MÜMİN OLMAYI ÖĞRENİRKEN

Mona İslam

"Ey Ademoğlu! Ne düşük himmetin vardır ve nefsin ne de alçaktır. Ben seni talep etmekteyim, sen benden kaçmaktasın. Seni tard eden şeye ise gitmektesin" *


Müminun suresini okuyoruz. Sure bir müjde ile başlıyor. “Kesinlikle müminler kurtarılmıştır”(1) Önce hiçbir şüpheye mahal vermeyecek bir kesinlik ifadesi ‘kad’ geliyor, sonra edilgenlik ifade eden ‘eflaha’ fiili. Bu ifade biçimi bize müminlerin kendi kendilerine değil, Bir’i tarafından kurtarılan insanlar olduklarını gösteriyor. Mealler ifadeye gelecek zaman çeviri vermişler. Oysa ifade geniş zaman kipinde. Ahirette kurtulacakları düşünülmüş olmalı. Oysa el an kurtarılmış değiller mi? Sonraki tariflere bakacak olursak bu insanlar iyi olana yöneltilip kötü olandan muhafaza edildikleri için zaten kurtarılmış kimseler.

Onlar ki salatlarında alçakgönüllü bir duyarlılık içindedirler.

Onlar ki boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirirler.

Onlar ki arınmak için gerekeni yaparlar.

Onlar ki iffetlerini korurlar….

Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine sadakat gösterirler.

Salatlarını tüm dünyevi kaygılardan uzak tutarlar(İhlaslıdırlar, her türlü riya ve münafıklık alametinden uzaktırlar.)

Onlar varistirler, cennete, ve orada sonsuzdurlar.

Mümin olarak tanımlanabilmek yukarıdaki özelliklere boyanmaya matuf. Tarif açık, kendimize bakalım. Şayet bu vasıflar bizde bulunuyorsa, o zaman cennete varisiz demektir.Varis kendisine miras kalana derler. Miras sizin çabanızla kazanılan bir mal değildir. Öylece kucağınıza bırakılır. Tek illeti yakınlıktır. Birinin akrabası/yakını iseniz yakınlığınız ölçüsünde mirastan hissedar olursunuz. Tam bir halifetullah iseniz bir oğulun babasına mirasçı oluşu gibi Allah’ın mülküne varis olursunuz. Altındaki tabakaların her biri kurbiyete göre mirastan pay alır. Allah bize yakın da biz Ona yakın mıyız? Yahut Onun yakınlığının farkında mıyız? Onun Yakınlığının farkına varmak cennettir. Bir velinin dediği gibi cennet Sevgilinin olduğu yerdir. Cehennem Onun olmadığı yer. Onun olmadığı bir yer var mı? Hakikatte yok, ama gafletimizle vehmimizle adem alemlerimizle biz onu var kılıyoruz. Böylece kendi zihnimizin uzaklığı ve vahşetinden cehennemimizi kendimiz inşa ediyoruz. Cennet bizim şimdi batınımızda, sonra zahirimizde olacak inşallah. Bir miras bir lütuf olarak, zinhar bir kazanç olarak değil. Zira sadece var olanı fark ediyoruz. Bunun için madalya mı istiyoruz?

Sonra sure insanın balçıktan ve embriyodan yaratılışını nazara verir. Rahimde itina ile büyütülüşünü. Safha safha kemik ve etlerinin, cildinin giydirilişini ve insan denilecek hale getirilişini. Bana bu ayet insanın manevi yaradılışını da çağrıştırıyor. İnsan bu dünyaya hiçbir şey bilmez halde geliyor. Ve bir evde, bir ailede, bir cemaatte, bir rahmet halesi içinde, adeta bir rahimde büyütülür gibi büyütülüyor. Bir annesi ve bir babası var.

Bir latif nükte de insanın alakadan yaratılması ile ilgili. Bunu insan alâkadan yaratıldı diye yorumluyorlar. Bir erkek ve kadının birbirine alâkasından, Allah’ın insana alâkasından. Rahim duvarına sımsıkı yapışmaya işaret ediyor alaka. İnsan da bu sımsıkı yapışmanın ürünü. Zahirde kadın ve erkeğin, batında Rabbinin. Varlığın mayası muhabbettir diyenler böyle düşünyorlar. Hoş!

Bu da Şeyh-i Ekber’in insanın ruhu için de bir anne ve bir baba olduğundan bahsini hatıra getiriyor. Rahimdeki oluşum safhaları ise insanın seyr-i sulukundaki meratibe işaret ediyor olmasın? Belki. Ben ayetlere Yusuf makamından bir rüyayı tabir eder gibi bakmayı seviyorum. Yusuf (as) benim kahramanım, alem-i misalde kurtarıcım. Hiç unutmuyorum beni hem mecnun halimden, hem içine sıkışıp kaldığım saraydan kurtarışını. Bereket ülkesi Mısıra yelken açışını. Misal alemi bu arzdan kat kat geniş. Hayalim o alemin bu bedendeki şubesi. Sembolleri hayalime yolluyorum, manaları aklıma gönderiyor. Delilim yok, hiç hayalin delili olur mu?

Sonra ona bir et parçası, bir cenin değil, insan denilebiliyor. İnsan hakiki manada insan olabilmek için de o seyr-i suluk safhalarından geçmiyor mu? Geçmese, dünyaya geldiği hali ile kalsa, olgunlaşmasa, taallümle tekemmül etmese, ona hayvan denilmiyor mu? İnsan olmak oluşum safhalarını tamamlamakla mümkün. İnsan olamak ömür boyu öğrenmekle, öğrendiklerini hale dönüştürmekle mümkün.

Ve kemaline ulaşan insan ölür. Yazık mı? Yoo. Her kemal bir zevali netice verir. Her zeval de, yeni bir kemalin habercisidir. Konevi insanın seyrini dairesel bir yol olarak anlatır. Ancak kemal sandığımız gibi bir dairenin tamamlanışından ibaret değildir. Bir dairenin bitimi kemaldir, aynı zamanda da zevaldir. Yani insan ölür, ancak o dairede ölür, başka bir halkayı yürümeye başlamıştır bile…

Böylece insan birinci daireden sonra ikinci daireyi sonra üçüncüyü tamamlar, helezonik bir biçimde uruç eder. Varın siz buna dairesel çıkan merdiven katları deyin. Her katta bir mertebe, her mertebede bir dinlenme vardır. Varın siz bu dinlenmeye mezarda yatmak deyin. İnsan ikinci daireyi illa ki fiziksel ölümü tattıktan sonra sürecek değildir. Şayet daireyi tamamlamışsa o bu dünyada da bir cihette ölümü tatmış, ölmeden ölenlerden olmuş demektir.

Hiç hissetmediniz mi? On yıl önceki kız ben miydim? Hiç eski günlüklerinizi okudunuz mu? Oradaki ruh şimdiki ruhunuz mu? Yoksa bambaşka bir yaratılışla yeni bir hayat mı yaşadığınız? Fotoğraflara bakmayın, çünkü ben fiziksel bir değişimden söz etmiyorum.Ruhunuza bakmayı alışkanlık edinin, bunu fotoğraflara bakmaktan çok daha iç açıcı bulacaksınız. Cesediniz için kuşkusuz bir ölüm vardır. Ama ya nefsiniz, o sayısız kere ölür, sayısız kere dirilir. Her ölümde bir mertebe yükselir, her dirilişte önüne yeni bir hayat çıkarılır. Dikkat edin, siz de hissedeceksiniz.

Yine gerçek şu ki, Biz sizin üzerinizde yedi semavi yörünge yarattık. Şüphesiz biz yarattığımız alemden habersiz değiliz.(17)

Size ne düşündürüyor bilmem ama ayet bana nefsin yedi mertebesinden, yedi ölümden ve yedi dirimden söz ediyor. Nefs-i emmare son yörüngede bulunuyor, daireleri döndükçe ve tamamladıkça kurbiyyet artıyor, Güneşler Güneşine yaklaşıyor. Son mertebede güneşe öyle yakın oluyor ki, varlığı Onun varlığından ayırt edilemiyor. Kendine dair bir şey kalmıyor(fena), her şey O oluyor(beka). Siz güneşe en yakın gezegenin de güneş gibi bir ateş topu olduğunu biliyor musunuz? Güneşe göre güneşçik ama yine de yakın olduğuna benziyor.(teşbih)

Müteakip ayet bize yeryüzüne suyun indirilişini bir nimet ve lütuf olarak nazara veriyor. Yeryüzü biziz. Topraktan, balçıktan yaratıldığı önceki ayetlerde tarif edilen bedenimiz, bu dünyadaki varlığımız. Bize su gibi bir ilim indiriliyor. Biz o ilimle büyüyoruz, yeşeriyoruz. Ağaç oluyoruz. Meyve veriyoruz. Allah hurma ve üzümden söz ediyor. Bu iki cins salih amele bakıyor olmalı. Hangileri mi? Onu bilemiyorum. Dilerim bir gün Rabbim öğretir. Ağaç biz isek, meyveler de bizim salih amellerimiz. Ancak Allah amellerimize sahiplenmeyelim diye ‘Meyveleri ben meydana getirdim’ buyuruyor. Sonra işi orada bırakmayıp ‘Ağaç da benim’ diyor. Sadece amellerimize değil, kendimize de malikiyet iddiamızı söndürüyor.

Bunun için de mübarek bir ağacı, Tur-i Sina’da yetişen bir ağacı örnekliyor. Anlaşılan o ki, mümini tarif ederken bahs ettiğimiz ağaç sıradan bir ağaç değil. Tur dağı vahyi sembolize ediyor. Hani Tur’da Allah Musa’ya bir yanan ağaçdan seslenmişti ya, hatırladınız mı? Sina çevresi de vahyin indiği topraklardaki nebevi geleneği anlatıyor olmalı. Öyleyse bu ağaç vahyin ve sünnetin meydana getiridği bir ağaç. Mümin olmanın kriteri ortaya böyle konuluyor. Üstelik Allah onun hoş kokusunu, başkalarına nasıl faydalı ve leziz bir meyve sağladığını tarif ediyor ki, bu da müminin hem halen hem de fiilen insanlara faydalı olan kişi olduğunu hatırlatıyor. Mümin zeytine benziyor, ne hoş!

Allah bizim de amellerimizin de sahibi olduğunu açıkladıktan sonra, bize kendilerinden istifade edilen süt veren hayvanları misal veriyor. Onlardan içtiğimiz süt de Onun ikramı. Füsus-ul Hikem’de İbn’ül Arabi Hz. İbrahim’in kurban hadisesini anlatırken koçu mübarek oğula remiz yapar. Bu insan Allah’ın emrine boyun eğmede, nefsini ona kurban etmede kurbanlık hayvanlar gibi itaatkardır. Bu bana koyun, keçi, deve, inek gibi kurbanlık hayvanların çeşitli mümin gruplara işaretle verildiğini çağrıştırıyor. Belki vahşi hayvanlar da kafirlere benziyor. Onların eti yenmiyor, sütü içilmiyor, yalnız zararları dokunuyor. Ancak yine de sistem içinde bir vazifeleri var, ve bilmeden de olsa ona çalıştırılıyorlar.(meşiet-ilahi)

Biz sadece gökten inen suyla değil hayvanlardan aldığımız sütle de besleniyoruz. Öyleyse bize süt gibi bir ilim içiren şeyhler, üstadlar, alimler, öğretmenler de o sütün/ilmin sahibi değiller. Su vasıtasız ve yalın ilme, süt ise insanda bir hale dönüşmüş, bir ahlak olmuş sünnete adaba işaret ediyor. Biz bu adabı, o insanlardan öğreniyoruz. Ancak burada onları perde yapmayalım diye Allah bizi uyarıyor. “Sütü size biz içiriyoruz.”

Onlarla gemilerle taşındığınız gibi taşınıyorsunuz.

Bu öğretmenler bize anne karnına benzeyen şu dünya hayatında seyrimizi tamamlayıp insan olabilmemiz için katedilecek yolda binek oluyorlar. Her birinin bir sandalı/gemisi var ve biz onlara binip bu dünyanın dağlar vari dalgalarında menzile doğru yol alıyoruz. Ancak ne denizde batmama sebebi sandal, ne de yolda gitme sebebi o büyük insanlar. Müsebbib-ül Esbab Allah. Yolda tutan O, batırmayan O, taşıyan O, ulaştıran O. Bunu vesilelerle yapıyor, o kadar.

Ayet bu sandalların en büyüklerinden birini Nuh’un gemisini nazarımıza veriyor sonra. Külli olandan cüzi olana, bir misale geçiyor. Geminin yapılışının vahiyle, çift çift hayvanların ona gelişinin sevk-i ilahi ile olduğu anlatılıyor. Yani yol kurma, ve menzile ulaştırma bilgisi de öğretiliyor, o yola ihtiyacı olanın o yolu ve bilgiyi/terbiyeyi bulması da sevk-i ilahi ile oluyor. Çift çift hayvanlar o gemilere binen kadın erkek kurtarılacak insanları çağrıştırmıyor mu? Hani ilk başta kurtarıldığı söylenen müminler…

Tennur ateşleniyor. Çünkü gemi aşk ve şevkin ateşi ile gidiyor. O ateşi de gönlümüzde Nuh gibi peygamberler yakıyorlar. Bizi o yolda götüren ateş dosdoğru bir yerde kullanılıyor. Nefsin ateşinin doğru yerde kullanılışı gibi. Yoksa maazallah ateş gemiyi de içindekileri de yakar. Öyle ise öğretmenler bize aşk ateşini nerede nasıl ve hangi sınırlar dahilinde kullanacağımızı da öğretiyorlar. Ne ateşsiz oluyor, ne de ateş kontrolsüz bırakılıyor.

Gideceği yer de, ineceği mezil de, Allah’ın olan gemiden başka, kurtulacaklar için sığınak var mı? Rehberlerden birinin gemisine binmemeniz dahilinde, Nuh’un oğlu gibi istediğiniz dağa tırmanın, istediğiniz kadar büyük bir sebebe yapışın, kurtulamıyorsunuz. Çünkü sadece müminler kurtuluşa eriyorlar. Sadece Hakk’a değil onun yolladığı rehberlere de inanıp itimad eden benliklerini onların terbiyesine, emin ellerine teslim eden müminler.

“Benim başkasına ihtiyacım yok, ben işimi bilirim” diyene bakın noluyor.


* Sadreddin Konevi'nin Kırk Hadis Şerhi'nden

Not: Benim ayetleri tefsir etmek gibi bir niyetim yok, sadece kalbime, hayalime gelenleri yazdım. Söylediklerim kimseyi bağlamaz.Hayalime okuyarak iştirak ettiyseniz teşekkür ederim.

  08.11.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut