Aynı hakikate bakan iki ayrı lisan: İsm-i Azam ya da Ayet-ül Kübra

Mona İslam

KONEVİ’NİN KIRK Hadis Şerhi üzerinde tefekküre devam ediyorum.

Bu kez tefekkür mevzuu ism-i azam meselesi.

Konevi söze önce Peygamberimiz’in farklı farklı dua ettikleri birkaç sahabesine “ismi azamla dua etti” buyurmasını nakille başlıyor. Nasıl oluyor da her biri farklı isimlerle dua ettikleri halde ism-i azamla dua etmiş olabiliyorlar? “İsm-i azamla dua edenin duası reddolunmaz” hadisinin de müjdesi ortada iken, hangisinin ism-i azam olduğunu bilmek önemli değil mi? Konevi de bu meseleye kafa yoruyor.

Önce “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti” ayeti ile başlayalım. Buradan öğreniyoruz ki insana öğretilen isimler sonsuz. Zira ‘bütün isimler’ kavramı Allah için söz konusu edildiğinde, sonsuza tekabül ediyor. İnsan, marifeti genişledikçe bu isimlere yenisini katıyor. Marifet de kuşkusuz marifet-ün nefsden ibaret. Zira isimler bünyemizde derc edilmiş, kendimizi bilme oranımız arttıkça isimleri de bilme oranımız artıyor. Marifetünnefsin marifetullaha götürmesi sırrı burada gizli.

Adem’e isimlerin öğretilmesinden sonra her bir peygambere farklı isimlerin azam isim olarak verildiğini görüyoruz. Füsus-ul Hikem’den yardım alırsak, her bir peygamberin kendisiyle tahakkuk ettiği, sair isimleri onun penceresinden gördüğü, bir hakikati/ayn-ı sabitesi var. Bu hakikat bizatihi o ism-i azam. Bu diğer insanlar için de geçerli. Her birimizin üzerimizde mütecelli diğer isimlerden ayrı, hayatımıza şekil vermede liderlik eden bir isim var. Bizim ism-i azamımız. İbnül Arabi terminolojisiyle Rabb-i Hass’ımız. İnsanın kendi hakkında da, Rabbi hakkında da marifeti, bu isimle zirve yapıyor. Rabbimizi bize en iyi anlatan isim bu, en azından bizim için. Bu da ashabın farklı farklı isimlerle dua etmelerine rağmen, Efendimiz’in onlardan “İsm-i azamla dua ediyorlar” diye söz etmesini izah ediyor.

Buraya kadar sübjektif bir ism-i azamdan söz ettik. Peki ism-i azam meselesinin objektif bir yönü hiç mi yok? Elbette var, şöyle ki:

Allah’ın isimlerinin her birinin arasında mevcut bir hiyerarşi de bulunuyor. Zat isimleri, sıfat isimlerinden, sıfat isimleri fiil isimlerinden kıdemli. Buna Risale terminolojisiyle şuun, sıfat ve esma da diyebilirsiniz. Zat isimleri ya da şuun, diğer isimlere kıdemli olması manasında ism-i azam oluyorlar. Bu isimler Hayy, Alim, Murid, Kadir isimleri. Kudret tüm fiil isimlerinin üzerinde cereyan eden bir isim. El Kâdir ve el-Kadîr biçiminde düşünülmeli. El-Halik, el-Bari’,el-Musavvir, el-Kâbıd, el-Basıt isimleri ondan zuhur ediyorlar. Kadîr ismi hepsinin ümmü, yani anası, çıktıkları yer. Bu anlamda Kadir ismi ile dua eden zikrettiğimiz tüm isimlerle bizatihi zikretmeden dahi dua etmiş oluyor. Bu bağlamda er-Rauf, el-Vedud, el-Atuf gibi isimler de el- Murid ismine tabiler. Hakeza, el- Hasib, er- Rakib, eş- Şehid vb. isimler de el Alim ismine. Bu arada kudretin iradeye iradenin ilme ilmin ise hayata tabi olduğunu belirtirsek, tüm isimlerin el Hayy’da toplandığını da rahatlıkla görebiliyoruz. Bu da bize sübjektif olanın dışında ayrı bir ism-i azam anlayışı veriyor. Bir çok büyük alimin Hayy isminin ism-i azam olduğunu söylemelerinin altında böyle bir anlayış yatıyor.

Bir diğer durum da marifetle ilgili. Her insanın marifetinin bir arşı var. O arşa çıktığında yani seyr-i sulukunda yol sonsuz olduğu halde o bir makama varıp durduğunda, o makamda hüküm ferma olan isim, yani Rabbe dair orada elde edilen bilgi, o kişinin ism-i azamı oluyor. Çünkü isim, zattan bilgi veren şeye denir. Zat mutlak manada bilinemeyeceğine göre, elimizde O’ndan haber veren sadece isim kalıyor. Bilgimizin zirvesinde elde ettiğimiz ismin içerdiği mana, bizim hakkımızda bir ism-i azam oluyor. Bunu “Allah hakkında bilgin arttıkça, duan reddolunmaz” şeklinde de anlamak mümkün. Zira Konevi büyük zatların ekseriyetle dualarının reddolunmama sebebini, Allah hakkında marifetlerinin derinliği olarak gösteriyor.

Yani, bir isim sizin dünyanızda ne denli sair isimlere perde değil, pencere oluyorsa, onları da bünyesinde gösteriyor, hatırlatıyorsa, o isimle ahlaklanmanız ne denli diğer ahlakları da suhuletle elde etmenize yol açıyorsa, o sizin ism-i azamınızdır.

Bayezid-i Bistami’ye “İsm-i azam nedir?” diye sormuşlar:

“Bana küçüğünü gösterin ben de size büyüğünü söyleyeyim. Allah’ın isimlerinin hepsi büyüktür. Dürüst ol, hangi isme bağlanırsan bağlan, o isim, seninle birlikte faal olur” demiştir.

Son olarak Konevi’nin söylediği bir husus var ki, beni şaşırtmadı diyemem. O da şu: Konevi’ye göre ism-i azam bir yönüyle de insan-ı kamil. Bunu bize ismin zat hakkında bilgi veren şey olduğu tanımından yola çıkarak izah ediyor. Madem ki zat hakkında bilgi veren şeye isim deniliyor, o halde insan, Allah’ın zatı hakkında en çok bilgi veren varlık olduğuna göre, insan da bir isim. Şayet o insan kamil ise, Ademî cemiyeti itibariyle, tüm isimleri bünyesinde toplar ve bir zirve isimle Rabb-i Hass’ını bize anlatır. O insana bakarak, Allah hakkında bilgi ediniriz. Bu Hz. Peygamber’in “Yaşayan Kuran” olması, “İnsan-ı Kamil’in Kuran’ın ikiz kardeşi olması, mertebelerine göre tüm müminlerin, kimi zaman bir ayete, kimi zaman bir sureye denk gelecek biçimde, Kur’an olmaları meselesi ile de örtüşüyor. Hatırlayın Hz. Ali mızrakların ucuna Kur’an sayfalarını takanlara nasıl seslenmişti: “Enel Kur’an”(Ben Kur’an’ım) bu bir şatiyat değil, bilakis bir hakikatti. Allah “İsa ve annesini(aleyhimasselam) bir ayet kıldık” derken de aynı noktaya işaret ediyor. Burada ayet ve isim kelimeleri, O’nu gösteren anlatan birer işaret levhası, birer tarifname olarak eşleşiyorlar.

Tam da burada “Kainattan Halık’ını soran seyyahın müşahedatını” hatırlıyorum. Yıldızlardan cevv-i semaya, bitkilerden, hayvanlara, beşeri alemden, peygamberlerin nurlu kafilesine dek seyr-i suluk eden ve her mertebede öğrendiklerini cemmiyeti itibariyle bünyesinde toplayan o seyyah, bizatihi ayet-ül kübra değil miydi? O ayet bir ism-i azam manası taşır. ‘İnsan-ı kamil bir ism-i azamdır’ diyen Konevi ile seyyahın öyküsünü ayet-ül kübra olarak nazara veren Bediüzzaman, bir meselede daha örtüşüyorlar. Yine iki sadık şahit bir meseleye mübarek parmaklarıyla işaret ediyor, yine hakikat kamerini gördüğümüze hiçbir tereddüt kalmıyor. Allah o mübaret parmakların olduğu elleri öpmeyi bize nasip etsin. Bizi de ism-i azam/ayet-ül kübra kılsın inşallah.

“Senin övgünü hakkıyla ifa edemem ve senin künhüne vâkıf olamam” hadisi de, ne olursak olalım, nereye çıkarsak çıkalım, Onu hakkıyla bilemeceğimiz,Onu hakkıyla gösteremeyeceğimiz, Onunla tastamam tahakkuk edemeyeceğimiz, yani aciz olduğumuz gerçeğini “Bilmek bilmediğini bilmektir”* dercesine hatırlatıyor. Bu da yine hatıra tasavvufun kalbini “Bana en çok bende olmayan şeylerle yaklaşırsın ey Bayezid” diye Rabbinin seslenişini duyan Bayezid-i Bistami’yi getiriyor. Bunu unutmayalım ki, kendimizi bir şey sanıp şaşırmayalım.


*İbn’ül Arabi.

  11.11.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut