye yapışmak gerek. Kuşkusuz Allah’tan bir gölge olduklarını bilerek.

Hele bütün resmi bir tek insanda göremediyseniz, parça parça onu alemde görmeye mecbursunuz. O derece yakın olmadığınız insanlara ve onlarda tecelli eden parçalara bakmalı, onlarla hemhal olmalı, parçaları bir puzzle gibi itinayla toplamalısınız. Onlardan bir desen ortaya çıkacak, ve siz sonunda kısmetse Sevgili’nin yüzünü göreceksiniz.

O kadar uğraşmasın diye bazı talihlilere aşk gönderilir. Aşıksanız Sevgilinin yüzünü peyderpey değil, birden, tek bir cilvede göreceksiniz. Taşıyabilecek misiniz? Aşkın yanında irfan da varsa, taşırsınız.

Zahit dünyadan tiksinerek uzak duran adam. Ama kendi de dünya bunun farkında mı? Arif ise başını okşayarak dünyaya dönen adam. Dünyayı bir imkan bilen, ve kendinin dünyaya dünyanın da kendine ihtiyacını hisseden adam. Arif kendi gözlerini söküp atan, Onun gözleriyle kendine bakan adam.

Konevi’nin bir sözünü hatırlıyorum, “Filozoflar maddenin ruhun gelişimindeki muazzam etkisinin farkına varamadılar” Yani maddeyi perde sandılar, onun ruha açılan bir pencere olduğunu fark edemediler. Zahitler de öyle. Benzer şekilde eşya da Hakk’a perde değil pencereydi. Bilemediler. Kimi pencere kısmen görüntü verdi, kimi parçayı gösterdi, kimi pencere tam karşıya geldi, manzarayı tam gösterdi. O zaman insan o pencerenin önünden ayrılamadı, buna da aşk dedi.

Tüm pencereler değerliydi.

Aslında dışarıdan hiçbir şey öğrenmiyoruz biz. Dışarıdaki bir şey bizdeki bir şeyi tetikliyor sadece, bir kıvılcım bizi tutuşturuyor. Bir ışık düşüyor üstümüze mesela. Bu sayede biz okuyoruz. Neyi? Elbette kendi kitabımızı. “İkra kitabik ve kefa binefsikel yevm” ayeti geliyor hatırıma. Biz bu ayeti hep ahirete müteallik okuruz değil mi? Oysa “el yevm” bugün demek. Şöyle diyor Allah “Oku kitabını, bugün kendi kendine yetersin.” İnsanın kendi kendine yeter olması, akla hayale gelir gibi değil. En azından benim için öyle. Bu da kemalden ne kadar uzak olduğumu gösteriyor, kitabımı ne kadar az okuyabildiğimi. Zira Allah neden sonuç ilişkisini kurmuş, apaçık söylüyor, “kendi kitabını okuduğunda, kendine yeteceksin.”Bütün iş kendi kitabını okumakta demek. Bizim tüm okumalarımız, tüm derslerimiz, tüm yaşantımız, tüm ibadetlerimiz bunun için. Kendi kitabını okumak. Böylece nefsini ve hasılı Rabbini bilmek.

Dışarıdaki her şey kendi kitabımızı okumamız için birer vesile. Bir kitabımız olmasa, bilgi içimizde bulunmasa, onlar bize laf-ı güzaf. Onlar olmayınca da kitabın kapakları kapalı. Kitap içinde kitap, kitabun meknun, saklı kitap. O biziz. Bilsek, o zaman arifiz.

Zühtten irfana bir yol var. Marifet belki de insanın varlığa düşen Nur’u fark edişiyle başlıyor. Onların aslında karanlık olmadıklarını, adem yahut abes olmadıklarını, perde değil pencere olduklarını fark edişle. Değeri sezişle. Varlığın değerini, kendinin değerini. Zaten zahidin açmazı da bu, dünyayı nasıl terk edeceksin, onun üzerinde yaşıyorsun. Hatta dünya bizzat sensin. O halde bu işi değersizlikle çözemezsin. Hakk’ın bilineyim diye murad ettiği alametleri gözardı edemezsin. Bunlara, kendine anlamsız harfler, karışık çizgiler diyemezsin. Oku, oku, Cebrail seni de sıkıyor bak oku!

Yolda gönlü kıracaklar da olacak,kabzdan sıkılacaklar da ama onlara da bir müjde var. “Ben gönlü kırıklarla beraberim”(Hadis-i Kutsi) O zaman incinmeyeceksin, yahut incineceksin de incindiğinde Rabbin sana “ben” diyerek Zât’ıyla yaklaştığı için, gözyaşın dinecek. Belki, gözyaşını o silecek. Deseni kendinde göreceksin. Rabbini kendi yüzünde, kendi gözlerinde. Bir lem’a da olsa parlayan, bir anlık da olsa peçenin kalkışı, o cilve sana beklemek için yetecek. O zaman aceleciliğinle arzuların üzerine perde örtmeyeceksin. Bekleyeceksin, çünkü o da seninle bekleyecek. O zaman şikayetlerinle ibret nazarını gölgelemeyeceksin. O zaman merhamet edecek ama merhamet beklemeyeceksin. Arif olacaksın. Nefsine, Allah’a. Hemen mi? Hayır! Aşk defi de olsa irfan tedrici. Yavaş yavaş sökeceksin okumayı. Aşk gücün olacak, yakıtın. Ne demişti Üstad’ın “Sen bir parça Frenkçe okumuşsun, bu İslam yazılarını okuyamıyorsun.” Korkma, yavaş yavaş söküyorsun. Anladıkça tadına doyamıyorsun.

O zaman Allah ile eşyayı, Allah ile insanı ayırmamayı öğreneceksin.

  21.02.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut