O MUTLAKA İSTEDİĞİNİZİ VERİR

Mona İslam

NE ÇOK isteğimiz var. İnsan sonsuz bir dilek kaynağı. Yani ben öyleyim, dileklerim hiç bitmez. Adım gibi, sürekli bir arzu ve iştiyakla doluyum hayata. İçimde sonsuz bir enerji var, nereye sevk edeceğimi bilemediğim. Bir de sadrımın ortasında koca bir boşluk, bir canavarın pençesiyle kalbimin en kuytu odası koparılıp alınmış sanki. O oda yok artık. Odada sakladıklarım da. Bir ara, öldüm sandım, koparılırken kalbim. Ama buradayım, hayattayım. Bir büyükten öğrendim ki, yalnız dünya fani imiş insan değil. Öldüm sanırken yeniden dirilirmiş insan. Ölüm sadece bir hal değişikliği imiş. Her ölümde meratib-i hayat değişirmiş yalnızca. Bir de siz ölürken rahmet eden büyükler ve hatta onların hepsinin asli kaynağı nuru Efendimiz (sav) yanınıza gelirmiş, öğrendim.

Dedi ki bir zat-ı muhterem: İştiyak, kanatları kırılıncaya kadar uçmaktır. Kanatlarım kırılıncaya kadar uçtum, şahitsin! Ekledi bir de: Şevk, kanatları kırıldıktan sonra da uçmaya devam etmektir. Bak gör, uçuyorum hala, kanatlarımı kırmış olsan da! Şevke tebdil ettin iştiyakımı, teşekkür sana. Dediler ki: İştiyakı olan, iştiyak duyduğu şeyle buluşunca doyarmış. Ayrılınca yine özler, buluşunca yine doyarmış. Şevk ehli ise aç gezermiş. Yar ile sohbetten bir cilve onu kesmez, bir tebessüm bir lem’a ona yetmez, aynalara bakmakla gözü doymazmış şevk sahipleri. İştiyak sahibini cennet tatmin edermiş de, şevk sahibi ancak Cemal ile mutmain olurmuş. Bir de şunu dediler: Ses ayrılıkta çıkarmış da, vuslat olunca sesi kesilirmiş insanın. Nehir, güldür güldür akar da, denize kavuşunca susar ya, o hesap.

Bir kez ölünce insan, hem acz, hem fakr, hem şevk, hem de olan bitene dair tefekkürle dirilirmiş. Ölmek insanı oldururmuş, öldürenin hükmü ayrı mesele…

“Ney gibi için boşaltılınca şaşkınlığa düşme” dedi bir derviş, neyin içini boşaltanın maksadı ondan güzel ses çıkarma olsa gerek. Anladım ki, nasihat eden dervişin de, pençe vuran zalimin de aynasında görünen aynı imiş. İkisinin de Sahibi, Muharriki O imiş. Birinin hissesi rahmet, diğerini kahr olsa da O hep bir imiş. Hepsi Onun birer vechi imiş.

Sen iştiyakı bilir misin? Bir işe tutku ile sarılmayı. O olmadan yapamamayı. Ben bildim elhamdülillah.

Sen şevki gördün mü hiç? Hep aç olanı gördün mü? İliklerine kadar fakr ile dolu olanı. Bana bak!

Unuttum ya, kendinde görmeyen gayrda göremez ki…

Bildim, gördüm, anladım elhamdülillah.

Ben seni kendimden ayrı bilmeyi hep unuttum. Bize ‘insan olmak gayr ile mümkün yalnız insan olunmaz’ diye bellettiler de ondan unuttum. ‘Kalbiniz bütün alemdir’ diye ezber ettiler de ayırmayı, kesip atmayı unuttum. Muhabbeti zerk ettiler de sarhoş oldum, şarap nehrinden başka üç nehir daha vardı, unuttum. Alemde nefret diye, zulüm diye, adem diye bir şey vardı da unuttum. ‘İnsanın ünsiyetle insan olacağını’ temrin ederken ‘nisyanla unutuşa batacağını’ temrin etmeyi unuttum.

Aşık sevdiğinden gayrı unutur ya, ben de unuttum.

Bir büyüğe demişler: “Yezid’e neden sövmüyorsun?” “Hüseyin muhabbetiyle öyle meşgulüm ki unuttum” buyurmuş. Unutuşlarımı onunkine katıver Ya Rab!

Konevi bana dedi ki:

“Ne varidatın varsa sen istedin. ”

Şaşırdım kaldım.

“Şimdi bu ayrılığı, kamışlıktan kopmayı, ben mi istedim Şeyh-i Kebir. Ya bu açlığı. Hele de bu fakrı.”

“Evet” dedi Şeyh, “Allah öyle Hakim’dir ki, hikmeti sana istemediğini vermekten münezzehtir.”

Yine anlamadım. Tafsil etti:

-‘İnsan bir iken çoktur’demiştim sana hatırla! Bir zahir dili vardır, bir de batın dilleri. İnsanın her bir latifesinin bir dili vardır. İşitmedin diye hemen inkar etme! İnsan dua ettiğinde, zahir dili ile ne söylerse söylesin, o diğer latifeleri bastıran ve dışarıda akseden sestir. İnsan sadece onu istediğini bilir. Yahut öyle zanneder. Oysa altta her bir latifenin fısır fısır istediği, sessizce nida ettiği matlubları vardır. İşte sana gelen varidat, yani duana, ettiğin anda yola çıkarılan icabet, bu latifelerinden en az birinin isteğidir.

Devam etti:

-Bazen insan ‘kemal’ ister. Ama bu istediğinin nasıl olacağını bilmez. Bazen insan nefsini ıslah etmesini Rabbinden diler. Ama terbiye nasıl gelecek bilmez. İnsan zannına uyan varidatı muhabbetle alır, zannına uymayanı ise nefretle iter. Oysa zahir dilinin isteğine uysa da uymasa da, o gelen içeriden sipariş edilmiş bir şeydir. Dilersen sen buna kendi lisanında ihtiyac-ı fıtri lisanı ile dua, ıztırar lisanı ile dua deyiver. Anladın ya diller değişir, hakikat değişmez.

Bazen senin gibisi hikmet diler. Ona benim gibi Hakim- Sufi bir hoca verilir. Sonra o düşünür durur “Ben tasavvuf tarihinin en ağır metinlerinden birini, Miftah-ul Gayb’ı nasıl anlayacağım”. Hikmet ter dökmeden, sancı çekmeden alınmaz. Hikmet bedelsiz verilmeyecek kadar değerlidir. Hikmet geleceği kalbi boş ister. Öyle büyüktür ki kalbe ancak öyle sığabilir. O zaman Hakim kalbinden en sevdiklerini bir bir söküp alıverir. Sen ona canavar dersin, cahillik edersin. Bekle, o boşluğa ne dolacak göreceksin.

Konevi ağır konuşur. Onu çok okuyamazsınız. Yorulursunuz. Ben de yoruldum. Hayaller dinlendirir diye yumuşacık bir hayale yaslandım. Bir kuşlar ülkesi vardı düşümde, harap olan ülkelerini kurtarmak iseyen kuşlar vardı. Aralarına kolayca karıştım. Kuşlar en yaşlılarına çare sordular. Onun talimatıyla kuşların en bilgelerini aramaya çıktılar. Uzun yollar aştılar, tehlikeli vadilerden geçtiler. Kimi yolda kaldı, kimi telef oldu. Sonunda vardıkları diyarda kendilerinden başkasını bulmadılar. Çünkü yolun sonunda onlar yolun başındaki kuşlardan çok başkaydılar. Döndüler ve yıkılmakta olan ülkelerini kurtardılar. Gözümü açtım. Ben de onlarla yolun sonuna varmış mıydım? Yoksa yolda yanmış mıydım? Hayal de, hikaye de güzeldi, ama kendimi nasıl bulacaktım? O kadar uzun süre ‘sen’ talimi yapmıştım ki şimdi ‘ben’imi nasıl tanıyacaktım? Hayalimde kuş olmak kolaydı da, hakikatte nasıl uçacaktım?

“Senin de kanatların var, biri hikmet biri muhabbet, henüz büyümediler, uzun yol alamazsın, yükseklerde uçamazsın, ama senin de kanatların var, sadece henüz farkında değilsin” dedi bir ses kalp kulağıma. Şeyh-i Ekber’i hatırladım hemen ve kendisini tazime niyetlenenlere şöyle deyişini: ‘Sen de büyüksün ama farkında değilsin’.


Not: Bu ünlü tasavvuf klasiği hikaye şimdilerde sinema filmi yapılmış çocuklara üç boyutlu olarak sunuluyor. Sinemada kızımla gelecek programda görür görmez, “A! bu Feridüddin Attar’ın Mantık-üt Tayr’ı değil mi?” dedim. Bizim çocuklarımıza bizim hikayelerimizi Amerikalı anlatıyor, cehaletimize, ilgisizliğimize, tembelliğimize ah edelim.

Not 2: Konevi ve Arabi ile konuşmalar okuduklarımdan hayalime, kalbime düşen iç konuşmalardır. Birebir metin vermedim, ama okuyanlar Miftah-ul Gayb’de sözünü ettiğim bahsi bulabilirler. Onların kalbine aynısını der mi bilemem. Arabi ise deryasında yüzdükçe gönül kulağıma konuşur oldu, ona kaynak hiç veremiyeceğim. İyisi mi siz “hayal etmiş” deyin. Büyükleri hayalinde gezdirmek de güzeldir.

  25.09.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut