İRFAN SOFRASI

Mona İslam

DERLER Kİ, arifler bir sofra kurunca bir daha asla o sofrayı toplamazlarmış, o kıyamete dek, gelenlere, yiyip-içenlere açık olurmuş. Göksel sofra, maide, sofrada şarap ve ekmek, bir temsil, bir işaret. Bir göksel ekmek. Yalnızca kalbi olanların görebildiği, içinden alınan dilimle eksilmeyen bir somun. Sarhoşluğu Hakkın katında kerih görülmeyen, cennetin dört ırmağından birinden doldurulmuş bir kadeh şarap. Kadeh, Mısrî bu kez. Sofra, Mısrî’nin sofrası. Hz. İsa ve havarilere inen gibi, ilk oturandan son oturana dek herkes için bir bayram kılınan sofra. Kadem-i İsa üzere inen bu irfan rızkı, bana da bir bayram oldu doğrusu...

Bu sofradan birkaç lokmayı paylaşayım:

“Fakr tamam olduğunda Allah aşikar olur.”

Tasavvufta fena diye isimlendirilen süreç, insanın önce ilahlığı ve ilahlıktan zuhur eden her tür esma-i ilahiyeyi Allah’tan gayrı kimseye vermemesi, sonra taşrada, afakta yaptığı bu her tür ilahlık kokusundan kendini de arındırması, kendinde zuhur eden güzel isimleri Ona vermesi. Sonra bu isimlerin varlığının üzerine birer araz değil, bilakis varlığının ta kendisi, özü, cevheri olduğunu bilip, kendine de aleme de müstakil bir varlık vermekten vaz geçmesi tamamlandığında, insan sıfıra çıkar. Fakirlik artık, bir şeylere sahip olup başka şeylere sahip olmama durumu değildir. Fakirlik hiçbir şeye sahip olmama durumu da değildir. Fakirlik kendine de sahip olmama durumudur. Biz kendimizi de Ondan dilediğimizde, fakirlik tamam olur. O zaman Allah aşikar olur. Bu fakirin buradan sezdiği sezeceği koku ancak budur.

Bir bilme, bulma, ve olma yolculuğu fakr. İftikar ise fakirlik dilemek, dileyeyim öyleyse. Çünkü bu dilek beni, Gani-i Alel Itlak olana rabt edecek. ‘Biz Allah’a fakiriz, ancak Allah bizim servetimiz’ sırrına erdirecek. Sır bize, yoksa hakikat ayan beyan ortada, fakrı idrak edemeyen bir benim.

Mısrî’nin Hocası Şeyhi Ümmi Sinan Hazretlerinden bahs edilirken ümmilik meselesi önümde beliriyor. “Ümmilik fıtrata dönmektir” deniliyor. “Arınmak ve ünvanları bırakmak.” Bir şey bilmenin kendi çabası ile olmayacağını, bilme denilen pırıltının, Alîm güneşinin bir leması olduğunun, O zuhur ederse herşeyin ayan beyan, etmez de perdeli kalırsa herşeyin laşey/adem/hiç olacağının farkına varmak. İnsanın yaradılış gayesinin bilme olduğu, Onun “Bilinmeyi istediği ve bunun için alemi/insanı yarattığı”, ancak bilmenin de hiçbir şekilde kendi kendine olamayacağını idrak etmek. “O insana bilmediğini öğretti” ayetinin bir güneş gibi kalbe doğması. Öğretmeni Hak olmak.

Ümmilikten fehmime düşenler bu kadar. Ha! Bir de duam var, o da olmasa n’olurum bilmem. “Allah’ım beni de ümmiyet makamına çıkar” Liyakat mi? Nerede! Şükür ki bu dergahta liyakate değil arzuya bakılıyor. Benim arzum çok! Arzu adım gibi benim. Ben hala dere tepe düz giden, ama ardına bakıp bir arpa boyu yol gittiğini görünce hayretten kalakalanlardanım. Ben ümmiliği ne bilirim? Kendinde kudret vehmeden ümmiliği ne bilir? Hayretimle, şakınlığımla istiyorum, Ya Rabb bana da öğret! Kudreti bırakmayı da öğret, zira onu da bilmiyorum. Öğret de, şişeyi taşa çalıvereyim.

Yine etkilendiğim bir cümle yankılanıyor salonun ortasında “Adam olmak Hak’tan başka bir şey olmadığını idrak etmektir.” Titriyorum…

Haşyet titremesi bu, celalin karşısında ürperiş. Adam olmaya ne denli uzak olduğunu fark ediş. Hayran olmak, temaşa etmek, dilin tutulması, küçücük kalmak. Bu celalin karşısında ancak MısrÎ gibi hadid-ül mizac zevât takat yetirebilir. Ben değil.

Dört varlık mertebesinden söz ediliyor:

Lahut, Hakkın tenzih edildiği mertebe.

Ceberrut, Hakikat-i Muhammediyye mertebesi

Melekût, eşyanın hakikatlerinin bulunduğu alem.

Nasut, dört unsurdan müteşekkil şehadet alemi.

Bunları tafsile girişmiyeceğim, belki okuyan yazandan ariftir diye umuyorum. Yalnız, her şeyimizi bina ettiğimiz alem-i şehadetin, dört varlık mertebesinden en alttaki, ve sadece biri olduğunun, ve onun da sadece dört unsur üzere tertip edilmiş olduğunun şaşkınlığı içindeyim. “Herşey” dediğimiz, herşeyin sadece dörtte biri. Ve o dörtte bir, en süflî olan olduğu gibi, aynı zamanda, ateş su, toprak ve hava karışımı bir şey. Bunun için canımızı feda ediyoruz. Bunun için hayatımızı harcıyoruz. Bir çeyreklik için değer mi?

Bir tarafta da, bu dört aleminin en süflîsi, böyle muazzam ve ihata edilemezse, insanın ne isteyeceğini bilmesi imkansız hale geliyor. En gelişmiş teleskoplarla bile ucu bucağı gözlenemeyen, bilinemeyen Allah’ın bunun gibi ve bundan rütbece büyük üç alemi daha mı varmış? Cennet dahi alemi şehadet mi sayılıyormuş? Tüm bunlar ise dört unsurdan mı yapılıyormuş? Allah ne büyük! Tüm mucizelerini basit dört şeyle nasıl yapıyor? İşte Allah ayetlerini bir racul-ü fâcir* eliyle de gösteriyor. Kimi zaman benim elimden gösterdiği gibi. Racul olmasam da, fâcir olduğum muhakkak. En aciz dört sebebin eline en icazlı ve akıllara durgunluk veren kainatı da öyle veriyor. Subhanallah!

Bu büyüklüğü tasavvur ve tahayyül denemesi nefesi kesiyor.

Yine iki kavram karşıma çıkıyor: Taşra ve merkez. Bir şehir var, bir de taşrası. Bir ben varım, bir de gayrısı. Bir enfüs var, bir de afak. Şimdiye dek enfüse merkez, afaka taşra demeyi bilirdim de, bu gün yeni bir şey daha öğrendim. “Taşra, Allah’ın unutulduğu yer, merkez Allah’ın anıldığı yerdir” diyorlar. Ne hoş! Yahut, taşra insan-ı kâmilin olmadığı, etkisinin hissedilmediği yer(muhakkak etkisi var ama belki oradakilerce hissedilmiyor), merkez ise insan-ı kâmilin olduğu, onun hükmünün geçtiği yer. Böylece zihnimde Medine’tün nebi kavramı açılıyor. Nebi’nin şehri, merkez, nebinin soluğunun olduğu her şehir merkez, nebiye tâbi olan her insan, bir merkez. Olmadığı, ya da hissedilmediği yer taşra.

Bir de dize okuyorlar Mısrî’den:

“Bugün Yakub-u kalbe Yusuf’u candan haber geldi”

Halden hale geçiyorum, yoruldum heyecandan soluğum kesildi, ama salondan çıkamıyorum. Hem ruh-u canımla dinlemek istiyorum, hem kalbim yetmeyecek sanıyorum.

Mısrî, seyr-i sulûkunda mühim bir merhale olan, Ümmi Sinan’la tanışması, ondan kendisine çağrının ulaşması ile bu dizeyi söylüyor. Bir sevinç çığılığı, bir kahkaha bu dize. Bir yerde tıkanmışlık hisseden artık yol alamadığını bilen, kendisine uzanacak bir el bekleyen herkes Mısrî kadar olmasa da, kendi kadar bu dizedeki manayı hisseder. Zaten herkes ötekini kendi kadar hisseder, kendi kadar dinler, kendi kadar anlar, kendi kadar sever. Ben de bir vakit böyle hissettim, bir el yardıma geldi. Beni bir menzile dek getirdi, işi bitti, gitti. Bir vakit daha böyle hissettim, bir el daha geldi, şimdi o eli tutmaktayım. Dilerim tuttuğum elle Allah’a biat ediyor sayılayım. Allah eline tecelligah olan tüm ellerden, hayatıma giren ve elimi tutan her öğretmenden razı olsun. Ben onların her birinden razıyım. Bazen celalle bazen cemalle yardım eli uzattılar, Allah onlara daima cemalle mukabele etsin. Allah da onların ellerini tutsun. Onlar da benim kalbime Yusuf’tan haber getirdiler. Umut kandilimi sönmeye yüz tutmuşken yeniden yaktılar, Hakikat-i Muhammediye’ye bir ayna oldular.

Uzanan eller insana:

“Mecnun isen ey dîl sana Leyla mı bulunmaz?” dedirtmiyor mu? Vallahi dedirtiyor!

Yine zihnim Konevi’nin fakr ile aşk arasında kurduğu ilişkiye gitti. Ah Konevi, her sarhoşlukta gelip yüzüme ilminden bir tutam su serpiyorsun, Nur ol! İnsan fakiri olduğu şeye aşıktır. İnsan kemali ister, tamamlanmayı diler, ve seyri de kemale doğrudur. İnsan kendinde olmayanı, fakiri olduğu şeyi ister, tutkuyla diler, aşkla talep eder, aşk ve fakr iki kanat olur insana yol aldırır. İnsanı ihtiyacından daha fazla tutuşturan, harekete geçiren bir şey var mıdır? Aşk insana zirveye çıkana kadar lazım. Dağa tırmanmak, fakr ve aşkla olur. Ya tırmanırsak? O zaman orada aşk irfana dönüşürmüş. “Müş” çünkü ben onu bilmem. Ben fakrı ve aşkı bilirim, ben bir elinde aşk bir elinde fakr tırmanmayı bilirim, birkez rüyamda da görmüştüm, bir dağa tırmanışımı, arkamda iki büyük mürşid vardı, her sürçtüğümde, tökezlediğimde tutuyorlar ve yola devam etmemi sağlıyorlardı. Yolun sonunda uçsuz bucaksız bir deniz vardı, varmış, mış, sahilinde ehli fütüvvetle, ebedi gençlerle, muhakkiklerle yürümek varmış, mış, öyle diyorlar. Ben gördüğüm rüyaya inanırım, benim aynel yakinden nasibimdir, rüya, yoksa ben onu uyanıkken nasıl göreyim?

“Senin Üstad-ı feyzin aşktır, gir mekteb-i aşka
Sana eyler ne lazımsa lisan-ı hal ile tâlim
Seni yâd etmez idik olmasa dîl alemde
Aferin gönlümüze rehber-i aşk oldu bize”*

Allah bizi kendine fakir kılsın.

Allah bize tırmanacak aşkı ihsan etsin.


*Konevi

  04.11.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut