AH BENİMLE BİR KONUŞSA…

Mona İslam

GECE SAAT on. Sahildeyim. Ne işim var burda. Bilmiyorum…

Atıverdim kendimi sıcak ve aydınlık evden, soğuk ve karanlık sokaklara.

Neden?

Bazen yapmak bilmenin önüne geçer. O dem şimdi.

Arabayı bir yere park etmeliyim. Ama her yer araba dolu. Bir tek boş yer yok, dolanıyorum, dolanıyorum, tuhaf ki bu boşluk bulmak için sokak aralarında dolanıp durmak hiç canımı sıkmıyor. Hiç acelem yok. Yetişeceğim bir yer de. “Kafamın içi de sokaklara benziyor” diyorum kendi kendime, “bir boş yer bulasın da bir soluk dinlenip durasın. Nerde…”

“Alemde boşluk yok” diye mırıldanıyorum inanmaya çalışarak.

Sahildeyim. Rüzgar haşin esiyor. Sanki suratıma birşeyler haykırıyor, ne bulduysa üstüme fırlatıyor. Lodos deniz ulaşımını iptal edince, deniz de kapkaranlık. Dalgalar ara ara büyük bir şiddetle kıyıya vuruyor. Korkmuyorum. Sadece hayret ediyorum. Dalgalar içimdeki öfkeye ne çok benziyor.

Yerler ıslak, pantolonumun paçaları sırılsıklam oldu, olsun. Üşüyorum, olsun. Yerlerde dalgaların fırlatıp attığı öbek öbek yosunlar. Durup onlara bakıyorum. Yosunlarla bir ünsiyet peyda ediyorum ki sormayın. Sanki beni de biri bu karanlık sahile, celalli bir dalga ile fırlatıp atmış. Yosun oluyorum.

Ne yosunlara acıyorum, ne kendime. İkimizde olmamız gereken yerde değiliz, onlar denizde ben evde.

Belki de tam olmamız gereken yerdeyiz. Yosunların nasıl aciz, nasıl sefil, ve yere sürünerek yapışan tabiatta olduklarını görmek ancak deniz onları fırlattığında mümkün oluyor. Beni de içimden taşan celal tecellisi evden dışarı fırlattı ya. Ben de betona yapışmış gibiyim şimdi. Yosunları görmeye geldim demek ki. Kendimi…

Boşluk yok anladım da gerçekten her şey olması gereken yerde mi?

Yürüyemem daha fazla. Attım kendimi bir banka. Karanlıktakine değil, şu sokak lambası altındakine. Biraz ışık gerek bana. İçimin karanlığına sokağın karanlığı eşlik edince kat kat karanlıkta karabasanlar çöküyor üstüme. Gece sokakta bir kadın, ayaklarını toplamış ellerini ceplerine sokmuş, boş boş ötelere bakıyor. Bir şeyi kaybetmiş gibi, sanki kaybettiği denizin içinden çıkıp gelecekmiş gibi.

Eskiden de böyle birini bekler gibi bakardım denize. Bostancı’da iskelenin çapraz karşısında otururduk biz. Evimiz denize bakardı. O zamanlar da böyle lodos patlardı. Sahil yolu yoktu çocukluğumda. O vakitler lodos patladı mı neredeyse evimizin camlarına vururdu deniz. Evin önündeki küçük yola da yosun parçaları fırlardı şimdiki gibi. Deniz sahili yutardı. Sanki bizi de yutardı. Hepimiz deniz olurduk.

Bir de lodosa Vedat amcanın küçük balıkçı teknesinde yakalandığımız zamanlar vardı. Vedat amca ve Nesrin teyze annemin çocukluk arkadaşları, ikisi de eski Bostancı’lı. Vedat amca balığa çıkardı, bizi adanın bir yerine bırakırdı. Biz yüzerdik, o balık avlardı. Bana tuttuğu balıkların tek tek isimlerini sayardı. Dönüş yolunda bazen lodos patlardı. Sandal beşik gibi sallanırdı. Başımızın üstünden geçerdi dalgalar. Annem beni teknenin dibinde bir yere oturtur,ıslanmıyim diye üstüme daima sandalda bulunan bir battaniyeyi örterdi. Ben başımı çıkarır dalgalara bakardım. Dünya deniz olurdu. Ben hiç korkmazdım.

Belki de bu yüzden içimde her lodos patladığında Bostancı sahiline gelirim. Artık denizden uzak evim. Ama burası benim evim. Onsekiz yaşına kadar burada bu denizin dibinde yaşadım ben. Denizi ne halde olursa olsun severim. Varlığı ne halde olursa olsun sevmeyi denizden öğrendim. Beklemeyi ve bir an sonra ne olacağını bilmemeyi.

Lodosu seversiniz. Ama bu dalgaların yüzünüze çarpan ve sizi sarsan bir varlık tecellisi olduğu gerçeğini değiştirmez. Kabz halleri bast halleri gibi sevilmez. Başka türlü bir şeydir celali sevmek. Her gelişi kavga ve gürültü getirse de babanızı sevmek gibi. Denize bakıp babamı bekliyorum yine. Sanki denizden gelecekmiş. Deniz içinde herşeyi verebilecek bir kudret saklarmış. Bildik bir bekleyiş.Tanıdık bir hayal. O gelmeyecek. Onu getirmeye denizin bile gücü yetmeyecek.

Bağırsam rahatlar mıyım? Kimse de yok. Bir kabustan uyanır gibi bir çığlık atsam. Ses tellerimi kesmemiş olsalar bağıracaktım. Bağıramadım. Ses tellerimi kestiler benim. Ama acı olduğu yerde hala. Celal tecellilerinde bağırmanız gerekir. İçinizden yahut dışınızdan. Uymalısınız kainatın patlayışına, siz de patlamalısınız lodos gibi. Ama tek bir kanaldan tek bir yoldan bağırabilir insan. Yol kapalı, boğazım tıkalı…

Sesim çıkmasa da içerden bağırıyorum, kimse içimden bağırma hakkını elimden alamaz çünkü. Ben sesimi çıkaramadığım gibi hiçbir şey de konuşmuyor. Fenalık veren sessizlik var her yerde. Fenalık veriyor, çünkü her şey içten bir feryat ediyor. Dilsiz bir çığlık. Saç yoldurur bir hırslı keder. Sözcüklere dökülemez.

Ona sesleniyorum içimin gürültüsünden. Konuş! Bir kelimen bana hayat verecek. Yahut bir işaret ver. Bir alamet. Beni duyduğunu belli et! Şimdi burdaki varlığımı sen olmasan kim bilecek? Acımı dilsiz sessiz kim hissedecek?

Çok yorgunum.

Bazen insan hayattan istifa hakkını kullanmak istiyor. Bazen bir saat için çekip gitmek, bir saat feryat etmek, bir saat sayıp sövmek istiyor. İnsan acıyı zamana yaymazsa, bir saate teksif ederse ondan çarçabuk kurtulabilir mi? Bir saatlik hürriyetim var benim. Yalnız bir saat kendim olabilirim. Bir saat, yalnız…

Ona ‘Beni buraya niye fırlattın, niye beni burda bıraktın!’ diye haykırmak istiyorum. Satırlara saçma sapan şeyler yazma hakkını kullanıyorum. Dilsizlerin dilidir harfler. Harfleri fırlatıyorum ben de sesimin duyulmadığı boşluğa. Öfkeli ve yırtıcı bir hayvan olma hakkını kullanıyorum. İnsanın her varlık katmanına bürünebilmesi güzel. Bazen yosun, bazen dalga, bazen hayvan. Şu halde akıl da hikmet de tası tarağı toplayıp gidiyor. O zaman üşürken bile hasta olmaktan endişe etmiyorum. Ya da karanlıkta başıma bir iş gelmesinden. Ötede çimenlerde kıvrılıp yatmış iki sokak köpeği kadar umursuyorum fırtınayı. İçime kıvrılıyorum onlar gibi. Baş tarafıma umursamazlığı, arkama öfkeyi alıyorum. Hiçbir taşa tekme atmıyorum. Hiçbir yeri yumruklamaya kalkmıyorum. Öfkemin nesnesi tekmeleyebileceğim yerde değil çünkü. Bu yüzden kimseye haksızlık etmek istemiyorum.

Kendinize öfke ile aldırmazlık arasında salınma hakkı tanırsanız rahatlıyorsunuz.

Bu an varlık denizinde de Ona ‘ne yaparsan yap’ dediğiniz an. Kahrı ve lütfu şey-i vahid bildiğiniz bir an. Celali cemal gördüğünüz bir an. İsyanın Onun dizi dibinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya döndüğü an. Hiçbir an Ona bu kadar çok ihtiyacınız olduğunu hissetmediniz. Bu an tek. Biricik. Bu an en fakir sizsiniz. Onun fakiri…

Ağlayıp göğsünü de yumruklasanız, o sizin sevgiliniz.

Ve o zenginliğini açıyor. Onun göğsünde öfkeniz dinğinliğe dönüşüyor. Ancak onun kavrayışı soğurabilir öfkenizi. Sizi celalle de olsa tutmuş iyi ki bırakmıyor. Halinizi anlamaya başlıyorsunuz.

Aslında tüm sıkıntı insanın enfüsü ile afakının uyuşmamasından. Yerli yerinde olmayan şey de bu.

Şimdi biliyorum evden neden çıktığımı. İçim evdeki huzurlu ortama değil, bu deniz kenarındaki karanlık ve ürkütücü ortama benziyor da ondan. İç dışa uyum sağlayınca sorun kalmıyor. İnsan ait olduğu yere doğru sürükleniyor. Dinginliği fark ediyorum. Dinginliğin iç ve dışın aynı olmasından kaynaklandığını…

Bana feryadımı dindiren bir sekinet veriyor. Rüzgar bile şimdi daha bir tatlı esiyor.

O benimle konuşuyor ya, artık düzelir her şey.

Eve dönsem iyi olacak. Hayatı yeniden omuzlasam iyi olacak.

Şu istifa kağıdını bir dahaki patlamaya kadar yırtsam iyi olacak.

  09.12.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut