MERHABA KOSOVA

Mona İslam

BUGÜN MAKEDONYA’DAN ayrılıyoruz. Üsküp dönüşlü uçak biletlerini değiştirdik ve Priştine dönüşlü hale getirdik. Kosova buradan pek uzak değil. Bursa’dan buraları gezmeye gelen bir gruba iştirak ediyoruz. Kosova’ya onlarla gideceğiz.

İlk durağımız Prizren olacak. Yol haritada yakın görünüyor, ancak dağlık arazi olduğundan ve dağlarda kıvrıla kıvrıla giderek yol aldığımızdan olsa gerek, yolculuk çok uzun sürdü. Dolambaçlı yollarda mide bulantısına engel olan şey harikulade manzaraydı.

Kosova, Makedonya ile kıyaslanmayacak kadar dağlık. Makedonya dağları, Kosova dağları ile mukayese edince birer tepe oluyor. Anadolu’da dağların yamaçları genellikle ya tamamen ya kısmen çıplaktır. Yer yer ağaç görülür. Belki Ege müstesna. Kosova’da ise dağlar ormanlarla dolu. Tek bir boşluk göremeyeceğiniz kadar yeşiller. Ağaçlar Ege ve Akdeniz’de görülen tarzda ufak tefek de değil. Devasa ağaçlar. Ormanlar. Dağların tepeleri bulutların arasında gözden yitiyor. Bu da insana sanki sonsuza dek uzuyorlarmış hissi veriyor. Kosova dağlarından gökyüzüne tırmanılır gibi, hayalime öyle geliyor. Hoş, ben ne kadar tırmanabilirim? O da ayrı mesele.

Dağların yamaçlarında, tepelerine yakın küçük küçük köyler var. Bazıları iki dağ arasında kalmış, bazıları ise dağın eteklerinde. “Burada çığ tehlikesi olmuyor mudur?”diye düşünüyorum. Bu köyleri bu kadar dik bir dağ yamacına kurmak, kışın karda, baharda ise eriyen ve akan suyun altında nasıl mümkün oluyor. Belki çok ağaç olması seli ve çığı engelliyordur. Bu dağlar ve köyler bana çocukluk yıllarımın sevgili dostu Heidi’yi hatırlatıyor. O al yanaklı, kırmızı pelerinli, kapüşonlu, tombik kızı anneannem ve kardeşleri bana benzetirlerdi. Ne zaman başlasa “Mona çıktı bakın” derlerdi. Hiç unutmuyorum. Hakikaten benziyor muydum? Bir insan nasıl bir çizgi karaktere benzer ki?

Heidi de bunlara benzer dağlarda yaşıyordu. Yemyeşil dağlar, çayırlar. Otlayan keçiler. Belki buralarda da keçiler vardır. İnekler gördüm ama keçi görmedim. Burada daha çok büyük baş hayvan yetiştiriliyor. Kosova’nın hayvanları, et ürünleri meşhur. Et yemeklerini harika yapıyorlar. Köyler, Heidi’nin köyünden farklı olarak içlerinde kilise değil cami bulunduruyorlar. Kosova’nın kahir ekseriyeti Müslüman. Bunlar hep Arnavut köyleri. Anneannemin de anne babasının, Yusuf Dede ile Cemile Nine’nin buralardan geldiğini hayal ediyorum. Anneannem köylerinin adını hatırlamıyor, o Anadolu’da, Eskişehir’de doğmuş. Ablaları buralarda. Ya Kosova’ya Arnavutluk köylerinden birinde. Bana dayımlar Debre’liydi diyor. Dayı oralı olduğuna göre Cemile Nine de oralı. Doğrusu Nona Cemile. Nona Arnavutçada ‘anne’ demekmiş, anneannem hep böyle söz eder. Burada soruyorum, biri Kosova’da biri Arnavutlukta iki tane Debre varmış. Acaba hangisi?

Yolda giderken akarsular, dereler, şelaleler görüyoruz. Sular muhteşem, manzara cennet gibi. Bu hissi Bosna’da da yaşamıştım. Böyle bir cennette nasıl böyle bir cehennem yaratılabilir. İnsan işte, çiğ süt emmiş oluyor. Bölgede yer yer Sırp köyleri de var. Savaşta Sırplar Arnavutları sürünce, Arnavutlar da bunu unutmamışlar. Onlar Boşnaklar gibi değiller. Uluslar arası müdahaleden hemen sonra onlar da Sırpları sürmüşler. Haklılar, birlikte yaşamayı ilk onlar sabote ettiler. Arnavutlar asabiler, Boşnaklar gibi “Aman yeter ki barış olsun” diyerek yapılanları bir kenara koymamışlar. Hoş, Bosna’da da başka çare yoktu, ya! Ama yine de Arnavutların Arnavut damarlarının intikamcı olduğu da bir gerçek.

Prizren’ dağlardan inerek geldik. Yol buyu irili ufaklı kalelere rast geldik. Bunlar şehirden düşmanı uzak tutmak için hem gözetleme kulesi hem de bir çatışmada, dıştan içe savunma duvarları. Şehir, dağın ayakları dibinde. Harika bir silueti var. İçinden nehir geçen şehirlerden biri Prizren . Nehrin üzerinde Osmanlı yapısı köprüler var. Şehrin iki yakasını camileri dolaşıyoruz. Bir Halveti Tekkesini ziyarete gidiyoruz. İçeride dervişler var. Tevafuk ki Şeyh de orada. Beyler bir halka olup oturuyorlar. Sohbet ediyorlar. Şeyh genç bir adam. Önceki şeyhin oğlu, Türkiye’de eğitim görmüş, Türkçe biliyor. Hiç bu kadar genç şeyh görmemiştim. Anlatılanlara göre, ehl-i şeriat olmaklığı bakımından babasından daha iyiymiş. Bizi gezdiren arkadaş önceki şeyhi şeriatta hafif olmakla eleştirirken, yenisini aksi sebeple övüyor. Doğru, şeriatsız tarikat olmaz. Tekkenin içi öyle güzel ki, sohbet odasına gidiyoruz, hat levhalarını okumaya çalışıyorum. Namaz kılınan yere geçiyoruz. Burada aynı zamanda devran da yapıldığını söylüyorlar. Şeyh ve kafilemizdeki beylerin oturduğu veranda benzeri yer, minder döşeli. Yan tarafta çay ocağı var, görevli derviş çay ikram ediyor.

Şeyh’e sarılıp ayrılıyor beyler tek tek. Şimdi Abdülhamid’in Teşkilat-ı Mahsusa’sının Kosova şubesini ziyaret edeceğiz. Makedonya’da Manastır’da askeriyenin Rumeli merkezini görmüştük. Kosova ise Rumeli’nin İstihbarat merkezi imiş. Mimari harikası bir binayla karşılaşıyoruz, o kadar latif ki, insan burada casusların görev yaptığına inanamıyor. Bahçede küçük bir açık hava tiyatrosu biçiminde taş yükseltiler yapılmış, hilal şeklinde bahçenin ortasına bakıyorlar. Bu modern zamanlardan mı yoksa Osmanlı’dan mı bilemiyorum. Ama bu bahçede yapılabilecek bir konuşma ve toplantı için düzenlenmiş gibi.

Gece oldu, üzerimizde yükselen kale ışıklarını yaktı. Biz kalenin iç kısmındayız. Böyle bir kale görüntüsü şehre nasıl bir güvenlik hissi veriyor. Ama balkanlarda güvenlik bir hayalden ibaret. Hala gerginlik ve görülmemiş hesaplar var. Sırpları Sırbistan’a sürmüşler, Sırbistan hemen sınır komşusu. Az daha gitsek Belgrad. Ancak Arnavutların öfkesi geçmemiş. Hatta Boşnaklara bile Sırplarla aynı dili konuştukları için kızıyorlar. Adamların dili bu, etnik kökenleri aynı ama onlar Müslüman diyorsunuz, kaş kaldırıp ‘Ne kadar Müslümanlar?’ diye sorup Boşnakların giyim kuşamlarından hayat tarzlarına dek bir sürü eleştiri yapıyorlar. Arnavutlar daha muhafazakârlar. Ama bu öfke iyiye alamet değil gibi. Sanki bir hır çıksa da birilerini bir güzel pataklasak diyorlar. Belki ben böyle algılıyorum, umarım öyledir.

Akşam yemeğine grupla birlikte bir restorana gidiyoruz, şehir merkezinin biraz dışında, dağ yolu üzerinde. Et yemekleri hakikaten müthiş, bir de biber kızartması yapmışlar, ancak bu bizim bildiğimiz gibi değil, çarlistona benzer biberler közlenmiş, içleri sarımsakla doldurulmuş, bir güveçte üzerlerine lor peyniri serpilip fırınlanmış. Acısı da tatlısı da bulunuyor bu çarliston biberlerin. İçinde başka ne var bilemiyorum, ama bu lezzet harika. Yeşil ülkenin nimetleri olarak çok çeşit sebzeleri var, sotelenmiş geliyor tabakta, dağ mantarları ile birlikte. En ilginci bir cins içli köfte, top gibi içli köfte usulü bulgurlu kıtır dışı var, içinde ise kıyma ceviz değil, beyin bulunuyor. Hayvancılık çok olunca çok sakatat yiyorlar. Ayıp olmasın diye bir parça alıyorum, ama ben beyin hiç sevmem, Arnavut ciğeri olsa neyse…

Akşam hava çok serin, bizim kız üşüyor, üzerine bir battaniye veriyorlar. Hakikaten dağ havası çok soğuk, oysa Ağustos ayındayız. Denilen o ki, suları bir nehirden bir bardağa doldurulduğunda bardağı çatlatacak kadar soğukmuş.

Türkleri seviyorlar. Masada sohbet ettiğimiz bir bey, gayet güzel konuştuğu Türkçesiyle anlatıyor, “Bir ara Polat Alemdar geldi sokakları görecektiniz, tıklım tıklımdı, valilik binasında konuşma yaptı”. Eşim “Bir de Başbakan gelse ne olacak o zaman” diyor, gülüşüyoruz. Başbakanı da çok seviyorlar. ‘One minute’ ile Arnavutların da kalbini kazanmış. Onlar Başbakan’ın celalli tarafını seviyor, herkes kendine benzeyeni sever ya, o hesap.

Gece Priştine’ye gidiyoruz, çok geç, yol yorgunuyuz, yemen yatıyoruz. Sabah Sultan Murat anma etkinlikleri var. Murat Hüdâvendigâr buraların Fatih’i. Bu bölgeler İstanbul’dan çok önce fethedilmiş. Murat Hüdâvendigâr burada bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit edilmiş. Bu Sırplar çok garip adamlar, tarihte bu bölgede her tür provakasyon onlar kullanılarak yapılmış. Avusturya Macaristan Veliahdını da onlar öldürmüşler. Suikastçıları ile meşhurlar. Sultan Murat Han’ın türbesi Priştine’de şehrin biraz dışında bulunuyor. Sırplar bugünü zafer olarak yorumlarken Arnavutlar ve Türkler Sultan’ı anma günü yapıyorlar. Tüm Balkanlardan türbeye gelen ziyaretçiler oluyor. Bu duyarlılığa sahip kişiler elbette. Etkinliklere katılıyor Sultan Murat’ın etrafında bir araya geliyorlar. Dilerim hakikaten bir uhuvvet tesis olur. Yoksa bölük pörçük bu bölgede hayatta kalmaları zor görünüyor.

Uçak saatimiz itibariyle biz etkinliklere katılamıyoruz. Kısmet. Sultan Murat’a buradan Fatiha gönderiyoruz. Sufiler derler ki, insan nerenin toprağından karılmışsa, oraya defnolunur. Demek Sultan Murat Han’ın bedeni Priştine toprağından gelmiş, o toprağın bağrına dönmüş. En doğrusunu Allah bilir. Kosova’ya ‘keşke biraz daha kalabilseydik, belki tekrar, daha uzun süreliğine geliriz’ düşünceleri eşliğinde veda ediyoruz.

  06.12.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut