Arşiv

Kim Bu Bölücüler?

‘BÖLÜCÜLÜK’ KELİMESİNİ EN ZİYADE dile getirenlere bakın: Bu kişiler, kendileri de yeryüzünü belli parçalara bölenlerdir. Bütün ‘bölücülük’ söylemlerine baktığımızda, karşımıza şu tablo çıkar: Bir kere, Allah’ın arzı parçalara bölünmüş, bu parçalardan belli bir kısmına sahip çıkılmış (ama bu ‘bölücülük’ olarak görülmemiş), lâkin ilgili toprak parçasını da bölme talebine ‘bölücülük’ adı takılmıştır. ‘Bölücüler,’ bu kullanımda, her köşesi kâinat Sâniinin mülkü olan arzın bölerek kendimize mal ettiğimiz kısmını da parçalamaya talip olanlardır. Nitekim, kendileri açısından haklı gerekçelerle "Vatan bir bütündür; parçalanamaz" diyenlerin içinde, ‘Kâinat bir bütündür; parçalanamaz" diye düşünen ne kadar da az insan vardır!

Bir yaman çelişki ki, gerek kâinatın, gerek yeryüzünün atom içi ‘kuvvetler’den ‘tabiat’a, ‘rastlantı’dan ‘doğa yasaları’na uzanan bir dizi unsur adına parçalanması normal görülür; ama yeryüzünün ilgili kısmının bölünmesi asla kabul edilemez. Zira, orası, ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün’dür. Bütün ulus-devletlerin en temel akidelerinden biri budur. Ve ‘bölücü’ler, işte bu akideye aykırı davranan kişi ve zümrelerdir.

Vâkıa, ulus-devlet mantığıyla ‘bölücü’ diye tanımlanan kişi veya grupların yaptığı iş gerçekten bölücülüktür. Çünkü, Allah’ın arzının bir kısmını, hiç de imanî bir asla dayanmayan gerekçelerle kendilerinin malı bilmektedirler. Fakat, bölücü olmayan bir milliyetçilik de, tanım gereği yoktur. Her bir milliyetçi eğilim, içinde bir Yaratıcının varlığına imanı barındırsa bile, Allah’ın yarattığı arzı bölerek ve Allah’ın kullarını bölümlere ayırarak işe başlamıştır. Birbirine rakip ve düşman olsalar dahi, tüm milliyetçiliklerin ortak temellerinden biri budur. Hepsi, Allah’ın yarattığı ırklardan bir ırk ve Allah’ın arzından bir kara parçası temelinde O’nun kullarını ve arzını, parçalayıp, ‘biz ve ötekiler,’ ‘bizim ve başkalarının’ ayrımına tâbi tutmaktadır. Bu yapılırken yedekte taşınan, kendi kavimlerinin üstün, ‘ötekiler’in aşağı olduğudur. Aynı şekilde, yeryüzünün en güzel kısmının, hatta yegâne güzel kısmının bu kavmin yaşadığı yer olduğudur.

Bütün milliyetçilikler, Allah’ın kullarını ve de arzını, ‘biz ve ötekiler’ ayrımının eşliğinde, böylesi vehmî bir üstün-aşağı, güzel-çirkin tasnifine uğratırlar. Arzı ve arzlıları bu şekilde bölmenin kaçınılmaz uzantısı ise, Allah’ın sonsuz kudret, rahmet ve ihsanına noksan izafe edilmesi, böylelikle Zât-ı Zülcelâl’in mutlak isim ve sıfatlarında bölücülüğe gidilmesidir. Farkında olunsun ya da olunmasın, vâkıa budur.

İşte, en başta bu açıdan, herhangi bir milliyetçiliği imanî bir çerçeveye oturtmak imkânsızdır. Belli kavimlere ‘özel’lik atfeden bu yaklaşım, dolaylı biçimde, Rabb-ı Rahîm’in mutlak isimlerine acz ve noksan izafe etmekte; mutlak olanı nisbîliğe, muhakkak olanı izafîliğe düşürmektedir. Meselâ, kâinatın her bir cüz’üyle şahidi olduğu üzere herşeye ihtiyacını eksiksiz biçimde veren dil-i Mutlak’ı kulları arasında ayrım yapıp bazı kavimlere ‘özel muamelede bulunan’ biri olarak göstermekle, kendi kavmimi üstün ırk olarak göreyim derken O’nun mutlak adalet vasfını ve Adl ismini parçalamaktadır. Bütün mahlukatına ve umum kullarına merhamet eden bir Rabb-ı Rahîm’i bazı kavimlere ‘daha fazla merhamet eden’ biri olarak görmesiyle, Rahîm isminde bölücülük yapmaktadır. Cemîl-i Zülcelâl’i bazı yerleri ‘daha güzel,’ bazı kavimleri ‘daha yakışıklı’ yaratan biri olarak tarif etmesiyle de, herşeyi kendisi için en güzel kıvamda yaratan Celîl-i Zülcemâl’in mutlak cemaline nisbet iliştirmektedir.

Kısacası, bir milliyetçininóhangi ırka ve hangi ulus-devlete mensup olursa olsunókendi ırkının ve kendi ulus-devletinin üstünlüğü iddiasını teyid için ileri sürdüğü iddialara bakılırsa, birbirine rakip bütün milliyetçiliklerin aslında birbirinin kopyası olduğu görülecektir. Hepsinin ortak özelliği, dil-i Rahîm’e ‘ayrımcılık’ yakıştırmaktır. Halbuki, O, Kelâm-ı Ezelî’nin kâinatı şahit tutarak öğrettiği üzere, ‘doğunun da Rabbi, batının da Rabbi’dir. Bütün insanları ‘bir erkek ile bir dişiden’ yaratır; ve katında ‘üstünlük’ ölçüsü kişinin marifet ve takvasıdırógenetik kökeni yahut yaşadığı coğrafya değil...

Mü’min, gayriimanî bir zihin örgüsünün ifadesi olduğu böylece ortaya çıkan milliyetçiliğin her nev’ine, imanı gereği, mesafe koyma durumundadır. Dolayısıyla, eğer bir ‘bölücülük’ tarifine muhakkak sahip olunacaksa, bu, Allah’ın arzını el’an bölenlerin ‘bölücülük’ tarifi olmayacaktır. Gelin görün ki, kavramlarını imanî bir temele oturtmayıp eşyaya ve olaylara ulus-devlet ekseninde bakanların zihin gündemine esir düşen ehl-i imanın ağzında, çok silik sözün yanında, ulus-devlet eksenli bir ‘bölücülük’ tarifi dolaşmaktadır.

Halbuki, mü’min için aslolan, eşyada ve olaylarda "Mülk Allah’ındır" mührünü okumaktır. Bu yapıldıktan sonra, O’nun mülkünün belli bir kısmında Mâlik-i Hakikî’yi unutmadan tasarrufta bulunmaya, O’nun mülkünün kendi tasarrufu altındaki kısmına başka ellerin haksızca uzanmasına engel olmayaóO’nun emir, izin ve rızası uyarınca olma şartıylaóbirilerinin elbette hakkı vardır. Lâkin, "Mülk O’nundur" hakikati bir kere atlandıktan sonra, "Türkiye Türklerindir" gibi bir teze sahip olunmuş, veya tam aksine, Türkiye’nin başka bir kavim adına ‘bölünmesi’ne taraftar olunmuş; pek farketmez. Bu iki rakip milliyetçilik, gerçekte, ikiz kardeştirler. Kâinat Sâniinin mülkünden bir parça O’nun kullarından bir kısmına zaten mal edilmiş haldedir de, bunun üzerinde pay kavgası edilmektedir.

Mü’minin öncelikle farkında ve karşısında olması gereken, kâinatın ve arzın bu şekilde bölünmesidiróbir ulus-devletin bölünmesi değil. Zira, bir ulus-devlete yönelik bölücülük tehdidi, zaten bölünmüş olanın bir daha bölünmesi şeklindeki ‘yatay’ bir bölücülüğün ifadesidir. Oysa diğeri, kâinatın Sânii ile nisbetini kesen ‘dikey,’ ‘derin’ ve kesinlikle daha müthiş bir bölücülük hükmündedir. Kesinlikle daha müthiş bir bölücülük! Zira, dünyanın küçük bir kısmını değil, kâinatın tamamını parçalamaktadır. Bu dikey bölücülük, iki kiracı arasındaki bir kavgayı andıran yatay bölücülüğe nazaran, mülkü asıl Sahibinden çalma çabasını içermektedir.

Hemen belirtelim: Milliyetçilik, kâinat üzerinde icra olunan bölücülüğün yalnızca bir nev’idir. Aynı zaaf, belli bir devleti kutsayan ve önceleyen devletçi ve faşist eğilimlerde; belli bir sosyal sınıfı yücelten sosyalizmde; kadının erkekten üstünlüğü iddiasına zemin arayan militan feminizmde, insanı bir Yaratıcının vahyine muhtaç olmadan ideal bir hayat oluşturma potansiyeline sahip gören hümanizmde, ve benzeri zihniyet ve ideolojilerde de mevcut durumdadır. Bütün bu yaklaşımların ardındaki zihniyet dünyasına baktığımızda, meselâ onların ‘insan,’ ‘varlık’ ve ‘âlem’ tasavvurlarını ele aldığımızda, karşımıza ene, esbab ve tabiat şirkiyle içiçe girmiş bir tablo çıkmaktadır: en hafif biçimiyle ‘çifte gerçeklik’ anlayışından başlayıp, determinizm, tabiatçılık ve materyalizm gibi daha katı formlara kadar uzanan bir yelpazenin tablosu...

Kâinatı, dolayısıyla kâinat Sâniinin isim ve sıfatlarını bölüp parçalama şeklinde gelişen bu zihnî eğilimlerin kaçınılmaz sonucu, elbette, hayatın da parçalanmasıdır. Kâinat her bir zerresi ile O’nun mülkü ve insan herşeyi ile O’nun memlûkü ise; ve zamanı da, mekânı da yaratan O ise, insana düşen nedir? Elbette, "Mülk O’nundur"un olmazsa olmaz devamı olan "Hüküm O’nundur" sonucu uyarınca; itaat ve inkıyaddır. Her bir şeye herşeyi Yaratan adına muhatap olup, her bir ânı da her ânı yaratan adına yaşamaktır.

Velhasıl, zamanın ve mekânın Sânii ve Sahibi O ise, insana düşen, yirmidört saatiyle O’na kul olmaktır. Uyuması, uyanması, yemesi, içmesi, giyinmesi, yürümesi, çalışması, dinlenmesi.. derken, her ânında ve her fiilinde O’nun emir, izin ve rızasını aramaktır. Belli vakitlerde ifa ve icrası gereken ‘ibadet’lere mukabil, yirmidört saati ve bütün bir ömrü kuşatan ‘ubudiyet’ kavramı ile karşılanan keyfiyet, işte budur. İnsanın ‘ubudiyet’ ile yükümlü olduğu anlaşıldığında, ‘ibadet’ vakitleri, ‘lâdinî’ zamanların arasına sıkıştırılmış ‘dinî eklentiler’ gibi algılanmaktan çıkarak, ubudiyet halinin zirveleştiği özel zamanlar anlamına erişmektedir. Vâkıa, ibadetin gerçeği zaten budur.

Buna göre, mü’min günün beş vaktinde namaz kılar (ibadet); ve günün yirmidört saatini kıldığı namazın şuuruyla yaşar (ubudiyet). Yılın bir ayında oruç tutmasına mukabil (ibadet), yılın onbir ayında gündüz vakti yemesi ve içmesi, o bir ay boyunca yakînen kavradığı "Rızk O’nundur. Mülk O’nundur. Ben de O’nun kuluyum" şuuru içinde gerçekleşir (ubudiyet). Malının kırkta birini zekat olarak vermesiyle (ibadet), malının kırkta kırkının da O’nun hediyesi ve ihsanı olduğunu teyid eder (ubudiyet).

Velhasıl, bütün zamanların sahibi O olduğuna ve herkese O hayat verdiğine göre, zamanlarımızı ve hayatlarımızı O’na rağmen bölüp parçalama hakkımız ve yetkimiz yoktur. Meselâ, zamanını ‘ibadet zamanı, iş zamanı’ diye, işi ‘dünya işi-ahiret işi’ diye, hayatı da ‘dinî hayat-lâdinî hayat’ diye bölemez insan.

Lâkin, önce mekân (kâinat) ve peşisıra zaman (hayat) bölününce, yirmidört saati ve bütünüyle hayatı kuşatan ‘ubudiyet’ sırrı elimizden kayıp gider. Ubudiyetin parçalanıp dağılması sonucu, elimizde, yalnızca belli zamanlara hasredilen bölünmüş bir ‘ibadet’ anlayışı kalır. İşin burada da kalmadığı ise, iki kudsî nebinin mübelliği olduğu iki semavî dini yorumlarıyla çarpıtan Yahudi ve Hıristiyanların mevcut haline bakınca anlaşılır. Kaç asırdan beri, gerek Yahudilerin, gerek Hıristiyanların, herhangi bir yirmidört saati lâdinîdir. Dünyalarında ‘ibadet’ yok değildir. Ama, haftanın bir gününe ve yılın belli günlerine hapsedilmiştir.

Benzer şekilde, yirmidört saati kuşatan ve Rabbimizin yirmidört saati bir mü’min olarak nasıl yaşamamızı istediğinin cevabı olan sünnet-i seniyyeye yakın zamanlarda yöneltilen müthiş hücumların akabinde, Yahudilerin ve Hıristiyanların akıbetinin bir benzeri, İslâm ümmeti için de tahakkuk etmek üzere bekleyip durmaktadır. Şimdiden, halihazırda bölünmüş hayatlar yaşayan insanlara bakarak, bu feci akıbetin hâzır tezahürleri görülebilir. ‘Ubudiyet’in ne kelime, bir kavram olarak varlığından habersiz olup uyamadığı sünnet-i seniyyeyi zamana da uyduramamış nice insanın dünyasında ‘ibadet’ de meselâ beş vakit namaz sûretinde yaşanır olmaktan uzaklaşmış; iş, ‘günlerden Cuma, aylardan Ramazan’a kalmıştır.

Lâkin, hadis usûlünün kılı kırk yaran o ince terazisiyle milyonlarca rivayeti tartıp tasnife tâbi tutan muhaddis ve muhakkiklerin övülesi emeklerine kör bir nefsanîlikle lâf iliştirip ‘sünnet’i defterlerinden silenlerin önünde, kâinatı ve hayatı bölmenin yanlışlığını açık açık haykıran bir mi’yar hâlâ daha vardır. Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbu’l-âlemîn’in Kelâm-ı Ezelîsi olarak Kur’ân apaçık ortadadır. Kur’ân’a bir bütün olarak tâbi ve teslim olunduğunda ise, kâinatı ve hayatı dünyevî hesaplarla bölmenin mü’min için imkânsızlığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Dolayısıyla, Hüve’yi ene ile, tevhidi şirkle, hayatı nefsanîlikle, sünneti bid’alarla bölen bu ‘bölücü’ zincirin son halkası Kur’ân’a uzanmaktadır.

Sahi, bir ülkede devlet TV’sinde okunacak Kur’ân âyetlerinin ‘laikliğe uygunluk denetimi’nden geçirilmesi nasıl bir zihniyetin eseridir? Meselâ faiz yasağına yahut tesettüre veyahut miras paylarına ya da cihada dair âyetler hangi zihniyetin ‘denetim’ine takılmaktadır?

Türkiye’de, Suriye’de, Pakistan’da, Endonezya’da, Mısır’da, Tunus’ta; kısacası İslâm coğrafyasının farklı yerlerinde bazı isim ve zümrelerin giriştiği ‘Kur’ân’ın modernizasyonu’ teşebbüsü, işte bu kalbî ve zihnî arızadan doğmaktadır. Bölünmüş hayatların istiğfarını yapamayanlar, çok garip, ‘istiğfar’da bulunmaları gereken fiilleri emir buyuran âyetleri te’vil ile tahrif ederek, ortada ‘istiğfar’lık amel bırakmama cihetine sapmaktadır. Buna mukabil, "Allah çokça tevbe edenleri sever; [günah kirinden] temizlenenleri de" âyeti gibi, bunca günahına rağmen insanı istiğfar, tevbe ve temizlenmeye çağıran o kadar çok âyetin sıcacık iklimine girme çağrısına karşı anlaşılmaz bir direnç sarfolunmaktadır.

Kısacası, yapılması beklenen, óbazı nefisler asla yanlış yapmıyor ve bazı devletlûlar asla hata işlemiyor olduğuna göre!óonların yaptığı ile vahy-i Kur’ânî arasında bir uçurum varsa, vahyin ilgili devletlûların hayatını tasdik edecek derecede te’vil, tağyir ve tahrife uğramasıdır. Kitâba uymayanlar, Kitâbı da kitaplarına uydurma hevesindedirler. Bunun öncelikli yolu ise,ózamanlar ve mekânlar üstülüğünü vurgulamak için italiği kullanırsakóKelâm-ı Ezelî’nin bazı âyetlerinin ‘tarihsel bağlam’a hapsedilmesidir. ‘Tarihsellik’ izafe edilerek te’vile uğratılan âyetlerin modernite kölelerinin hâkim hayat tarzı ve anlayışı ile açıkça çatışan âyetler olması ne kadar manidardır!

Özetle, bugün, iman planında yaşanan zihin bölünmesi ve amel-i salih planında yaşanan ‘bölünmüş hayatlar’ vâkıası ile tezahür eden bölücülük zinciri, en sonunda, Kur’ân’a kadar uzanmaktadır. Bilgisi ve görgüsü sınırlı bir insanın eliyle hazırlanmış bazı kanunlar için ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ kaydı düşülen bir diyarda, ne hazin, Hakîm, Alîm, Semî’ ve Basîr gibi güzel isimler O’nun olan Zât-ı Zülcelâl’in Kelâm-ı Ezelîsi’nin tazammunlarında, te’vil yoluyla değişiklikler umulmaktadır!

Bu bölücülüğün failleri tahkik edildiğinde, karşımıza üç ayrı zümre çıkar.

İlki, bazı Kur’ân âyetlerine açıkça dil uzatanlardır. Böyleleri, zaten mü’min tanımı dışındadır. Çünkü, Kur’ân’ın her bir âyeti ilâhî bir kelâmdır; dolayısıyla, tek bir âyetini ve tek bir emrini red ve inkâr eden, iman tanımı dışında kalmaktadır. Hayır, abartılı bir hüküm değildir bu! Hazineden bir lira çalan da, bir milyar lira çalan da hırsız değil midir? Meblağın küçüklüğü, yapılanı hırsızlık, yapanı hırsız olmaktan çıkarmamaktadır. Aynı şekilde, ‘bölünmez bir bütün’ olan Kelâm-ı Ezelî’nin tek bir âyetinin inkârı sûretiyle ‘parçalanması’ dahi küfürdür. Zira, tek bir âyeti inkâr, gerçekte, Kur’ân’ın tümünü inkâra meyyal bir yolun köşetaşıdır.

Maamafih, küfrün ilhada, inkârın nifaka dönüştüğü şu yaşadığımız günlerde, bu apaçık inkâr tavrını sergileyenlerin bir hayli az olduğu görülüyor.

Açıkça bu fiili irtikap edenlerden fazlası, bunu gizlice yapanlardır. Apaçık bir inkârla ehl-i imana yaklaşmanın zorluğu ve hatta imkânsızlığı ortadadır. O yüzden, nifak ehli, inkârını sözde imanî bir kılıfla sunmaktadır. Bu ikinci kesim, ilhadını, dikkatsiz ehl-i dinin de kanabileceği tezlerle boyamaktadır. Bu ikinci zümre Kur’ân âyetlerine açıkça sataşıyor değildir. Onun yerine, ‘bu çağda,’ ‘şimdi,’ ‘ilerlememiz için,’ ‘ülkemizin çıkarları açısından’ gibi kayıtlarla; hatta ve hatta, ‘insanları dinden soğutmama,’ ‘insanları İslâm’a yaklaştırma’ gibi gerekçeler ile âyetlere ilişmektedir.

En hazini ise, Kur’ân’a karşı nadiren açık, ekseriya gizli şekilde dile ve ele gelen bu bölücülüğün, kendini inkâr veya nifak safında görmeyen ve o safta yer almak istemeyen kimi safdillerin kalbinde dahi menfez bulmasıdır. Gaflet mayınsız bir tarladır; ve bu tarladan iman ülkesine çok ciddi sızmalar vuku bulmaktadır.

Sözümona Kur’ân adına konuşan; ve onun bazı âyetlerini, bu âyetlerin nasıl hayata taşınacağını belgeleyen nebevî sünneti bize taşıyan hadisleri inkârın eşliğinde te’vile yeltenen kimi ehl-i ilim, bu gafiller zümresinin belki en manidar kısmını oluşturmaktadır. Bölünmüş bir hayatın birçok mümessili, emr-i ilâhî karşısındaki itaatsizliğine veya ihmaline karşı istiğfar gibi kolay ve selametliólâkin nefse ağır gelenóbir yolu ihtiyar edeceği yerde, te’vile sapmaktadır. Hayatımızı Kur’âna uyarlamak yerine, Kur’ân’ı hayatımıza uyarlama gibi müthiş bir teşebbüstür ortada olan...

Ve, böylesi bir vâkıanın tam ortasında, Furkân-ı Hakîm, sanki tam da bu durum için konuşmaktadır. Hem de, bugün sıklıkla istimal edilen ‘bölücülük’ tabirini Kur’ân’ı bölenlere yakıştırarak:

ARABİ İBARE; HİCR SURESİ, ayet 90-91, s. 265-66

Kemâ enzelnâ ale’l-muktesimîn. Ellezîne cealû’l-Kur’âne ızîn

Bu âyetler, Hicr sûresinin 90 ve 91. âyetleridir. Hicr sûresi ise, huruf-u mukattaa ile, yani kesik harflerle başlayan sair sûreler gibi, ilk âyetini teşkil eden kesik harflerden hemen sonra, Kur’ân’ı tarif etmektedir: O, ‘el-Kitâb’dır. Kelimenin tam anlamıyla Kitâbullah’tır. Ve, apaçık bir Kur’ân’dır. İşte, el-Kitâb ünvanını bihakkın üzerinde taşıyan Kur’ân-ı Mübîn’in âyetlerinden ibaret olan bu sûrede, manidardır, "Şüphesiz ki, Kur’ân’ı Biz indirdik ve onu koruyacak olan da Biziz" mealindeki âyet de yer almaktadır. Ayrıca, henüz müslüman olmamış bir bedevînin işitir işitmez belagatı karşısında secdeye kapandığı "Fesda’ bimâ tu’mer" âyeti de bu sûrede bulunmaktadır.

Sair sûreler gibi, bu sûre de, Hitab-ı Ezelî olarak her zaman taptaze duran âyetleriyle, elbette üzerinde ziyadesiyle durmayı bekliyor. Nitekim, meselâ birinci âyetinden doksanbirinci âyetine, doksanbirinci âyetinden son âyetine ilmek ilmek örülmüş bir belagat timsaliyle yüzyüze olduğunu sezebiliyor insan. Lâkin, ne böylesi bir tefsire cesaretimiz, ne de böylesi bir tefsirin hakkını verme kabiliyetimiz bulunuyor. Yalnız, ele aldığımız Kur’ân’a yönelik bölücülük vâkıasının tahlili ve tedavisi bâbında, aklımız, hiç olmazsa 85. âyete kadar uzanabiliyor.

Bu âyette, Rabbü’l-âlemîn, "Biz, gökleri ve yeri ve aralarındakileri hak ile yarattık" diye ferman buyuruyor. Rabbimizin "ARABİ İBARE, âyet 86:İnne rabbeke hüvel hallâku’l-alîm" buyurduğu bir sonraki âyetin ardından ise, Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) "Andolsun! Biz sana yedi ikili [seb’an mine’l-mesânî] ile Kur’ân-ı Azîm’i verdik" diye hitap ediliyor.* Ve daha da sonra, 90. âyette, söz ‘muktesimîn’e, yani ‘bölücüler’e geliyor. Bu bölücülerin neyin bölücüsü olduğu, neyi kısım kısım parçaladıkları ise, 91. âyette bildiriliyor:

"Onlar ki, Kur’ân’ı parça parça ettiler."

Bu âyetlere kabiliyetimiz nisbetinde nazar ederken, sûrenin tamamına yayılan bir ‘nazm-ı mâânî’nin işaretlerini buluyoruz öncelikle. Nitekim, meselâ 85., 86. ve 87. âyetler, ardarda, manidar bir dizilişle geliyor. Bu âyetlerin ilk ikisi, deyim yerindeyse, üçüncü âyetin zeminini hazırlıyor.

İlk âyet, Zât-ı Ehad-ı Samed’i gökleri, yeri ve aralarındakileri; yani herşeyi yaratan olarak tarif ediyor. Burada kullanılan ‘Biz’ zamiri ise, Cenab-ı Hakkın bütün isimlerine işaret ediyor. Buna göre, göklerin, yerin ve aralarındakilerin yaratılışına bakarak, Allah’ın bütün isimlerine beraberce şahit olmamız lüzumuna dikkat çekiliyor. Hem, yalnızca ‘yarattık’ denilmiyor: ". . . hak ile yarattık." Çünkü, biraz sonra söz Kur’ân’a gelecektir ve Kur’ân’ı hak bilerek hakkıyla muhatap olmanın vazgeçilmez ön şartı, onu ism-i Hakkın müsemması olup kâinatı hak ile yaratan Zât-ı Zülcelâl’in kelâmı olarak görebilmektir. Ki, bir sonraki âyette, ‘Senin Rabbin’ hitabının kullanılmasının ve o Rabbin ‘Hallâku’l-Alîm’ olarak tarif edilmesinin bir hikmeti de budur.

Biraz daha açarsak:

Kur’ân kâinat Sâniinin Kitabıdır. Kâinatın Sâniini tanımayan birinin Kur’ân’ı Kelâmullah olarak tanıması sözkonusu olamaz.

Göklere, yere ve aralarındakilere bakıp, onların yaratılışında bütün esma-i hüsnayı okuyamayan, bütün isimlerin mertebe-i azâmından gelen Kur’ân-ı Hakîm’i hakkıyla tanıyamaz.

Göklerin, yerin ve aralarındakilerin hak ile yaratılışını görmeyen ve O’nu hususan Hak ismi ile tanımayan, Kur’ân’a da O’nun kelâmı olarak mahzâ hak ve hakikat nazarıyla bakamaz.

Diğer taraftan, Kur’ân, bütün kâinatı yaratanın kendi Rabbi olduğunu bilmeyen birinin dünyasına, doğrudan kendisine yönelik bir rabbanî hitap, ve doğrudan kendisini muhatap alan bir ilâhî ferman olarak aksedemez.

Hem, O’nu Hallâk olarak, yani bir kez değil, sürekli yaratan olarak tanımayan; ihtimal ki, onu bir ‘İlk Muharrik’ olarak görmekle yetinecek ve sonraki zamanları ve oluşları esbaba, tabiata, tesadüfe, şansa, vesaireye taksim edebilecektir. O’nu Hallâk olarak tanımayan biri, óO’nun ilminin sonsuz ve mutlak olduğunu da hakkıyla kavrayamayacağı içinóKur’ân’a ‘bütün zamanları ve bütün eşyayı bir anda görür ve bilir’ bir Alîm-i Basîr’in Kelâm-ı Ezelîsi olarak muhatap olmakta zorlanacaktır. Bu yüzden, Kur’ân’ı ‘Kur’ân-ı Azîm’ olarak bilmekten de mahrum halde, onuóveya onun bazı âyetlerinióbelli bir zamana veya belli bir mekâna hasredip, zaman içinde aşıldığını veya aşılması gerektiğini düşünebilecektir.

Kısacası, birileri ‘Kur’ân bölücüsü’ oluyorsa, bunun en temelinde, kâinatı ve kendini tefekkürle ilgili bir arıza vardır. Kâinatı bütün isimler O’nun olan Zât-ı Zülcelâl’i bütün isimleriyle bildiren bir sübhanî kitab olarak okuyamayan biri, ‘muktesimîn’den olmaya açık haldedir. Keza, Kur’ân’ın davet ettiği bu âfâkî tefekkürü enfüsî tefekkürle tamamlamayan, meselâ kâinatın bütün zerratı ve mürekkebatı ile bildirdiği "Mülk O’nundur" hakikatinin kaçınılmaz sonucu olarak "Hüküm O’nundur" hükmüne ulaşamayan biri de bu ‘bölücüler’den olmaya açık haldedir. Aynı şekilde, kâinat Sâniini tanıyarak kendi benlik iddiasından hakkıyla vazgeçmeyi, ene’den Hüve’ye giden yolu bulmayı başaramayan biri de bir ‘Kur’ân bölücüsü’ olmaya aday vaziyettedir.

Nitekim, daha sonra gelen, "Onlar ki, Allah ile beraber başka mabud ediniyorlar" âyeti (Hicr, 15:96), ‘Kur’ân’ı parça parça etme’nin, yani bazı âyetleri alırken başka bazılarını red veya te’vil ile devredışı bırakmaya yeltenmenin ardında, gizli veya açık, böyle bir problemi işaretlemektedir. Allah ile beraber edinilen başka mabudlar; âfâkta esbab ve tabiat, enfüste ise ene değil midir? İman ile küfür arasında iman şıkkını tercihin peşisıra şirke karşı tevhidde karar kılamayan bir dimağ, yarı yoldadır, sahil-i selamete henüz ulaşmamış durumdadır, ve nefsinin zorlandığı yerde ‘bölücülüğe’ hazır halde durmaktadır.

Nitekim, bu anlamda bir bölücülüğün şu sıralar dehşetli bir yoğunluk kazandığı görülüyor. Şimdilerde, net bir inançsızlık sergilenmiyor artık. İnanmayanlar bile, nifak sûretinde karşımıza çıkıyor.

Dün birileri "Biz ilhamımızı gökten ve gaipten almıyoruz" diyerek vahye açıkça tavır koymuşlardı. Onların takipçileri bugün "Hepimiz Müslümanız ama..." üslubunu kullanıyor. Dün birileri Kur’ân’ı okumayı, öğrenmeyi, öğretmeyi, hatta harflerini matbu sûrette kullanmayı açıkça yasaklamışlardı. Ama bugün Kur’ân’a açıktan cephe alınmıyor. Buna karşılık, Kur’ân âyetleri ‘çağa uygunluk,’ ‘laikliğe aykırılık’ gibi süzgeçlerden geçiriliyor. Yahut, meselâ cihad âyetleri, ‘ülke çıkarları doğrultusunda’ doğuda ‘bölücü terör örgütü’ne karşı bizzat devlet eliyle basılıp uçaklardan atılırken, batıda aynı âyetleri çokça zikredenler ‘köktendinci’ ve ‘irticacı’ diye ilan olunuyor!

Birileri böyle yaparken, başka birileri, inancı ile hayatının çeliştiği yerde, ‘istiğfar’la gelecek bir tecdid-i biatı gerçekleştirmiyor. Onun yerine, yaşayamadığı âyetleri te’vil cihetine gidiyor. Tesettür, faiz, hatta zekât ve namaz âyetleri, hayret verici te’villere konu ediliyor.

Kur’ân’a karşı takınılan bu tavır, esasen, ‘mâsiva’ ile ciddi bir hesaplaşmanın ‘kapsama alanı dışında’ kaldığı zayıf bir imanın habercisidir. Allah’tan gayrı şeylerinónefis ve eneden başlayıp esbaba, tabiata, çağa, devlete, ulusa kadar...óilahlığına ‘lâ’ denilemediği için, ‘illallah’ tamam olmamakta; öte yandan ‘illallah’sız da yaşanamadığı için, aradaki çelişki ‘Kur’ân’ı bölerek’ aşılmaya çalışılmaktadır.

Hayır; doğrusu bu olamaz. Allah bazı şeyleri hikmetle beyan buyurmuş, bazı şeylerde kulları O’nun hikmetini aşmış olamaz. Allah bazı şeyleri söylemiş, ama bazı şeylerde kulları daha iyisini akıl etmiş olamaz. Allah bazı kurallar getirmiş, kulları O’nunkilerden daha iyisini geliştirmiş olamaz.

O Alîm ise, ilminin ihata edemediği veya geri kaldığı tek bir nokta yoktur. O Fâtır-ı Hakîm ise, kulları için neyin doğru neyin yanlış olduğunu en iyi O biliróhepsi yaratılmış, hepsi âciz, hepsinin de bilgisi ‘verilmiş’ ve sınırlı olan kulları değil.

Kur’ân Ezel ve Ebed Sultanı olan bir Alîm-i Hakîm’in Kelâm-ı Ezelîsi ise, onu aşacak ne bir fani, ne bir siyasî oluşum, ne de bir çağ vardır. O, bütün çağları kuşatan; ve asla aşılamayandır.

Mü’min Kelâm-ı Ezelî’nin tamamına inanır. Kur’ân’a iman eder, ve onu asla ‘kullanmaz.’ İşine gelen âyeti alıp, işine gelmeyen âyeti atmaz. Yahut, bir âyeti işine geldiği yerde ‘kullanıp,’ işine gelmeyen yerde ona muhalif durmaz. Kur’ân’ın her bir âyetine inanır; ve hükmüne nefsini râm edemediği, bilfiil yaşamayı lâyıkınca beceremediği ilâhî emirler karşısında istiğfarı kuşanıróinkâr veya te’vili değil. Bu bölücü halet-i ruhiye içinde yaşayanların, şu dünyada ‘çifte-yaşantılı’ zavallılar olarak müthiş bir manevî şizofreniye maruz kalacağını ve kaldığını bilir. Bu bölücülüğün, mümessilini ilâhî azaba duçar kılacağını da bilir. Zira, ‘bölünmez bir bütün’ olan Kur’ân’a karşı ‘bölücülük’ yapanlara dair Hicr âyetinin hemen ardından, Kadîr-i Zülcelâl’in şöyle ferman buyurduğunun farkındadır: "Andolsun! Yaptıkları herşeyi, onların hepsinden soracağız."

"Peki, Kur’ân karşısında böyle feci bir bölücülüğü görüp dururken biz ne yapacağız?" diye soruluyorsa, bunun cevabını da, müteakip âyet vermektedir. Belagatı karşısında, henüz müslüman olmamış bir bedevînin en azından secdeye kapanma erdemini gösterdiği ‘Fesda’ bimâ tu’mer’ âyetidir bu:

"Artık sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir."


* ‘Seb’an mine’l-mesânî,’ yani ‘yedi ikili’den kasdın ne olduğu konusu, müfessirleri meşgul edegelmiştir. Bir hadis-i şerife binaen, bu ‘yedi ikili’den kasdolunanın Fâtiha sûresi olduğu şeklinde genel bir kabul vardır. Nitekim, Fâtiha yedi âyetlidir ve her bir âyet bir hakikatı iki veçhesiyle işaretlemektedir. Meselâ birinci âyette, ‘ulûhiyet’ ve ‘rubûbiyet,’ ikinci âyette ise ‘rahmâniyet’ ve ‘rahîmiyet’in birlikte zikrolunması gibi... Gönül isterdi ki, "Fâtiha’yla gelen açılışlar" diye dünyamıza düşen notları bu ‘ikinci kitap’ta yazıp bu ‘yedi ikili’ye de kabiliyetimiz nisbetince temas edebilelim. Allah imkân verirse, hakikatın zihin ve akıl darlığı ile ayrı mütalaa edilen ama gerçekte birarada bilinmesi ve kavranması gereken veçhelerini buluşturan mânâsını içeren ‘seb’a’l-mesânî’ ve Fâtiha’ya dair, ileriki çalışmalarda bazı açılımlar sunabilmek istiyoruz.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut