Benim sevgili ölümüm

Aytekin Akar

ELİMDE KÜÇÜK sararmış bir fotoğraf. Göğüs hizasında çekilmiş resimde, tebessüm eden iki yaşlı insan ve aralarında kuş çıkacakmış gibi neşe içinde objektife bakan minik, saçsız bir bebek... Dedem, anneannem ve ben.

Resimdeki hafif yorgun yüzler, hayatlarının hatırladığım son demlerine göre daha kırışıksız ve az yıpranmış. Küçücük tombik elimle, anneannemin başörtüsünü sımsıkı yakalamış, hafifçe başından sıyırmışım. Belli ki fotoğraf stüdyosundaki ortam, ışıklar, büyüklerin bana ilgileri, beni oldukça keyiflendirmiş.

Geçen bayram mezarlarına gittiğimde, bu siyah beyaz tablo hep gözlerimin önüne geldi. Onların peşisıra göçüp gitmelerine kadar, çocukluğum ve ilk gençlik yıllarımda, ikisiyle de öyle güzel anılarım olmuştu ki. Ama en samimi, en mutlu anlarımın bu resmin çekildiği zamanlarda yaşanmış olabileceğini düşünüyorum. Çünkü, bu tablodaki benim günahsız, en saf, en temiz, en güzel, en sevimli halim ve büyüklerimin de bana sevgi ve şefkatlerinin en zirvede olduğu zamanlardı. Hepsi hepsi, geriye kalan işte sadece küçük bir resimde, ufak bir karede belgelenmiş bu sevgi ve şefkat hatırası. Ziya Osman Saba’nın şiirindeki gibi:

Çocukluğum, çocukluğum...
Bir çekmecede unutulmuş,
Senelerle rengi solmuş,
Bir tek resim çocukluğum...

Fotoğraf bile zamana direnememiş, sararmış. Karenin içindeki sevgi halesini şekillendiren üç insandan önce birisi, dört yıl sonra da diğeri birer tohum misali toprağa düşüvermişlerdi. Besbelli ki yıllarla bile sayılsa, çok sürmeyecek, aynı toprak resimdeki üçüncü kişiyi de bağrına basacak.

Zaman, kendisine ömür verilen canlı, cansız tüm varlıkları en sarıldıkları, üzerine titrenilen değerlerinden yakalamış ve adeta kemirmeye ayarlanmış. Geçmez, bitmez diye düşünüldükçe, görünürde çokluğuna aldanılıp tükenmez zannedildikçe su gibi akıyor, rüzgar gibi uçuyor, yıpratıyor, çürütüyor... İnsanı nefeslerinin sayısı tükenir tükenmez, gözünü bile kırpmadan Azrail’in ellerine teslim ediveriyor.

İnsan yaşlanınca hayallerinin yerini artık anılar almaya başlarmış. Hatırlarım... Dedem yaşlandıkça geleceğinden, hayattan beklentilerinden pek söz etmezdi, gençliğini yeniden yaşar gibi iç geçirmeler eşliğinde sürekli anılarından bahsederdi. Demek uykuda ve rüyada gibi yaşanmış olan o anılardan geriye kalan bu “ah”lar, "vah"lar, iç çekmeler, göz yaşarmaları... Kim olursa olsun, ne yaşamış olursa olsun, hatta en şaşaalı, en debdebeli, en deli dolu yaşayanların bile son durakları aynı yer.

Sevdiklerimle böylesi en güzel anılarım, ölümü düşündükçe buruklaşıyor, sanki tüm zevklerim birdenbire tahrip olup acılaşıyor. Sevdiklerimin benim dünyamı ansızın terk edip ayrılmaları, görünürde yokluğa karışıyor gibi olmaları ve ardından da onlardan bihaber kalmam beni ürkütüyor. Ayrılıklar yakıcı bir hasretin yanısıra, insana derin acı ve hüzün veriyor.

Yüzü böylesine soğuk olan ölüm sevilebilir mi?

Aklıma getirince bile zevklerimi gideren, lezzetlerimi buruklaştıran ölümü sevebilmem mümkün mü?

Ama ölümü sevenlerin olduğunu biliyorum. Sadece hastalıkları, acıları dayanılmaz boyutlara ulaşınca onu kurtuluş gibi görenler, aklını yitirip veya bir sebeple herşeyi göze alarak dünyadan terk-i diyar etmeyi dileyenler değil, elbette herkes gibi acısıyla tatlısıyla ömrünü tüketerek ölümü hoşgeldin diye karşılayanlar da var ve tarihte yaşamışlar. Ölümün yaklaşırken gönderdiği mektup ve mesajları okuyabilen, ne tür bir âleme kapı olduğunu hakkıyla tefekkür edip sindirebilen birçok insan da ölümü farklı “yaşamış,” onun soğuk maskesini sıyırıp sevimli yüzünü görebilmişler.

Öyle ya, sevmek, sevilenle bütünleşebilmek, onu özümsemek ve kendini onda görebilmek demektir. Sevmek, sevilene giden bir yol, bir yolculuk... Ona yakın olma isteği, ona başkalarından farklı nazarla bakabilmek, yoğun bir ilgi duymak ve ondan gelen mesajlara kulağını, gönlünü açık tutmaktır.

Düşen yapraklar, solan çiçekler, zamanla buruş buruş olan tenim, gittikçe aşınan ve eski işlevini göremez olan organlarım, tüm kalbimle bağlandığım sevdiklerimin benden ayrılması ve hatta pırıl pırıl güneşin batması... Geçmişte yaşadıklarımın elimden gitmesi, gelecekte yaşayacaklarıma elimin ulaşamaması ve her yönden gelen üzücü, kederli olaylar ve ayrılıklarla kabire doğru biçare sürükleniyorum. Günler geçtikçe soğuyan havanın kışın gelişini fısıldaması gibi, olan bitenler ölümün soğuk nefesini sık sık ensemde hissettiriyor. Tam bu anlarda Üstad Bediüzzamanın yazdığı şu cümleleri hatırlıyorum:

Bir zaman yüksek bir dağ başındaydım. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam mânâsıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fenâ ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevâle karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdirle pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemâlât ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev'iye dahi kabre karşı tuğyan edip (taşkınlık yapıp) feveran etti. Ve altı cihetle istimdatkârâne (medet umar şekilde) baktım; hiç bir teselli, bir medet göremedim. Çünkü, zaman-ı mâzi tarafı, bir mezar-ı ekber; ve müstakbel bir karanlık; ve yukarı bir dehşet; ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazîn haller, hadsiz muzır şeylerin tehâcümâtını (hücumlarını) gördüm.

Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı, hakikat-i halin yüzünü gösterdi. "Bak" dedi.

En evvel, beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki, ölüm, ehl-i İmân için bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir, bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmân'a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir diye kat'î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeye başladım. (Şualar - 2. Şua)

Demek, ölümü sevebilmem, görünen yüzünü bir kenara bırakıp ardındaki gerçek yüzünü görmeye çalışmamla ve onun bana kainat ve hayatın akışındaki olayları işaretle bildirdiklerini dinlememle mümkün olabilecektir. Ayrıca ölümün hasletlerini, ondaki sırları, güzellikleri, ölmeden yakınen gören bilen, ölmeden ölenlerden dinlemem de beni ona ısındırabilecektir.

Ölüm, başta beni var edene, sonra göremediğim ama çok büyük muhabbet duyduğum Resul-i Ekrem (a.s.m)’e, pek çok sevdiğime kavuşabileceğim âleme açılan bir kapı. Ölüm, insanı kendine getiren ve sık anılması tavsiye olunan en tesirli nasihat. Yokluk dehşetini, ayrılık hüznünü, kavuşma sevincini, varlık ve sağlık nimetini insana fazla söze hacet bırakmadan anlatan samimi bir dost.

Demek ki ölüm, sevenin sevdikleriyle visalinde bir köprü hükmündedir. Yokluk değil, hiçlik değil, sadece asıl olan ruhun dünyada kendisine arkadaşlık yapan bedenden ayrılmasıdır. Dünyadaki görevimizden terhis ve yeniden bir doğuştur.

Ölümü sevmek, önce onunla barışmak, sonra sevgiliyi anar gibi onu sık sık anmak, dikkatlice dinlemek ve anlamaya çalışmakla mümkün olabilir. Hayatın derin anlamları, ölmeden ölmelerde, başa gelmeden buyur etmelerde saklıdır. Ve belki de ölümü sevebilmek, ölümde dirilmek demektir.

  23.10.2010

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut