MISRİNİN KADEHİNDEN BİR YUDUM SEKR HALİ

Mona İslam

İKİ GÜNDÜR bir rüyanın içindeyim. Evveli rüya, ardı bir tatlı sarhoşluk desek, daha doğru olacak. Niyazi Mısri sempozyumuna gittim. Sabahtan akşama dek süren oturumlar ve hangi biri daha güzel anlattı seçemediğim mümtaz konuşmacılar beni dünya dışı bir yere çektiler. Dışarı çıktığımda sokakları trafiği hayal meyal görebiliyordum. Salonun buz gibi oluşu kolaylıkla üşüyen Arap kanımı bile etkilemiyordu, gün boyu doğru dürüst hiçbir şey yemediğim halde, akşam eve geldiğimde ne bir şey yemeyi, ne bir bardak çay içmeyi becerebildim. Adeta bedenimde değildim, ve yorulmak, görmek, üşümek, yemek içmek gibi bedene ilişkin her şey bana zorlaşmış, uzaklaşmıştı. Gerçeklik yer değiştirmişti sanki, tek gerçek Mısri idi. Ben onun dünyasının bilmediğim bir parçasına düşmüştüm. Düş gibi de değil, elle tutulur bir başkalıktı bu. Onun beyitleri, onun sözleri, onun dünyası, hakikati, nuru.

İçimde neşe ile gürül gürül bir nehir akıyor, dalgalarını sağa sola vuruyor, köpükler çıkararak tepelerden kendini havaya bırakıyor, visal coşkusuyla yere düşüyor. Sanki cennetin dört nehrinden biri olan şarap nehrine batırıldım ve çıktım. Soluksuz kaldım. Bu beşinci viteste araba kullanmak gibi, bir taraftan heyecan verici, zevkli, bir taraftan korkutucu, canınızı ağzınıza getirici. Bazen acı keser adamın nefesini, bazen haz. Bu seferki hazdan. Mısri’nin kadehinden bir yudum beni ne hale soktu…

Bir Nur talebesine sekr hali hiç yakışmazmış. Bilmem yakışır mı acep? Adet değil onu biliyorum yalnız. Oysa şimdi bu gönül sarhoşluğu içinde insan kelimeleri hesapsız döküvermek istiyor kağıda. Kalem daha kıvrak, mürekkep daha gizemli, yazı daha cazibeli bir şey oluyor bu sarhoşlukla. Hani insan aşık olur, bir de sevgisine cevap bulursa, sevinçten deliye döner de yüksek yerlere çıkıp bağıra çağıra ilan-ı aşk etmek, aşkını cümle aleme duyurmak ister ya, öyle bir hal bu, hatta daha da coşkulu. Mecazi aşkın neşesinden daha büyük bir neşe hiç tatmamıştım. Hiç sebepsiz birkaç beyitle sarhoş olmamıştım. Duygularım hiç bu kadar uyanmamış, aklımı hiç bu denli tatlı bir yitirişle yitirmemiştim. Bu algı düzeyinde, insan, dünya elbiselerinden bir kat sıyrılıyor, ülfet perdesi altında kalan manalar azar azar kendini göstermeye başlıyor. Bu sarhoşlukla, bir yandan içirilen her neyse ‘biraz daha’ istiyor, bir yandan aklın uzakta bir yerlere boşlukta uçan bir hayalet gibi gittiğini görüp korkuyor, geri dönme telaşına kapılıyor. Burada çok kaygan bir zemin var. İnsan, azıcık da olsa ‘Şarap icad edilmeden de biz sarhoştuk’diyenleri anlıyor. Haddimi aşmamam daha doğru, anlıyor demeyelim, belki biraz hissediyor.

Gerçi aşk ve sekr halinde haddi korumak çok zor, bu nedenle sûfiler, ‘Fart-ı muhabbette edep sâkıt olur’ diyorlar. Muhabbette fart(ifrat) da aşk ve sekr hali demek oluyor. Bu durumda insan çizgilere dikkat edemez, terbiyeyi muhafaza edemez oluyor. Hiç bu hale girmemiş adam da, size pervasızca ne hadsiz, ne terbiyesiz diyebiliyor. Öyleyse ‘Edep ya hu” deyip toparlanalım ve kendimize laf ettirip insanları günaha sokmayalım. Belki Efendimiz gibi ‘Ya Rabbi bilmiyorlar onlar affet!’ diye niyaz edelim.

Bir rüyada insanlara şöyle dediğimi görüyorum. “Allah’ın sizi ne kadar çok sevdiğini bilseydiniz, ya kolunuzu kıpırdatmazdınız, ki bu kötü bir şey, ya da nasıl mukabele edeceğim diye çıldırırdınız.” Bunu ben mi söylüyorum? Suret ben ama öz bana hiç benzemiyor. Perde iyidir, perde insana istikamet verir. Perde insanı şımarıklıktan ve naz makamında oturmaktan da, sevinçten çıldırmaktan da korur. Perde rahmettir. Bazen bilmemek iyidir. Umut etmek ama kesin bilmemek. Çekinmek ama umutsuzluğa düşmemek. Rüyamdan bunu öğreniyorum.

Şu ana dek ben de hakkalyakin bilmiyordum. Bu hususta ilmelyakinin ise hiç ehemmiyeti yokmuş, o sırf bildiğini sanmak, bilgiçlik taslamakmış, ama insan cahilken cesur olurmuş, şimdi anladım.

Toparlanmak için her sıkıştığımda yaptığım şeyi yaptım, hayatımda bir mürşid gibi yer tutan, muhkem bir kale gibi etrafımı emniyetle çeviren,bilgelikle sınırları gösteren, coşkun dalgalarımı çarpa çarpa durduracağım bir dalgakıran olan ağabeyimi aradım. Anlattım, nasihat ve dua aldım. Halime tebessüm ederek, “Mısri’nin kadehinden iç ama alkolik olma” buyurdu. İyi ki var…

Şimdi sadece bu hali kaydedecek kadar yazıyorum. Yaşamak gibi olmaz ama, kaptan dışarı sızandan içindeki sezildiği gibi sezilebilir belki içimde deveran eden mâyi. Bir şey zerkettiler bana, ne olduğunu bilemedim. Adına Mısrî dediler. Yüzünü hiç görmedim. Oraya Üstad’ımın her vesile ile bir beyitle ‘Ben de Mısrî gibi derim ki…’ demesine tabi olup, onun adres göstermelerinden birine de kulak verip gittim. Sanki bana usulca dokundu, iki gün tir tir titredim. Dudaklarımdan ‘Yolum ilme düştü Ondan gayrı bilmedim, yolum aşka düştü Ondan gayrı sevmedim’ döküldü, dudaklarım benim mi, rüyalarım benim mi hissedemedim. Üstad’ımın işaret buyurup yolladığı hiç bir yerden pişman olup dönmedim. Biraz durulayım ve aklım seslenerek çağırdığım yerden geri gelsin, sempozyumun aklıma bıraktıklarını da anlatacağım. Ancak şimdi gönlüm, hiç tanımadığım bir kuşun hiç aşina olmadığım ama çok keyifli melodisiyle şakıyor. Bir tek gönlüm var burada şimdi. Saf gönül kesildim sanki. İçimdeki sair latifeler ya uyudu ya beni terk etti. İçimde bir ses, hala ayık,uyanık kalan bir latife, ‘Azıcık hikmetten hissen varsa, şimdi sus!’ diyor. Kaybolmaktan korkan bir çocuğun babasının elini tutuşu gibi sımsıkı elinden tutuyorum o latifenin.

Sadece bunları hissettiren sofraya sizin de bir iştiyakınız olsun temennisiyle yazıyorum.Güzel bir şey buldum, siz de bir parça alın muhabbetiyle yazıyorum. Haydi, biz susalım Mısrî konuşsun:

Zat-ı Hakta mahrem-i irfan olan anlar bizi

İlm-i sırda bahr-i bipayan olan anlar bizi.

Bu fena gülzarına bülbül olanlar anlamaz,

Vech-i baki hüsnüne hayran olan anlar bizi.

Dünya vü ukbayı tamir eylemekten geçmişiz,

Her taraftan yıkılıp viran olan anlar bizi.

Biz şol abdalız bıraktık eğnimizden şâlımız

Varlığından soyunup üryan olan anlar bizi.

Kahrı lütfu şey-i vahid bilmeyen çekti azap,

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.

Zahida ayık duruken anlamazsın sen bizi,

Cür’ayı safi içüp mestan olan anlar bizi.

Arifin her bir sözünü duymağa insan gerek

Bu cihanda sanmanız hayvan olan anlar bizi.

Ey niyazı katremiz deryaya saldık biz bugün,

Katre nice anlasın umman olan anlar bizi.

Halkı koyup la mekan ilinde menzil tutalı,

Mısriya şol canlara canan olan anlar bizi.

Niyazi Mısri

Belki hiç biri olmasa viran olduğum ve o canlara sevdalı olduğum için anlamasam da azıcık hissetmişimdir. Eli boş gittim, gönlü dolu döndüm. Mısri’ye irfan sofrasında beni böyle ağırladığı için bin teşekkür. Ruhuna fatiha…

  01.11.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut