MAKEDONYA HATIRASI 2

Mona İslam

NE GÜZEL bir Üsküp sabahı! Kahvaltıyı çabucak ediveriyoruz. Bugün Bursalı bir ekibe katılacak ve Tetova’ya diğer adı ile Kalkandelen’e gideceğiz. Bursalı gezginler bizi memnuniyetle aralarına alıyorlar. Sohbet ederek yol daha kısa sürüyor. Zaten Kalkandelen Üsküp’e çok uzak da değil. Adım başı para alan otoyol gişeleri olmasa daha çabuk gideriz ya. Makedon devleti sürekli yollardan para alıyor. İyi kazanç doğrusu.

Kalkandelen’de ilk durağımız Alaca Camii. Barok mimarinin Osmanlı’ya yansımasının bir ürünü olarak anlatılan bu cami, rengarenk. Kızımın çok hoşuna gidiyor. Camilerin bahçeleri çiçeklerle süslü, suyu bol olan bir memleket burası. Hemen caminin yanında bir dere şırıl şırıl akıyor. İsmini söylüyorlar ama Makedonca kelimeyi aklımda tutamıyorum. Caminin bahçesinde Yaz Kuran Kursuna gelmiş başörtülü küçük kızlar var. Ellerinde elif be kitapları, koyunlarında sımsıkı tutmuş gülüşüyorlar. Bir an düşünüyorum, rengarenk çiçekler mi, rengarenk başörtülü küçük kızlar mı daha güzeller, bilemiyorum. Rengarenk cami, rengarenk çiçekler, rengarenk başörtülü kızlar. Bir cümbüş doğrusu.

Sonraki durak Bektaşi Harabati Baba Tekkesi. Burası Osmanlı zamanında arkasındaki üzüm bağlarına, tarlalarına da sahip koskoca bir külliye olarak yapılmış. Fakat Osmanlı çekilince burada külliyeye ait ne varsa Makedonlarca el koyulmuş. Tekke ve etrafındaki binalar da Yugoslav döneminde lokal olarak kullanılmış. Yukarıda Fatma Anne’nin evi dedikleri bir hücre var. Mavili bir renge boyalı. Zamanında Şeyhin kaldığı bu hücre Hz. Fatma’nın anısına yüksek bir yere inşa edilmiş. Adeta burada olan biteni Fatma Validemiz görüyor denilmiş. Tekke’nin namazla, zikirle, sohbetle, tebliğle dolup taşan günlerini düşündükçe şimdiki boş hali, hele evvelki lokal hali hayalime geldikçe Fatma Anne hücresinin mavi rengi hüzün hissettiriyor. Bektaşilik Osmanlı’da Seyfiyyenin de üzerinde oturduğu, Yeniçerilerin bağlı bulunduğu, bizim de hüsn-ü kabulle karşılayacağımız bir yüce tarikmiş. Bugün ise bu tekkede bulunan Bektaşi babasının, Avrupa Birliği’nce İslam’dan ayrı bir din gibi telakki edilmek arzusunda olduğunu öğreniyoruz. Arnavutluk’ta durum buymuş. Hıristiyanlık, İslam ve Bektaşilik dinleri varmış. Makedonya Müslümanları ise “bu külliye bizimdir” diyorlar. Külliye içine bir mescid tamir ve inşa edilmiş, berikiler bundan memnun değiller. Oysa Makedonya İslam Birliği burada beş vakit ezan okutup namaz kıldırmak meselesini önemsiyor.

Mezarlığın yanına gidiyorum. Harabati Baba’ya ve dervişlerine birer Fatiha yolluyorum. Hoş, o muhteşem nefeslerin yanında benim nefesim ne ola ki! Fatiha’nın tesirine itimaden okuyorum. Bektaşi babası görünüyor. Cüppeli, uzun sakallı, bizi içeri davet ediyor. Giriyoruz. Türkçe biliyor. Bir şeyler anlatıyor. Bektaşiliğin buradaki etkisi, Rumeli’nin Müslüman oluşundaki tesiri, ila ahir. Veda ediyor ve ayrılıyoruz.

Talihliyiz. Yanımızda bir tasavvuf uzmanı hoca var. Hoca’yı teyakkuzla dinliyorum, zira Bektaşi nefeslerini okuyor. Kitabelere kayıtlı bu nefesler Hz. Ali’yi ve Hz. Hüseyin’i anlatıyor. Öyle tesirliler ki gözlerimiz nemleniyor. Bir kapının önünde duruyoruz. Kapıdaki levha Arapça, okuyabiliyorum. “Ya müfettihal ebvab iftah lena hayral bab” yazıyor. O gün bu gün bu duayı tekrar ediyorum. Ne çok ihtiyacım var yeni kapıların açılmasına, yeni yollara ardıma hiç bakmadan süluk etmeye. İçeride bir fıskiyeli havuz var. Etrafı oturacak yerlerle çevrili, bir iki basamak çıkınca da bir yazlık namazgah bulunuyor. Doğrusu buranın aslen sohbet ve namazgah olarak yapıldığını hocadan öğreniyoruz. Hoca bize bu ahşap işçiliği fevkalade yapının sohbet edip namaza durmak üzere inşa edilişini, Bektaşiliğin evveline ait bir delil olarak anlatıyor. Binaların yapımı da enteresan. Sıralanışta bile bir anlam var. Mescid olan yerden zikirhaneye geçiliyor ki, bu da şeriattan tarikata geçilir demek oluyormuş.

Yorulduk ama değdi. Şimdi Tetova’nın tepesine çıkıyoruz. Yürüyerek değil elbette, otobüsle. Burada piknik yapacağız. Dağlar yemyeşil, onların tabiri ile ‘Buralar hep Balkan’. Ne iyi etmiş de Bursalılara katılmışız. Yukarıda bizi bir Arnavut böreği ziyafeti bekliyor. Organizasyon önceden hazırlanmış. Bir de folklor gösterisi olmasın mı? Arnavutça şarkılar, danslar. Kızlarınki hadi neyse, ama şu adamlara ne demeli. Yaşlı başlı bir sürü adam, nasıl da neşe içinde oynuyorlar. Tüm hünerlerini döktürüyorlar. Kızlar bizim minik kızla konuşmaya çalışıyor. Onlar Arnavutça bizimki Türkçe nasıl konuşsunlar? Ama tebessümler birçok şeyi anlatıyor. İçim sevgiyle dolu, ne yapmalıyım? Eşimin geçen sefer Viyana’dan gelirken getirdiği bileziği çıkarıp kızlardan birine veriyorum. Şaşırıyor. Gülümsüyor. Ben de gülümsüyorum. Müzik bitti, bir adam dua etmeye başladı. Arnavutça ediyor, yanındaki adam da Türkçeye çeviriyor. Kızlar ellerini açıyor, ben ellerimi açıyorum, küçük kızım ellerini açıyor. Bu uhuvvetin devamı için dua ediyoruz. Âmin diyoruz.

Gönlüme dünyaları sığdırmışım gibi ayrılıyorum o tepeden. Yolda namaz vakti, bir camide duruyoruz. Kadınlar için abdest alma, tuvalet imkanı yok. Yandaki bir evin kapısı çalınıyor. Tevafuk ev sakinleri Türkler. Kalkandelen’de çok Türk yaşıyor. Halimizi arz ediyoruz. Toplamda dört beş kadınız grupta. Kadıncağız bize evini, tuvaletini açıyor. Camiye gitmeye hacet kalmıyor. Bizim kız da o arada ikram edilen meyve suyunu içerek evin kızı ile beraber Yumurcak TV seyrediyor. “Anne burası Türkiye gibi” diyor. “Türkiye’de kapısını çalınca evini yabancılara açan kaç kişi vardır acep?” diye düşünmeden edemiyorum.

Onun yerine “Ah bir zamanlar burası Türkiye’ydi zaten kızım” diyorum. Gezi boyunca evimiz sayılan Üsküp’e dönüyoruz.

  25.11.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut