Hatipoğlu ve Döngeloğlu söylemi: Nereye kadar?

Televizyon seyircisi Hatipoğlu Hocamdan Hz. Osman’a suikast düzenleyenin Hz. Ebubekir’in oğlu olduğunu öğreniyor ya da merak etmenin eşiğine geliyor. İftarını beklerken “hocamız ne diyor?” diye saf niyetle televizyonunu açan hacı ninem, köylü dedem, o saf zihnine “Meğer Veysel Karanî Hz. Muaviye taraftarlarına karşı, Hz. Ali safında savaşmış!” diye bir bilgiyi kılçık gibi sokuveriyor. Hz. Ebubekir’i de Hz. Ömer’i de, Hz. Osman’ı da, Hz. Ali’yi de aynı hürmetle anan, aralarında çıkmış envai çeşit fitneyi çoktandır uyutmuş olan seyircimiz, hiç gerekmediği halde, hiç önceliği olmadığı halde üstesinden gelemeyeceği baştan çıkarıcı/fettan bir bilgi ile baş başa kalıyor.


BİR RİSALE-İ Nur talebesi olarak ve dolayısıyla bir Kur’ân talebesi olarak adım kadar değil, adımdan daha çok emin olduğum bir şey var: Kur’ân aslı tarih anlatmaz. Vahiy asla geçmiş zamana dair kuru bilgilerle bizi meşgul etmez. Defalarca yazdığım ve yazacağım gibi, Risale-i Nur’da kıssaların “burada ve şimdi”leştirmesinin en canlı örneği Birinci ve İkinci Lem’â’lardır. Yunus (as) ve Eyyub (as) örneklerini çoğaltmak üzerimize farz.

Uzunca bir süredir Nihat Hatipoğlu hocamızın televizyonda gelenekselleştirdiği ve ardından muazzam reyting başarısıyla taklit edilmek zorunda kaldığı üslubuna dair rahatsızlığım vardı. Duyduğuma göre kervana yeni katılan Ömer Döngeloğlu hoca da en az Hatipoğlu kadar başarılıymış.

www.haber7.com’dan sütun komşum Prof. Osman Özsoy’un yazısında verdiği ipuçları bu konuda, bardağımı taşıran damla oldu. Sırası geldi yani.

Bakın ne anlatıyor Osman Hoca: “Star’da Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu Hoca Hz. Osman’ı, Kanal 7’de Ömer Döngeloğlu Hoca Veysel Karani Hazretleri’ni anlatıyordu.”

Öncelikle Hatipoğlu ve Döngeloğlu paralelliğine dair doğal vurgusunun altını çiziyorum. Bu iki muhterem hocamız Ramazan iftar/Sahur programlarının “yıldız”ı. Aralarında ciddi bir reyting rekabeti varmış.

Demek ki: Televizyon seyircisi en çok Hatipoğlu ve Döngeloğlu seyrediyor. Daha da açıkçası, Hatipoğlu’na ve Döngeloğlu’na program yaptıran televizyonlar en çok reklamı en yüksek fiyatla alıyor. Hocalarımız televizyon diliyle “para ediyor.”

Televizyonun ancak magazin ve eğlence ile yükselen reytingini nasıl olup da din ile yakalıyor hocalarımız? Düşünmeye değer değil mi?

Osman Hocanın yazısı çarpıcı bir ipucu veriyor:

“Nihat Hatipoğlu Hoca, üçüncü halife Hz. Osman’ı anlattı uzun uzun. Konu Hz. Osman’ın şehit edilmesine geldiğinde, kendisini öldürmek üzere sakalından tutup, tam da ilk hançeri sallamak üzere iken, bir anda bundan vazgeçip suikast mahallinden kaçıp giden kişinin babasının kim olduğunu söylemedi. “Eğer ben bu kişinin kimin oğlu olduğunu söylersem, oldukça şaşırırsınız “ dedi ve izleyicinin “bu ne iş yahu” diye zihninin bulanmasına fırsat vermeden reklam arası verdi.”

Muhterem Hocamız reyting almanın gereğini çok iyi biliyor ya da kendisine çok iyi bildiriliyor. Reklam arasında ekrandan kopabilecek seyirciyi reklamın sonrasını beklemeye ikna ediyor. “Az sonra…” heyecanı… İç gıcıklayıcı bir detay… Meraktan çatlatıcı bir muamma… Osman Özsoy yanılıyor. Hatipoğlu’nun seyircinin zihnini bulandırmama kaygısı olsaydı, o bahsi zaten açmazdı. “Eğer ben bu kişinin kimin oğlu olduğunu söylersem, oldukça şaşırırsınız” cümlesinin eşiğine gelmektir reyting marifeti. Hatipoğlu’nun söylemediği değil söylediğidir, söylemem diyerek söylediğidir asıl mesele.

Peki Döngeloğlu Hocam ne yapıyor bu arada? O da Veysel Karanî bahsini açmış. Yakın reyting rakibi Hatipoğlu gibi o da merak konusu bir muammanın, çıldırtıcı bir gizemin eşiğine getiriyor seyircisini. Tam isabet! Osman Hocanın bir seyirci olarak refleksine bakın:

“Ömer Döngeloğlu Hoca’yı dinlerken öğrendiğimiz ayrıntı, Veysel Karani Hazretleri’nin, Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında 657 yılında yapılan Sıffin Savaşı’nda, Hz. Ali’nin tarafinda savaşırken şehit olması oldu. Bu kadar kutlu bir zatın, siyasi görüş ayrılığı yüzünden kılıçları birbirine karşı kınından çıkaran Müslümanların kendi arasında yaptığı savaşta şehit olduğunu öğrenmek hakikaten bizim için sürpriz oldu.”

Döngeloğlu Hoca da televizyonculuğun hakkını veriyor. Bu sürprizin dramatik etkisini artırmak için çarpıcı bir çelişkiyi gündeme taşıyor. Karani’ye, kendisiyle birlikte hatırladığımız o hırkayı, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin birlikte götürdüğü gerçeği… Karani’nin dahil olduğu savaşın karşı tarafları, kendisine hırkayı getirirken beraberlermiş meğer… Diline sağlık… İşte muhteşem sürpriz ve acıtıcı final..

Televizyonda reyting yapan ve “para eden” işte bu “sürpriz”dir. Döngeloğlu’nu ekranların aranan adamı eyleyen işte bu zarif ve akılcı kurgudur. Reklamın ardından ak saçlı tatlı yüzlü latif sözlü Nihat Hocayı bekleten işte şu cümledir: “…kimin olduğunu söylersem, oldukça şaşırırsınız.”

Tahmin ediyorum her iki hocamız da İslam tarihini didik didik okuyorlar, göz nuru akıtıp kendi kendilerine soruyorlar: “Seyirciyi nasıl şaşırtsak?” “Dinleyicinin yüreğini nasıl hoplatsak?”

İşin tekniği bunu gerektiriyor. Zaten herkesin bildiğini anlatmak kimseyi şaşırtmaz, seyirci tutmaz, reyting yapmaz, para etmez. Dahası, herkesin bildiğini anlatsanız da kimsenin anlatmadığı gibi anlatmaktır marifet. İşte o zaman televizyonculuk açısından “doğru” bir iş yapmış olursunuz. Her iki hocamız da bu konuda marifetlidir. Sadece tebrik ediyorum.

Osman Hoca gibi bir çok seyircinin gözünden kaçan sır ise şu: Televizyonculuğun “doğrusu” ile İslam’ın/insaniyetin “doğrusu” her zaman çakışmaz. Aksine çok sık çatışırlar.

Televizyon seyircisi Hatipoğlu Hocamdan Hz. Osman’a suikast düzenleyenin Hz. Ebubekir’in oğlu olduğunu öğreniyor ya da merak etmenin eşiğine geliyor. İftarını beklerken “hocamız ne diyor?” diye saf niyetle televizyonunu açan hacı ninem, köylü dedem, o saf zihnine “Meğer Veysel Karanî Hz. Muaviye taraftarlarına karşı, Hz. Ali safında savaşmış!” diye bir bilgiyi kılçık gibi sokuveriyor. Hz. Ebubekir’i de Hz. Ömer’i de, Hz. Osman’ı da, Hz. Ali’yi de aynı hürmetle anan, aralarında çıkmış envai çeşit fitneyi çoktandır uyutmuş olan seyircimiz, hiç gerekmediği halde, hiç önceliği olmadığı halde üstesinden gelemeyeceği baştan çıkarıcı/fettan bir bilgi ile baş başa kalıyor.

İslam nezaketi ve insani öncelik, her doğruyu söylemenin doğru olmayacağı kuralı üzerinden yürürken, reytingin aç gözlü mantığı ucunda rezillik de olsa “çarpıcı”, “sarsıcı”, “yaralayıcı” olanı söylemeyi gerektiriyor.

Muazzam bir reytingle yeni seyirciler kazanan TV ekranı, yeni reklamlara doğru kanat çırparken, seyirci menkıbe ustası hocalarımızın anlattıkları üzerinden yeni hiçbir sorumluluk almıyor, şimdi ve buraya ait bir kâr etmiyor.

Din’in eski zamanlara ait olduğu imajı, belki istenmeden, bir kez daha katmerleştiriliyor. Söylenen sözlerin hepsi “düne ait” kalıyor, “yeni bir şey” söylenmiyor cancağızım. Kendisine tabi olunan bir peygamber değil sadece ardından ağlanan zavallı bir peygamber tanıyoruz. Bize şimdi ve burada diri sözler söyleyen sahabeler ve veliler değil, folklorik ve nostaljik figürler biliyoruz. Duygusallık yüklü bir gözyaşının ardından seyircilerin elleri ve yürekleri boş dönüyor. Dolan ise başka şeyler oluyor.

İşte size bilgiyi eyleme dönüştüren değil, eğlenceye dönüştüren eşsiz formül. İşte size sahabe hayatları üzerinden iç gıcıklayıcı, merak uyandırıcı, kılıç şakırtılı dramatik aksiyonlar üreten bir magazincilik.

Hocalarımızın benden çok daha iyi mümin ve Müslüman olduğuna eminim ve şahidim. Şahıslarına bu yazıyı okuyan herhangi birinden daha çok hürmet ederim.

Bir televizyoncu olarak reytinglerini de kıskanıyor olabilirim. Hasetçiler haset ettiklerinin farkında değildir zaten. Hasetle de olsa söylemek istediğim şu: İhlasla yaptıklarını umduğum, iyi niyetle sürdürdüklerini sandığım işlerinin nereye vardığını görsünler.

Her iki hocam da televizyonculuğun “doğru”sunu yapıyorlar. Ama sadece televizyonculuğun “doğrusu”nu yapıyorlar.

Bilmem anlatabildim mi?


Prof. Osman Özsoy’a da acil bir not: Said Nursî’nin “şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” sözü, sizin anladığınız gibi değil hocam. Said Nursî, siyasi tercihlere “bana ne!” diyecek, safdil ve umarsız, ham sofu, kendi kabuğuna çekilmiş, çileci bir adam değildir. Meşru tercihinizin gidişatı değiştirebildiği yerde tercihinizle yoksanız, iradenizi küçümsersiniz. İradeyi küçümsemek de insan oluşunuzu küçümsemektir. İnsanın kendi iradesini yok sayması, insanı insan eden Külli İrade’yi ciddiye almamaya gelir. O iş başka! Bir ara konuşuruz, yazışırız, inşallah..

  09.09.2010

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut