VERMENİN DERECELERİ ÇOKTUR, SAYILAMAZ 2

Mona İslam

Cömertlik odur ki birine en değerli şeyini veresin
Kalbini.



ÖNCEKİ YAZIMIZDA vermenin iki derecesinden söz ettik cûd ve kerem. Bu yazıda ise onlara başkalarını ilave edeceğiz.

Fütuhat-ı Mekkiye’de es- Sâhi isminin Allah’a ait olduğu belirtilir. Sehâ gerektiği kadar vermektir. Böyle bir verme hikmete dayanır. Dolayısıyla o el Hakim ismindendir. Hakim isminin cömertliği sehâ biçiminde tezahür eder. Kur’an’da bu hususta Hz. Musa’nın “Rabbimiz her şeye yaratılışını verendir”(Taha 20/50) biçiminde zikrettiği ayetle işaret edilir. Bu bize Adl ismini de hatırlatır bir mahiyet taşır. Her şeyin belirli bir ölçüyle indirilmesi, her varlığa hacetinin gerektiği dozda verilmesi, israf edilmemesi anlamları sehaya dahildir. Şeyh “Allah rızkı kullarına yaysaydı, yeryüzünde taşkınlık yaparlardı, fakat onu belli bir ölçüyle indirir” (Hicr 15/21)ayetini buna delil gösterir.

Bazen istediklerimiz değil başkaları bize verilir, bazen de bize acı bir ilaç lazımdır da indirilir. Bunlar sehâdandır. Hikmet cömertliğini böyle gösterir. Kendilerinde Hakîm ismi tecelli edenler de bu kaide içinde hareket eder. Onlar verirlerken ince ince hesaplarlar, tartar, ölçer, sayarlar, bunu cimriliklerinden değil, yanlış bir şey verir de zarar verirler endişesinden yaparlar. Onlar severken bile incitmekten korkarlar, bu yüzden sarılamazlar, konuşamazlar. Onlar mahlukatın aczinden gözlerini alamaz ve fakra bakamazlar. Acze bakan sehâ ile verir. Fakra bakan cûd ile. Dengeyi tutturabilen azdır.

Bir de îsar vardır ki, bu yalnız kula mahsustur. Zira îsar kendisi muhtaç olduğu halde başkasını tercih eden demektir. Bu ise Hakk için düşünülemez. Allah muhtaç olmaktan münezzehtir. Allahu ganiyyun alel alemiyn. Şeyh bu hususta şöyle der: “Îsar muhtaç olanın başka bir muhtaca vermesidir. Bazen ise muhtaçlık zannıyla birlikte vermesi mümkün olabilir.” Biz hepimiz fakiriz. Alemlerin Efendisi bile ‘fakri fahri’ diyorsa bizim muhtaç olmamamız düşünülemez. İstiğna, mutlak manada ancak Allah’a mahsustur, zira gınâdan gelir. Biz zengin değiliz ki, istiğnâ edelim. Yalnız terbiyede istiğnâ düsturu perdeli insan için Hakk’tan başkasından istememek anlamı taşır. Ancak perde kalkınca zaten kimden ne isterseniz isteyin, zaten Hak’tan istemiş olduğunuz apaçık görülecektir. Dolayısıyla insan el açtığında elini sadece Allah’a açar. Allah’ın o anda hangi tecelligahta olduğu mühim değildir. Her bir mecla, Onun cömertliği için bir kapıdır. Biz bir kapıyı çalarız, ancak açan daima O’dur. Müfettih’al Ebvab O’dur. Derler ki “Veren el alan elden üstündür” kimse kendine pay biçmesin, zira ‘Veren el’ daima O’dur. Alan el ise tüm mahlukattır. Varlıklar arasındaki üstünlük hakaik-ı nisbiyeden ibarettir. Mutlak hakikati göremediğimiz için bize böyle gösterilir. Ta ki bilelim, O bizi bilelim diye yarattı.

Sadaka da bir verme biçimidir. Hakk’tan olursa, önce var kılmak, sonra da varlığını sürdürmektir. Hak bunu yaparken kulun nankörlük edeceğini, küfredeceğini de bilir. Ancak yine de sadaka verir. Kulu var kılar ve varlığını sürdürür. Bu da bizim sadaka ahlakımızı belirler. Allah’ın ahlakı ile ahlaklanacaksak, bizim de her varlığın varlık hakkına saygı duymamız, her varolma biçimine fırsat tanımamız, ve onun varlığını gücümüz nispetinde korumamız gerekir. Bunun karşılığında nankörlük bile görsek bu böyle devam etmelidir. Zira sadaka budur. Üstelik sadaka zekattan farklı olarak gönüllü bir ibadettir. Bu da bizim zoraki değil, gönülden yapmamız gereken bir şey olduğunu, başkalarının varlığına tahammül değil rıza göstermemiz, onların varlığını kerhen değil, gönüllü kabul etmemiz gerektiğini ima eder. Zira var olan şeytan dahi olsa, onda kimi esma-i ilahiye tecelli eder. Mümin bilir ki her bir isim kendinde zuhur edecek mazharı ister. Mudill(saptıran) isminin şeytanı istemesi gibi. Kahhar isminin zalimi istemesi gibi.

Yanlış anlaşılmasın, biz şeytanla da zalimle de mücadele ederiz, ancak onların varlığını “neden var oldular, keşke olmasalardı” diye sorgulamayız, zira var olmaları hayırdır, sadece kendileri şerdir. Biliriz. Varlıklarıyla değil, şerleriyle mücadele ederiz. Var olmaları o kadar mühimdir ki cehennemde de olsa varlıkları devam ettirilir.

Düşünün ki, kendinden başkasının varlığına tahammül edemeyen, başka tip varoluşları hazmedemeyen nasıl bir cimridir. Onun sadakası yoktur. Onun Allah’a sadakati de şüphelidir. O sıdk iddiasında yolda kalmıştır. Zira ya malın Allah’a ait olduğunu, ya kendisinin fakir olduğunu yalanlamaktadır. Mal başkasının siz emanetçi olunca rahatlıkla verirsiniz. Oysa malı size ait bir şay zannederseniz, “Mal benim mülk benim kime ne!” edepsizliğine düşersiniz. Evet bu en hafif anlamıyla edepsizliktir, en ağır anlamıyla ise şirktir, Mâlik ismine şirk koşmaktır. Hadiste denilir ki, “Cimri Allah’tan uzaktır. Cehenneme yakındır.” Zaten o içinde bulunduğu kabz haliyle de bir cehennemi bilfiil yaşar.

Maldan kastımız insanın enesinin üzerinde bekçilik ettiği her şeydir. Eşyalarımız, paramız mal olduğu gibi, cismimiz, hayatımız, zamanımız, nefsimiz, hayalimiz, kalbimiz,aklımız, tüm letaifimiz de bir maldır. Ben dediğimiz nefs-i natıka, malını, yani nefs-i hayvanisini sahibine iade eder. Cismimiz nefs-i hayvanidendir, cismimizin sahip olduğu bilumum eşya ve emlak, ahır kabilinden nefs-i hayvaninindir. Duyularımız nefs-i hayvanidendir. Heva ve arzularımız, kaygı ve korkularımız nefs-i hayvanidendir. Ben dediğimiz, ve varlığını hissettiğimiz nefs-i natıka, ya da ruh ise biziz. Üzerine giydirilmiş herşey emanettir. Ortada bir binici ve bir binek vardır. Binek de gittiği yol da size ait değildir. Siz emanetçisiniz. Bunu idrak edemezseniz ölümle tüm malınızdan soyunduğunuzda kendinizi tanıyamayacak, sudan çıkmış balığa döneceksiniz. O zaman melekler size “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” diyecek ve sizinle alay edecekler.

Fütuhat-ı Mekkiye’de verme türleri ‘akrabaya vermek, hediye, hibe, bedel isteme, bedel talebini terk’ gibi başka cömertlik çeşitleriyle devam ettirilir. Hediye bir açıklama yaparak vermektir. Bu nedenle hediye kelimesinin harfleri ile hidayet kelimesinin harfleri ortaktır. Çünkü Allah da hidayeti açıklar. Hakkın kuluna hediyesi açıklamanın kendisidir. Biz de her anlamı açıkladığımızda, bir başkasına bilmediği bir şeyde açıklama yaptığımızda, hediye vermiş oluruz. Davranışları için bir açıklama yapma zorunluluğu hissetmeyen, ‘ben yaptım oldu, işine gelirse’ diyen, ‘neden?’ sorusuna cevap vermeyen biri basitçe hediyeleşme sünnetine ters düşmektedir. Kimseye hediye vermemektedir. Oysa nedenlilik, aklın en çok ihtiyaç duyduğu, hikmet ise ona en hoş gelen hediyedir, bu da yapılan şeyin nedenlerinin, âmillerinin, gereklerinin açıklanmasıyla verilebilir.

Akrabaya vermek, “Rahim Rahman’dan bir daldır. Onu birleştireni Allah birleştirir, koparanı Allah da koparır” hadisi ile izah edilmektedir. Başka bir yazıda Konevi’nin kırk hadis şerhinden bu hadisi şerh edişine değinmiştik. Burada kısaca tekrar edersek, akraba, yahut sıla-i rahim, başta bedenimiz ve bize bir yönde baktığımızda mal, bir yönde baktığımızda ise sağ elin altındakiler biçiminde yorumlayabileceğimiz, nefs-i nâtıka dışındaki her şeydir. Düşünen nefis en iç daireden başlayarak her bir mahluk ile akrabadır. Bir başka yerde İbn’ül arabi, “İyiliğe komşundan başla” ilkesine “nefsimiz en yakın komşumuzdur, o halde iyiliğe ondan başlarız, nefse iyilik onu sahib-i hakikisine sevk etmektir” demişti. Kimi bu daireyi bildik anlamda yakın akrabaya dek uzatır, kimi ise halife olduğunu unutmaz, tüm yeryüzünün kendine akraba olduğunu bilir. Akrabaya vermeyi dahilde nefs-i hayvanisine hariçte tüm mahlukata infak etmek olarak anlar.Halifenin infakı, onları aslın kurallarına göre istihdam etmek, onlar hesabına halifesi olduğu zâttan her haceti istemek, onlara tecelli eden esma-i ilahiyenin Sultan’ın cömertliği olduğunu idrak etmektir. Bilir ve okur, okumakla onlara da bildirmiş olur.Her namaz vaktinde o seccadesinde durur, ve tüm akrabalarının Ona kulluk ediyor oluşunu itiraf eder, tüm yakınları için Ondan yardım ister. Nun sırrı cömertliği icab ettirir. (‘nabudu ve nestain’deki nun’u kast ediyorum)O takdirdeböyle davranan cömert bir kuldur.

Ancak şu kesindir ki kulun cömertliği Allah’ın cömertliğinin kendi küçük aynasında yansımasından ibarettir. Aynayı parlak tutmaktan, cömertlik ışığına paralel bulundurmaktan başka yaptığımız bir şey yoktur. Bizde yansıyan bir ışıltı varsa Onundur, bir karanlık varsa bizimdir.

Allah cömerttir, çünkü Gani’dir. Biz ise cömertmiş gibi yaparız, çünkü fakiriz.

Bunu bildikten sonra sorun yoktur. Bir de insan bunu bildikçe cömertleşir, cömertleştikçe de bilir. Bu nurlu bir dairedir, cömertlik sizi ala-i illiyine yükseltir. Bu küçücük kavram içine belki tüm kulluk sığdırılabilir. Kulluğa ilişkin tüm marifet, cömertlik fethedildikçe onda derinleşildikçe elde edilir.

Şeyh’in cömertliğinden bir kez daha nemalandıktan sonra fark ediyorum ki artık kalbimin yarısı Şam’da, Kasiyyun toprağında, onun ayak ucunda kalmış. Bir de küçük bir sızlama eşlik ediyor kalbime, ikiye ayrıldığı yerden. Bana hep kalbi ortadan ikiye bölen sevgiler nasip oluyor. Biri Bilad-i Şam’da, biri Diyar-ı Rum’da. Eskiden de böyleydi, hep iki evim vardı benim, biri Hicaz’da, biri İstanbul’da. İnsanın evi kalbinin olduğu yerde oluyor demek, biri burda biri uzaklarda. Ancak Şeyh’in bir cümlesi sızıyı dindiriyor, “Üzülme diyor, ben sana ‘hem o hem bu’ demeyi , cem etmeyi öğrettim ya…”

  07.02.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut