BİR ŞEYE TÜM VARLIĞIYLA YÖNELMEK: AŞK YA DA İHLAS

Mona İslam

DERSTEYİM. “Efendimiz (sav) bir şeye yöneldiğinde tüm varlığıyla yönelirdi.” hadisinden söz ediliyor. Konevi’nin Kırk Hadis Şerhi’nde okuduğum “Allah da öyledir.” kısmını aklımdan geçiriyorum. Buradan hareketle bir ihlas ve bir nifak tarifi yapılıyor. İhlas, bir şeye bütün varlığıyla yönelmek, nifak ise bir şeye kısmen yönelirken, bir başka parçası başka bir şeyle ilgilenmek. Parçalanmışlık nifaka, bütünlük ise ihlasa denk düşüyor.

“Bir işi yapacağınızda ona tüm varlığınızla yönelin, bir parçanız geride kalırsa o işten hayır gelmez” diyor hoca. “Ya ona tümüyle yönelin, hakkını verin, ya da bırakın gitsin. Enerjinizi boşuna tüketmeyin.” Kendi hayatıma bakıyorum, bölünmüşlüklerime, ve her bölünüşte içimde hasıl olan sızıya. Nifak bir acıyı doğuruyor, orası şüphe götürmez. Bir şeye tümüyle yönelmediğinizde o iş size angarya oluyor. Sorumluluk duygusuyla kendinizi sürükleseniz de, ileri derecede bir verim alamıyorsunuz. Öylesine yapılıyor, öylesine yaşanıyor her şey. Akılda hayalde bin tür mesele. Suçu kimsede aramayın. İhlasınız tam değil, ondan. Hakkalyakin biliyorum.

Akşam eve geldiğimde ne tevafuk ki, Fütuhat sayfalarında benzer bir mesele beni karşılıyor. İbn’ül Arabi şehveti bakın nasıl tanımlıyor: “ Şehvet, şehvet nesnesinin yüksekliğiyle yükselirken, düşüklüğü nedeniyle alçalan nefsin bir aracıdır. Şehvet, haz almaya elverişli şeylerden haz alma(iltizaz) iradesidir. Haz ise iki türlüdür: doğal ve ruhani hazlar. Tikel nefs, doğadan doğmuştur ve doğa onun annesi, ilahi ruh ise onun babasıdır.”

Burada şehvetin talep edilen herşeyi içeren bir kavram olduğunu, anlamın daraltmadan anlaşılması gerektiğini hatırlıyorum. İnsanın ilme de şehveti bulunuyor ki bu ruhsal hazlar kategorisine dahil. Yeme içmeye ve karşı cinse de şehvet oluyor ki bu doğal bir haz. Mal ve mülke, liderliğe, kariyere de şehveti oluyor ki bu da nefsani haz. Örnekleri çoğaltabiliriz.

İnsan ruhtan bedenden ve onların çocuğu olan nefsten kaynaklanan yönelimleri ve hazları var.

İnsan bütün alemin özü olduğundan, onda alemdeki her şeye kuvvetli bir meyl duyabilecek bir istidat bulunuyor. Ancak bu meyl, her bir şeyle, bir parçamızın ilişkisi biçiminde oluyor. Mesela yemeklerle sadece midemiz, belki bir de tat alma duyumuz ilgileniyor. Diğer latifelerimiz böyle bir meylin içinde değil, ya da işe çok fazla dahil olmuyor. Güzel bir manzara gözümüzün yönelimine konu oluyor. Müzik kulağımıza hitap ediyor. İla ahir. İlgili olan her latife o şeye dalıyor. Ancak insanın diğer parçaları uyanık ve ayrık. Bu da insanın o meselede fani olmamasına, kendini yitirmemesine ayık kalmasına sebep oluyor. Alınan zevk de kısmi oluyor.

Bunu şöyle izah ediyor Şeyh:

“Alemdeki her bir şey, insanın bir parçasıdır ve dolayısıyla insan, her şeye uygun parçasıyla mukabele eder. Bu nedenle de, benzerinin dışındaki hiçbir şeye, (kendini kaybedecek kadar) aşık olamaz.”

Oysa kadın erkek ilişkisi böyle değil. Benzer denilirken bu kastediliyor. Kadın ve erkek bir nefsten yaratıldığından birbirinin benzeri. Kadın erkek ilişkisinde insan iki tür çekimin etkisine giriyor. Bir aynılık, ki bu benzer konulardan zevk alma, benzer şeyleri yapma vs gibi bizim kısmen arkadaşlık diyebileceğimiz çekim etkisi. (Bunu hemcinsimiz olan arkadaşlarımızla da yaşayabiliyoruz) Bir de midenin açlığının yiyecekle ilişkisine benzer zıtlık ilişkisi var ki, bu da dişi erkek olmaktan kaynaklanan ruhi, nefsi ve doğal çekimi sağlıyor. İbn’ül Arabi’ye göre insan bu çekim etkilerinin tamamına girdiğinde aşık oluyor ve kendini yitiriyor. Çünkü akıl, kalp, ruh, nefs, beden, hayal her bir latife bir benzerine yahut bir karşıtına rast geliyor. Hatta hem benzerine hem karşıtına. Bu insanın allak bullak olmasına, tüm latifelerinin o varlıkta dalmasına, batmasına, fani olmasına yol açıyor. Bu bütünüyle yönelme, ve insanı kendinden geçiriyor. İnsanın açıkta hiçbir parçası kalmıyor ki başka birşeyle ilgilensin. Bu da bütünsel bir haz veriyor.

Alınan haz rahmani bir peşin ödül, zira insandan istenen ve beklenen bir şey bu fani oluş. Çünkü bir şey, insanın kendisinden geçmesi olmaksızın bilinebilse bile, bu bilme hakkalyakin olmuyor. Bir şeyin ne olduğunu ben ve o ayrımı kalmadığında, o olduğunuzda,onunla ben içiçe olduğunda en iyi anlıyorsunuz. Zira insan en iyi içine daldığı şeyi biliyor.

Buna denizin kıyısında yürümek, denize elini daldırmak ve denize dalmak safhaları gibi anlamamız gerek. Denizi en iyi ona dalan biliyor. Ondaki inci ve mercanı da ancak o çıkarıyor.

İnsanın bunun ötesindeki ilişkilerinin tümü parçalı ilişki. Aşkın topladığı gibi insanı toplamıyor. İnsan en ziyade aşkta dalıyor, bu yüzden gavvasların giysisi aşk. Ona bürünüyor, dibe dalıyor ve görünmez oluyorlar.

Aşk, şevk, irade, ihlas, meyl, yönelim bunların her birinin şehvet kelimesi altında cem edilmesi. Şeyh’in yaptığı tam da bu. Bu bizim bildiğimiz anlamın dışında bir anlam. Hatta bize bildiğimiz bir şeyi bilmediğimizi de anlatan bir bakış açısı. Bilinenden yola çıkıyor ve anlamı derinleştirip genişleterek üzerinden marifetünnefs ve marifetullah elde ediyor. Buna feth’ül ibare deniliyor. Şeyh’in bu kelime üzerinde yaptığı tam da bu.

Burada Peygamberimiz’in kadınlarla olan ilişkisine değinmeden de geçmiyor İbn’ül Arabi. Onun “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve göz aydınlığım namaz” deyişini hatırımıza getiriyor. “Bakınız! Hz. Peygamber’e kendisini Rabbinden uzaklaştıracak bir şey sevdirildi mi? Hayır, yemin olsun ki hayır! Aksine ona kendisini Rabbe yaklaştıracak şeyler sevdirildi ” diyerek devam ediyor. Bize fitne diye öğretilenin, aslında bakmasını bilen için bir hablullah(Allah’ın ipi) olduğunu söylüyor.

Bunu hocamın “Sen Şeyh kadın dediğinde erkek anla!” uyarısı eşliğinde okuyorum. Böylece kadın erkek için, erkek kadın için Allah’a yakınlaştırıcı bir vesile oluyor. Bu nedenle Rasulullah kadınlara olan sevgisini “Bana Allah sevdirdi” diyerek Allah’a nispet ediyor. Zira Allah Hâdî’dir, kendisine ulaşılacak yolları O gösterir. Anlaşılan o ki karşı cinsimiz yollardan birincisidir.

Bir de şeyh kadınsız erkeği, içinde hayatı kendisine bağlı sakinleri olmayan bir eve benzetiyor. Boş ve ıssız. Uzun süre öyle kalırsa metruk ve harabe. Bana filmlerdeki her tarafı örümcek ağları sarmış perili köşkleri anımsatıyor.

Aşkta bütünüyle haz halinden söz edilemiyor, çünkü her zaman her parçanız aynı karşılığı görmeyebiliyor. Mesela seviyorsunuz, seviliyorsunuz, kalp mukabele görüyor, ancak anlamıyor ve anlaşılmıyorsunuz akıl açıkta kalıyor. Bu durumda birbirimizi seviyoruz ama anlaşamıyoruz diyorsunuz. Yahut anlaşma da sağlanıyor ama birlikte değilsiniz, bu kez beden açıkta kalıyor. Bir de sevmek ve sevilmemek var ki en beteri. Acı, bedenden akla, akıldan kalbe doğru gittikçe, derinleşiyor. Bedenin kavuşmaması bir derece hasret verirken, kalbin kavuşmaması bin derece hasret veriyor.

Sonra, “Her şeyin ardında Allah’ı gördüm” dercesine sözü Allah’a yönelmeye getiriyor Şeyh. İnsan kainatla benzerlikler taşıyor. İnsan bir başka insanla daha çok benzerlikler taşıyor. Ancak bir insan ne kadar yakın olursanız olun, o başka bir insan, başka bir ayn. Ancak insan madem ki ilahi suret üzere halk edilmiş, ona isimlerin hepsi giydirilmiş insan en çok Allah ile benzerlik taşıyor. Ve bunun tam tersi olarak insan zorunlu karşısında mümkün, nur karşısında zulümat, ilim karşısında cahil, varlık karşısında adem, diri karşısında ölü, kudretli karşısında aciz, zengin karşısında fakir oldukça iki kutuplu cazibenin etkisine giriveriyor. Bu ikili çekim insanı aşık ediyor, sarhoş ediyor ve sonunda fani ediyor.

Bütün fena deneyimleri de, büyük fena için birer alıştırmadan ibaret.

Bir insanı en nihayetinde gülen gözleriyle karşınızda görüyorsunuz. Ancak Allah sizin gören gözünüz, işiten kulağınız atan eliniz, yürüyen ayağınız oluyor. Sizinle kalbinizin arasına giriyor. Şah damarınızdan daha yakın bir yere yerleşiyor, ve her neredeyseniz sizi asla yalnız bırakmayacak biçimde sizinle oluyor. Bu derece iç içe geçmişlik, bu derece yakınlık hiçbir ilişkide bulunmuyor.

Hissedebilene ne mutlu!

Şeyh diyor ki, “Bu yüzden Hak aşıkları hiçbir şeye Allah karşısında duydukları kadar şehvet duymaz, hiçbir şeye bu kadar kuvvetle ve istekle yönelmez, hiçbir şeyden bu kadar haz almazlar.” Hiçbir şey de Ondan ayrılmanın acısına benzemiyor. Bir latifeniz bile gaflette kalsa, kıvranıyorsunuz.

Tüm bunlardan anladığım o ki, insana haz veren şey, bizatihi latifelerini tevhid etmek, bir şeye tüm varlığıyla yönelebilmek. Lezzet-i ruhani de lezzet-i nefsani de, lezzet-i cismani de buna bağlı. Biz buna lezzet-i insani de diyebiliriz. Enfüste haz, afakta cennet olarak tarif ediliyor. Aşk bunun için bir vesile oluyor. Bir cem-i himmet. Tüm varlığını bir noktaya teksif ediş. Bir tür cennete gidiş bileti. İnsandan başka aşık olan hiçbir varlık yok. Aşk, yukarıda sözünü ettiğimiz geniş manada anlaşılınca, olmazsa olmaz bir vesile, bir tutkal. Bu yüzden sufiler intisap edecek insana “Aşık oldun mu?” diye soruyorlar. “Hayır” cevabı ekseriyetle “Ol öyle gel” cevabıyla kapıdan çevrilmenize yol açıyor. Burada aşk ve ihlas kelimeleri üst üste çakışıyor. Hocam onların aslında aynı anlama geldiğini söylüyor. “Vatesimu bihablillahi cemian ve la teferreku”(Allahın ipine topluca sımsıkı sarılın ayrılmayın, parçalanmayın) ayetini okuyor. Bu bizim bir şeye bütün latifelerimizle kopmadan, ayrışmadan bir ipe tutunmamız anlamına geliyor.

“İp nedir?” diye düşünüyorum. Sanki duymuş gibi cevap veriyor. “O anda yöneldiğiniz her neyse ip odur. Sufi halin adamıdır, hal bir an, bir iş, bir kişi, bir mekandır. O anda neredeyseniz ve kimleyseniz, ve hangi işle meşgulseniz Allah’ın ipi odur. İhlasla ve aşkla sarılmanız, dünyada başka hiçbir şey yokmuşcasına enerjinizi yoğunlaştırmanız gereken odur.”

Neyi ihlasla yapıyorsak aslında o şeyi aşkla yapıyoruz. Aşkı bilmiyorsak ihlası bilmiyoruz. Bir şeyi olmazsa olmaz, onsuz yaşanamaz hale getiren bir bağ, bir nispet, bir zincir aşk. Ve zincirlerden sadece o seviliyor. Biz latifelerimizi bu zincirle birbirine bağladığımızda, parçalarımızı bu tutkalla yapıştırdığımızda hayatın gerçekte var olan deseni ortaya çıkıyor. Tıpkı parçaları tamamlanmış bir yap boz gibi. Hayat zaten bir yap boz değil mi? Kevn ve fesad alemi , yap ve boz anlamına gelmiyor mu?

İnsan aşık olunca hayatta her şey ona bu yüzden anlamlı geliyor. İhlasla ve aşkla nazar mahiyeti eşyayı böyle tebdil ediyor. Aslında perdeyi kaldırıyor ve ardında hep var olan gerçeğe bakabilmemize imkan veriyor. Uzaklarda sandığımız cennete bir pencere açıyor bize onu gösteren bir göz armağan ediyor.


Not: Fütuhat’tan alıntıladığım bölümler için Fütuhat 7. Cilt shf. 235'e ve 237'ye bakabilirsiniz.

  14.02.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut