DERDİME KULAK VERİYORUM, BAKIN NE DİYOR

Mona İslam

“Ya Rabbi bizi ehl-i derdin sohbetine mahrem et.”

Süleyman Çelebi.

FÜSUS’UL HİKEM’de anlatılanlar bütün insanlığa bir örnektir. 28 peygamberin hikayesinde her tür insana, her tür insani yöne işaret edilir. Her bir peygamber, bize sadece insanlık hakkında, kendimiz hakkında bilgi vermekle kalmaz, aynı zamanda Allah’ın bir isminin de marifetini dünyamıza taşır. Peygamberler fas ise, hikmet de o faslardaki değerli taşlardır. (Fas: Bir tek taş yüzükte bulunan pırlantayı tutan oyuk ve tırnaklar o yüzüğün fasıdır. Değerli taş o oyuğa oturur, başka türlü parmakta taşıma imkanı yoktur.) Her biri kendi renginde paha biçilmez bir serveti bize ulaştırır. Bu mirası nasıl değerlendireceğimiz bize bırakılmıştır.

Mesnevi-i Şerif’in girişini bilirsiniz. Sazlıktan koparılan kamışın ney oluşunun ve her mecliste, her üflenişinde derdini şikayet edişinin hikayesidir bidayet-i Mesnevi. Anavatanından koparılan kamış, türlü türlü işlemlerden geçirilir, bu işlemlerin her biri onun olma sürecidir, ancak sıkıntı verir. Her biri bir derttir, ah edilir. Bunlar insan hayatı içinde birinden diğerine mütemadiyen geçilen haller, zahiri dert ve sıkıntılardır. Ancak neyin esas derdi nedir? Tüm işlemlerden geçtikten sonra neyzenin dudağı kendisine değdiğinde konuşan ney ilk ne söyler? Hep ne söyler? Ayrılık…

Nereye gitse, ne yapsa dinmeyen bir sızıdır ayrılık sızısı onun için. Ne ney dertsiz yapabilir, ne dert neysiz. İnsan da öyle. Yalnız bazısı dert sahibi olmak halini beğenmez de gafletle unutmaya çalışır. İster ki ya ayrılık bitsin, ya özlem. Ya sevgili zuhur etsin, ya da sevgi bitsin. Oysa Allah’ı zıtların ceminde bilir arifler, ayrılığı bir yana sevgiyi bir yana alırlar ki kisinin arasında Hak zuhur etsin. Özlemedikçe aramazsınız, bulursanız da öyle. Oysa o aşıkın dikkatinde ve nereye baksa kendinden bir işaret görüşünde izhar eder sıfatlarını, kendini usul usul bildirir, sevgiliyi usul usul öldürür, usul usul diriltir. Ölünceye kadar bilme devam eder, bildikçe insan daha çok sever. O bilinmeyi diler. “Ben bir kulumu sevdim mi onu kendime aşık ederim, aşık ettim mi onu öldürürüm, fidye olarak da kendimi veririm” der sonra. Yanaştır iyice kulağını kalbine. İşte öyle. Duyuyor musun? Ne güzel bir alışveriş!

Demek bana lazım olan dert bu, hem sevmekten ve özlemekten vaz geçmemek, unutuşa ve gaflete batıp hissizleşmemek hem de hislerin galeyanından çarçabuk kavuşmayı istememek, sabredip bulunduğun durumda tezahür eden hakikati anlama çabasına girmek. Şu ana dek ya birine ya birine savruldum oysa, ya özlem bitsin visal olsun istedim, ya artık özlemeyeyim diye yalvarıp diledim. Hem o hem bu arasında aramalısın hakikati diyor Şeyh-i Ekber. Öyle yapmalıyım.

“Metafizik dert” diyor hocam. Ayrılık. Uzak olma. ‘Şatana’ fiili de burdan geliyor: uzak oldu, uzak düştü... Şeytan buradan türetilmiş bir kelime. Uzak olunca azapta olunuyor. Ayrılık azabın tâ kendisi. İnsan ikilikten kurtulmak, birliğe dönmek istiyor. Oysa bütün marifet çokluktan hasıl oluyor, ilim ikilikle ayrılıkla başlıyor. Hatırıma Efendimiz’in gökteki aya bakarken eşine söylediği sözler geliyor. “Bu, kıyamet günü anasının bağrına, çıktığı yere geri dönecektir.” Bir kıyamet alameti. Ancak bir ayrılığın bitişine de işaret. Bir tür müjde ay için. Ayın mutlu günü o gün. Sadaka Rasulullah. Rasul söylediyse haktır. Ay dünyaya kavuşacağı günün müjdesini, o mübarek ağızdan o gün aldı demek. Belli ki ay, bidayette yeryüzüne ait bir parçaydı, anasından ayrıldı, kavuşma gününü bekliyor. Demek ay dahi neyin iniltisinden bir seda taşıyor. Parçanın bütüne hasreti, ayın yeryüzüne hasreti, yuvaya bırakılan çocuğun annesinin geri döneceği saate hasreti, kadının bağrının sol yanından koparıldığı adama hasreti, kulun Hakk’a hasreti hep bu kabilden.

Ayın iniltisine Rasulünü müjdeci gönderen, insanınkini unutur mu hiç!

Talep, irade, muhabbet, iştiyak ve şevk her biri birbirinin yerine kullanılabilir sözcükler. Elbette aralarındaki farklar mühim. Ancak her birinde insanı harekete geçiren ortak bir enerji var. Her biri bir ateşten besleniyor. Uzaklıktan, ayrılıktan, eksiklikten kaynaklanıyor. Demek bunlar birer ateş. Yakıt gibi bize yol aldırıyor. Hz. Adem ‘in yasak ağaca yaklaşması da bu eksiklikten mütevellid. “Sana sonsuz bir mülk vaad edeyim mi?” demişti ya Şeytan(yani uzaklık). Adem o gün uzaklık hissetmeseydi, ona dokunabilir miydi şeytan vesvesesi? Eksik hissetmeseydi talep eder miydi sonsuz mülkü? Demek bizi yasak meyve dahil her şeye yönelten bu eksiklik, bu uzaklık duygusu. Adem de hilafet yolculuğuna bu ateşle çıktı, olduğu halde duramadı, bir eksiklik duygusu onu dürttü. Çünkü o yola çıkmalıydı. Biz de atamız gibi Hak ‘tamam’ deyinceye kadar yol alıyoruz, O’na yakın oluncaya kadar ağlıyoruz.

Ayın sufilerce makam-ı Adem telakki edilmesi de bir başka nüans olsa gerek. Bir ayrılık ve kavuşma hikayesi de burada var çünkü. Mısrî’ye “Derdim bana derman imiş” dedirten de aynı sır. Dert sahibi olmak, yol almaya sebep oluyor, derdi olan ancak bir şey arıyor. Arayış, talep kulluğun özü. İnsan ararken öğreniyor. Beden kafesinde ruh kuşunun yola çıkma, yol alma arzusu. Feridddin Attar’ın kuşlarının betimlediği gibi. Aramak yaşamın özü. Metafizik dert bize derman.

Eyyub peygamberi anlatıyor hocam. Hocanın varlığı da hayatıma inmiş bir müjde. Düştüğümde ve kalkamayacağım sandığımda uzanan rahmet eli. Uzaklığımdan perişan, yaklaşmaya umudu yitirmiş haldeyken ummadık yerden fışkıran bir pınar. Diyor ki, “Eyyub peygamber bir arayışın hikayesidir”. “İnni messeniyeş şeytan” deyişine vurgu yapıyor. “Şeytan bana dokundu”. Bunun ‘uzaklık’ olduğunu belirtiyor. Hz. Eyyub ney gibi, maldan ve evlattan oluşuna, sağlığını yitirişine, çektiği sıkıntıya değil, temelde ayrılığa ah ediyor. Dilerseniz siz buna, ‘maldan ayrılmak, evlattan ayrılmak, sıhhatten ayrılmak’ deyin, ancak bunların her biri birer tecelli. Öyleyse her bir tecellide bir mazharın gurub edişi bir ayrılığa işaret. Ayrılık, batında isimlerin bir bir veda edişi. Özde ise her bir tecellinin gurubu, her bir isimden ayrılış, zat-ı ilahiden uzak düşüşü hatırlatıyor. Öyle ki Hz. Eyyub zikredecek halden bile uzaklaşıyor. Zikredecek bile takat bulamamak. Aczin son noktası. Bir tür adem.

Eyyub’un hali bu mudur bilinmez ama İbn’ül Arabi’nin Eyyub fassında bize anlatmak istediği metafizik dert hali bu. Ağır bir taş Eyyub’un kıymetli taşı. Kimine göre uzaklık taşı, kimine göre sabır taşı. İnsanın yeryüzünde kıyam etmesini, güç yetirmesini, yapıp etmesini engelleyen bir ağırlık. Eşref-i mahlukat olanı, dört ayaklı dabbeler seviyesine indiren acı. Aynı Zamanda bizi kıyamdan secdeye de yaklaştıran aynı ağırlık. Kalbimizi yitirdiğimiz yer. Büyük düşüş. Varlık ülkesinden yokluk diyarına ihraç. Esma aleminden kendilik yurduna yollanış. Azap mı azap.Yalnızlık mı yalnızlık. Ancak kendini bulduğunda Rabbini daha önce bilmediğin gibi bilme şansı aynı zamanda. Eyyub kadar olmasa da her birimize metafizik derdimiz ölçüsünde bir pay düşmüş bu sabır taşından.

Kendimize türlü türlü dert uydurup yalan söylemeyelim, derdimiz bu bizim.

Bazen insan dua etmeye, namaz kılmaya, zikretmeye, günlük evradını yapmaya bile güç bulamıyor. Bu bir uzaklık. Uzak düşüyoruz, ve yaklaşmaya takatimiz yok. Her bir namaz ve her bir zikir bir seyr-i süluk vesilesi, bir kat-ı meratib, bir uruc, bir yaklaşma umudu. Ya yapamazsak? Ya kurtlar dilimize ve kalbimize ilişirse? Ve yapamadığımızda, kurtlar bizi kemirdiğinde? Acabalar, vesveseler, nefretler, güvensizlikler, özlemler, kibirler, kuruntular, vehimler, hak edilmemiş kötü sözler, hor bakışlar, yok farz edişler, ilgisizlikler,dengesizlikler. Hepsi kırmızı başlıklı kız masalındaki kurt gibi peşimizde. Uzak olduğumuzda ne yapacağız. Yaklaşmaya gücümüz de kalmamışsa...

Ormanı geçip eve nasıl varacağız.

“Secde et ve yaklaş” diyorsun da, secde de kuvvet istiyor.

“Benim hiç kuvvetim kalmadı.”

Hocamın “Attığında sen atmadın, Allah attı” deyişini, ama “Attığında” diye vurgulayışını anımsıyorum. Bu bir medet. Secde kuvvet istiyor evet, ama benim kuvvetimi değil, O’nunkini.

Bir fısıltı ilişiyor kulağıma O’nun kuvvetiyle ettiğim secdede. O Peygamberimize de miraçta Hz. Ebubekir’in sesi ile nida etmiş, bu ses de benim için öğretmenimden geliyor. O insanın ünsiyet ettiği yerden sesleniyor. Diyor ki: Dert sensin, deva da sen. Soru sensin, cevap da sen. Uzağa bakma, yakında O. Sen yaklaşmayacaksın ki, gelecek O. Yeter ki vur ayağını yere. Tep arzı, İsmail gibi. Bir bebek kadar da zayıf mısın? Tep arzı. Su fışkıracak topuğunu vurduğunda. Arz senin kalbin değil mi? Bul kalp toprağına saklı pınarı. Bak işte akıyor orda. Önce damla damla sonra hızla. Al o suyu ve iç kana kana, Meryem gibi temiz olmasan da su temizleyecek seni. Yaralarını iyileştirecek su. Ve gözlerini açacak, göreceksin eşyanın ardındakinin kimliğini, “Her neredeyseniz O sizinledir”. O seni temizleyecek, ki O Kuddüs’tür. O dilindeki bağı çözecek, Musa’ya çözmedi mi? “Benim ben” diyecek en güzel tebessümüyle.

Bir gamzesine, parça parça dağılıp, Tur gibi can vereceksin.

Eksiklik, insan olmanın değişmez hali. Ne kadar kemale yürürsen yürü, kemal O ve sen asla mutlak kâmil olmayacaksın. Senin kemalin sadece Onunkinin bir yansıması. O güneşe mukabele etmeye meftunsun sen. Onun ışığına muhtaçsın çünkü sen bizatihi zulümatsın. O varsa Sen varsın, O ışırsa sen bakarsın. O atarsa sen atarsın. Yol bitmeyecek yürüten o olunca yürümekten korkmayacaksın. Düşeceksin, gelecek, seni Kesib’in bembeyaz toprağına götürmek için. Gözlerin kamaşsın, nurundan ışıl ışıl olasın diye gelecek. Düştüğün yerden kaldıran O olunca düşmekten korkmayacaksın. Kesib, arzunun biricik hedefi. Benim. Bu arzudan biçimlendim ben. Buluşacağımız yerin bir adı olması ne güzel! Bir saati de var mı? Yoksa beklemem mi gerek? O gün gelecek ya beklerim elbet. Bir söz verdim ben, hurma çekirdeği kadar umuda bir ömür beklemek. Böyle bir sabr-ı cemil ömrü umran edecek. O gün Ona bakacağım. Öyle özledim ki hiç şüphesiz bakacağım, bakakalacağım. Sonra, sonrası kimin umurunda!

Sonra susma orucunu bozacak ve konuşacak Sevgili. Meftun olduğun güzel sesiyle kulaklarında hasretten iz bırakmayacak, “Hikmet düşük vadilere(gönüllere) yağan yağmurdur” diyecek. Hakikatten uzak kalma derdine son verecek. Derdin eğdiği başını Mesih gibi meshedecek. “Muhabbet seni var etme sebebim, ve sen muhabbetten hasıl oldun”. Alnından öpecek, seni zilletle geçmiş bir hayattan, izzet makamına çıkaracak. Tam karşısına bir mindere oturtacak. Yakın olacaksın anlıyor musun? İki kaş arası kadar yakın. Daha ne ister insan! Bir yere kımıldamayacaksın,tam olmak istediğin, olman gereken yere, olmak için yaratıldığın yere kurulacaksın. Orda gözlerini bile kırpmayacaksın. Sadece ona bakacaksın, göz başka bir şey görmeyecek. Başka diye bir şey kalmayacak. Tüm duyuların, tüm latifelerin Ona bakacak. Bir gözle değil bin gözle dalıp gideceksin Sevgiline. Her şeyin bir göz kesilecek. O senin gözünden kendine bakacak bu kez. Bir ömür boyu hikmetin peşinde koşuşuna, bir arpa boyu yol gidişine, takılıp takılıp düşüşüne gülüp geçecek. “Peşinden koştuğun bendim”diyecek. Soracak sonra “Ben seninleydim, ya sen kiminleydin?” Cevap vereceksin, “Şahitsin ki hayatımın bir dakikası bile seni özlemeden geçmedi.” Sendeki talep, ömrünü mamur edecek.

Sevdiğin bütün sesler O’nun sesiymiş, bileceksin.

Gözünden iki dünya da silinecek. Mırıldanacaksın usul usul “Cennet sevgilinin olduğu yerdir, bir tatlı bakışına kasırlar, bahçeler feda edilir.”

“Ah çok özledim” diyorsun. Bak yine ne diyor: “FE İNNİ KARİB”. Sen özlemeye pes etmezsen O cevap vermeye pes etmiyor. Hatırla ne diyorlardı bilgeler, “Sen bıkmazsan Allah bıkmaz”. Düşsen de, kalksan da, pes etmeyeceksin. Özlemekten vaz geçmeyeceksin, umudunu yitirmeyeceksin, ellerini Ona uzatmaya devam edeceksin. Hiçbir şey söylemesen de, konuşmana hacet olmadan bilecek o. Ah ettiğini işitecek. Bütün varlığın bir himmet olacak, bütün kalbin bir dilek. İlla hu, illa hu diyecek.

  03.01.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut