ZİKRULLAH İNSANA NEFSİNİ BİLDİRİR

Mona İslam

Allah’ı unutana, Allah kendi nefsini unutturur.(Haşr 19)


BİR DERGAHTAYIM. Bahçeden içeriye, kadınlar bölümüne girdim. Burası alt kata göre loş ışıklı. Loşluk kadınları gözlerden saklıyor. Ama biz aşağıyı rahatça görebiliyoruz. Öndeki kafes de buradan bakanın orayı görebileceği, oradan bakanın burayı göremeyeceği şekilde ayarlanmış. Eşim tam karşı köşeye denk gelmiş. Onu görüyorum, o beni görmüyor. Birden kendimi br cin gibi hissediyorum. “İnsanın kainattaki herşeyle bir benzerliği vardır” der Konevi. Bu yüzden her şeye ünsiyet edebilir,her şeyin yerine kendini koyabilir, her şeyi benzediği yönden bilebilir. Cinler insanları görür insanlar onları göremez ya, şu an onlarla benzeşen bir yöne sahibim. Bu his hoşuma gidiyor. Çok kadınsı, çok fıtri bir his. Kadın görülmediğinde, ama görebildiğinde kendini emniyette hissediyor.

Hisden fikre yöneliyorum. Zaten dergah, insana temelde yoğun bir his veriyor, sonra o his akla yöneliyor, tercüme ediliyor. Dergahın feyzinden bir pınar kalbinizde kaynıyor, aklınıza bir dere olup akıyor. Ben de görülmezlik hissinden hareketle fikrediyorum şimdi. Cin kelimesini elime alıp evirip çeviriyorum. Görülmeyen varlık. Var olduğunu biliyorsun ama göremiyorsun. Bu geniş bir kategori gözün görmediği akıl ve şuur sahibi herşeyi içeriyor. Bu manada melekler de cin kategorisinde sayılabiliyor. Yine dilin kaidesinde uzaklardaki hiç rast gelinmemiş insan ırkları, kabileleri de cin sayılabiliyor. Can da öyle değil mi? Bir yönden cin kelimesinin çoğulu, diğer yönden insanın canı. Canı göreniniz var mı? O beden elbisesiyle örtülü. Sonra cennet kelimesine takılıyor aklım. Cennet de aynı kökten geliyor. Görülmeyen mekan. Görülmeyen hal, his. Görülmeyen hayat. Müminin bâtınının cennet olduğu hatırıma geliyor sonra. Kalbimde saklı cennet tohumuna bakıyorum. Dışarıdan hiç de farklı, özel olmayan hayatlarımız, iman ile cennet lezzetleri akıtan hayatlara dönüşüyor.İman nazarımızı ve niyetimizi dönüştürüyor, nazarımız eşyayı, niyetimiz ise hadisatı karanlıktan aydınlığa çıkarıyor. Elbette Veli’miz sayesinde. İman kalbimizi ism-i Veli’ye mecla kılıyor. İman edenlerin Velisi bizi karanlıktan aydınlığa çıkarıyor. Enfüste ve afakta aydınlık. Kahırda ve lütufta aydınlık. Sabırda ve şükürde aydınlık. Bunu sadece biz biliyoruz. Ehli iman olmayan bilmiyor. İçimizdeki cennet gizli, görülemiyor. İmansız, namahrem nazarlardan, örtüsünün altındaki bir güzel gibi gizleniyor.

Afaktaki cennet de öyle değil mi? Gözlerin benzerini görmediği bir mekan. Eşi menendi olmayan bir güzellik. Örtülü güzellik. Örtüsü onu cehennem ehlinden gizliyor. Örtü sadece ehli için açılıyor ve güzelliğe sadece onun sakinleri nazar edebiliyor. Hayalim cennetle kadın arasında gidip geliyor. İkisi de cemal aynası. Kadının da örtülmesi murad ediliyor. Bu açıdan da o yine hem cine hem cennete benziyor. Kadının hayatı, modern dönemlere dek, erkeklerden, sokaktan, gizli, sadece diğer kadınlara ve ehline açık değil miydi? Bu da bir cennet tasviri gibi.

Dergah ve kadınlar beni cin ve cennet hayallerine daldırmışken yıllardır görmediğim bir arkadaşımı görüyorum. Yıllarca görmediğimiz arkadaşlarımızla karşılaşacağımız cennet anını anımsatıyor bu karşılaşma. Selamlaşıyoruz. Namaz için saf tutuyoruz. Sağımda solumda nazik insanlar var. Biri hafifçe omzuma dokunuyor, biri sırtımı sıvazlıyor. Yana kaymanız, ileri gitmeniz için size muhabbetle dokunarak ve gülümseyerek yön veriyorlar. Nezaket bu mekanda insana gayet doğal olarak akıp geliyor. Size de ister istemez bir nezaket hali zerk ediyor. Bir de nezaketin ısıran, batan, yapmacık cinsi var biliyorsunuz. Bu öyle değil, içinde sağlam bir insan sevgisi var bu nezaketin. Cennet ehli nazik olmalı diye düşünüyorum. Kaba saba hoyrat davranışlar onlara yakışmıyor.

Namaz bitiyor. Zikir başlıyor. Kelime-i tevhidler, salavatlar okunuyor. İştirak ediyorum. Onlar cehri, ben hafi. Bir süre sonra bakmışım, gözlerim kapanmış, dışardaki tekkeden kalbimin tekkesine girmişim. Dışarıda gecenin, içeride nefsimin karanlığına sesleniyorum. Ses veriyorum. Çağırıyorum. Ona sesleniyorum. Kişiyle kalbinin arasına girene. Cisim mağaramda, ruhumla nefsimin üçüncüsü olana. Mağaradaki üçüncüleri Allah olan iki kişi, nefsim ve ruhum bu sefer. Saklanıyoruz bizi arayan şeytanlardan. O yakın şimdi, seslenişim, fısıltı gibi. Kalbim avucumun içinde. Kalbime yaklaşınca fark ediyorum uzakta sandığımın yakınlığını. Sonra ‘hasbiyallah illallah, dafi kalbi gayrullah’ okumaya başlıyorlar. Kalbime bir neşter vuruyor her biri. Çıbanlarımı patlatıyor tek tek. Zaten daima hassas olan hissiyatımın volümünü iyice yükseltiyor. Canım yanıyor. Yaralarıma bant yapıştırıp yola devam edenlerdenim ben. Bu zikir bantları çekip kopartıyor. Kesiklerimi yeniden gözümün önüne getiriyor. Unuttuğum küçük büyük her sızıyı hatırlatıyor. Zikir bir hatırlatma. Ben yaralıyım, bu yüzden yaralarımı hatırlatıyor bana. Yaralarına ağlamayı, sızlanmayı onursuzluk sayanlardanım. Kendimi bulmak için geldiğim dergahta, üzerinde adım yazılı bir acı yumağı, bir yaralı can buluyorum. Ama kaçıp gitmek de içimden gelmiyor. Arkadaşımın sözlerini hatırlıyorum. “Herkes acı çekiyor ama sen bağırıyorsun, çünkü kendini uyuşturmuyorsun.” Narkoz almadan cerrahi müdahaleye girmiş gibiyim. Uyuşmak istemiyorum, varsın acı olsun. Gözlerimden taşıyor kalbimde kaynayan pınar.

Tutup alıyorum yaralı canımı yerden. Bağrıma basıyorum.Ben sarmazsam kim saracak ki yaralarımı. Dergah beni sadece yaralarımla karşılaşacak cesareti vermiyor. Bana onları saracak merhameti de veriyor. Veli isminin parıltısı var bu dergahta, Ona tutunuyorum. Okumalarımda ism-i Hakim’in yaptığını bu kez ism-i Veli yapıyor. Sahipsiz olmadığımı hissediyorum. Yetim olmadığımı.

Şimdi salavatlar başladı. Okuyanın gönle su gibi gelen sesinden salavatlar yaralarımı yıkıyor, temizliyor. Hu zikri ağrımı azaltan bir ilaç gibi şimdi. Sanki ilk müdahale çıbanımı patlattı da, gitmesi gereken gitti, şimdi kalan yeri acıyor. “Ondan gayrı her şey batıldır”* diyen şairi hatırlıyorum. Hu zikri masivayla çatlamış kalpleri, su gibi rahatlatıyor. Ölüm tehlikesinden sonra yeniden nefes almak gibi zikr-i hu. Allah zikri yorgunluğu toparlıyor, ruhum yeniden ayağa kalkıyor. Hamdediyor. Hayy zikrine geçiliyor. Bu nasıl şey böyle! Kanımı damarlarımda dolaştıranı anmak bu. İçimde deveran eden hayatı farketmek . Heyecanlanmak ve kalbi hızla çarpmak. Yaşamak ne güzel! Hayat ne tatlı! Ya Hayy! Hamd sana! Sen verdiğini geri almaktan münezzehsin. Bir şeyi alınca, ya aynıyla ya misliyle iade edersin. Mertebe-i hayatımı her daim arttır. Hayy tecellini bir lahza çekme üzerimden. Ne olursa olsun bilincimi açık tut ki, ne olup bittiğini anlayabileyim. Senin sayende acıya dayanırım, beklemeye dayanırım, Sana dayanırım. Hayy’ı seviyorum. Hayatı seviyorum. Seni seviyorum.

Dergah, şu kısacık zamanda, hayatın tümündeki hallerden, hızlandırılmış, yoğunlaştırılmış bir kurs gibi geliyor ruhuma. Ya Muhavvil! İnsan nasıl bu kadar sürede, bu kadar çok hale ilişir? Ya Mukallib! Kalp iki parmağının arasında nasıl böyle değişir?

Cemaatle zikretmek muhteşem. Tek başınıza zikrettiğinizde sağda solda birşeyler dikkatinizi dağıtabiliyor. Ancak bir tekkede, nefsiniz ne sağdan ne soldan kaçabiliyor. Sağda da solda da yanınızda birer zakir var, nefse kaçacak yer bırakmıyor.Cemaat sırrı, metin bir muhafız oluyor. Hafiz ismi cemaatin üzerinde parlıyor. Nefis de mecburen diz çöküp kalbin yanına oturuyor. Hatta o da kalbe eşlik ediyor. Zikir onu banyodan kaçan bir yaramaz çocuğu yıkar gibi yıkayıp paklıyor. Zikrederken, safi kalp, safi hissiyat kesiliyorsunuz. Hislerin dozu artıyor. Önü alınamaz bir sel gibi akıyorlar. Hayatın içinde bastırdığınız tüm duygular, sırasını beklemeden, izin istemeden, sebep dahi göstermeden ortaya dökülüveriyorlar. Bu da içinizdeki baskıyı, basıncı azaltıyor. Zikrederken aklınız dinleniyor. O istirahat ederken siz derdinizi anlamayı bırakıp, derdinizi görmeye başlıyorsunuz. “Zikrullah sizi nefsinize arif eder” hali hasıl oluyor. Sizi nazardan istifa ettirip, müşahedeye döndürüyor zikir. Derdimi görüyorum ben de, sebeplerden bağımsız. Nefsimi görüyorum. Kocaman bir ateş gibi bir ayrılık zikri var içimde. Ağlıyor nefsim. Kendini görünce yaptığı şey bu, sevinçten mi hüzünden mi bilmem bu gözyaşları. Hayat boyu o acıya bir isim arıyorum. Falancadan, filancadan ayrılık. Falan işten, filan okuldan mahrumiyet. Hepsi bahane. Bulduğum tüm sebepler benim koyduğum isimlerden ibaret. Hakikatte onlar acımın müsebbibi değiller, bilakis ben sebepsiz bir acıyı taşımakta zorlandığım için onları sebep olarak uyduruyorum. Derdim salt bir ayrılık hissinden ibaret. Sapsız çöpsüz bir dane, bir kor ateş. Ayrılık, gurbet, firak, yalnızlık, sürgün. Karyolasında yalnız bırakılmış bir bebek gibi feryat ediyor ruhum. Yatağı var, yorganı var, oyuncakları var, ama o annesini görmek istiyor. Geldiği yere dönmek istiyor. Bu yüzden içine doğru bükülüyor.

Acı yüzüne baktıkça küçülüyor, dertler onları zikrettikçe derman olmasa da nispeten kolaylaşıyor.

Sohbet başladı. “Ayrılık acısı azapların en büyüğüdür.” Öyle diyor Şeyh. “İkincisi ise beklemektir.” “Bu ikisinden büyük azap olmaz, ne dünyada ne ukbada.” Hislerime tercüman oluyor. Ney gibi ayrılıktan bahs ediyor. İnleyişimi kelimelere döküyor. Bu da büyük bir tevafuk ki, Efendimiz’in Rasul-üs Sekaleyn oluşundan, yani insanların ve cinlerin peygamberi olmasında bahs ediyor. Daha evvel hiçbir peygamberin böyle bir vasfı olmadığını ekliyor. Cinlere cin, insanlara insan peygamber gelirmiş evvelce. “Ümmet-i Muhammed içinde de şeyh-issakaleyn, müftü-üssakaleyn zevat vardır” diyor. “Şaban-ı Veli Hazretleri ve Şeyhülislam Ebu Suud Efendi öyledir” diyor. O aşağıda erkeklerle oturup konuşuyor. Biz burada büyük ekranda izliyoruz. Sanki dergaha girerken hissettiklerimi işitmiş gibi. Sanki kadınları cinlere benzetişimi görmüş gibi. Sanki kalbime dokunmuş gibi. Kim bilir belki burası onun menzili. Belki menziline girenin halleri ona malum oluyor. Yahut Hakiki Mürşid olan Allah onu gelenlerin hallerine göre konuşturuyor. O da bir tecelli, o da marangozhanedeki aletlerden biri. Bu tevafuk hoşuma gidiyor.Ötesini kurcalamıyorum, merak parmaklarımı geri çekiyorum.

Sohbetin ardından tatlı bir yorgunlukla ayrılıyorum dergahtan. İbn-i Arabi’nin ‘Bazı mekanlar vardır, oralarda kalbinizi bulursunuz’ sözleri geliyor aklıma. Burası da onlardan biri sanırım. Bulduğumu yalanlamam ne mümkün! İşte kalbim. İşte nefsim. İşte hayatım. İşte varlığım. Tam önümde duruyorlar. Kendimi epeydir böyle yalın görmemiştim. Sadakte Ya Şeyh. Öyle yerler, şükür ki hala var.


*Şair Lebid’den, ben Fütuhat-ı Mekkiye’de okudum.

  18.10.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut