KUTU, SİHİRLİ VE TEHLİKELİ

Mona İslam

BİR SABAH kapınızın önüne bir hediye paketiyle bırakılmış bir kutu olsa ne yaparsınız? Açar mısınız? Tereddüt ederiz değil mi? Hele de göndereni tanımıyorsak. Artık zaman kötü diyeceksiniz, doğru. Bir de kutuyu göndereni akşam üstü eve alır mısınız? Kutu hakkındaki merakınızı tatmin etmek bu kadar önemli ha? İlginç, merak insana neler yaptırıyor. Özellikle kadınlara, merak insanı tehlikelere sürükleyebiliyor. Her şeyi riske atabilecek kadar bir şeyi bilmek istemek ne ola ki? Belki bir marifet isteği, ancak bu kadar masumane düşünülebilir değil mi? Halbuki ben kesinlikle o kanaatteyim, insanın meyillerinin son tahlilde iyi niyetli olduğunu düşünürüm. “Tüm hareketler sevgi kaynaklıdır”(İbnül Arabi) benim bakışımı belirleyen ilke bu.

Öte yandan ‘merak şeytandandır’ da denir değil mi? Şeytanın bir şey yaratma, bize bir duyguyu enjekte etme gibi bir hüneri olmadığına göre, belki tüm işlevi bizdeki marifete, hikmete, ilme yönelebilecek pozitif bir duygu olan merakı nefsi hesabına, ölçüsüz, keyfi, hatta şeriatın sınırlarını çiğneyecek biçimde kullandırması. İşe yarayacak olan her hangi bir şeyi değil, abes olanı merak ettirmesi. Duygu manipülasyonu. “La tecessesu”(Hucurat) emri buna müteallik olsa gerek. Yoksa insanın bilimsel merak türünden nice merakları var ki onu bu hayatta en anlamlı ve değerli varlık kılıyor. Kendini, kainatı, ve Onu tanıma merakı gibi…

Sabah beş suları. Kapı çalar. Kadın uykusu daha ağır olan kocasını yatakta bırakır, sabahlığını giyer ve kapıyı açar. Kültür farkına dikkatinizi çekerim, bizde sabahın veya gecenin bir saatinde kapı değil telefon çalsa evin erkeği ‘hayırdır inşallah’ diyerek bakar. Siz isteseniz de o saatlerde kapıya telefona bakamazsınız. Güvenlik tedbiri, hoş. Erkeklerin erkek gibi davranması, hoş. Ama biz kapıda kadını görürüz, bu insanlar Amerikalı. Yıl 1976. Kadın kapıya bırakılmış kutuyu içeri alır. Kocası uyanır, ardından oğlu kalkar merakla. Ambalaj yırtılır, üzerinde bir düğme bulunan bir kutudur gelen. Anlam veremezler. Kilere kaldırıp işe giderler.

Evleri ne kadar güzel, kadın çocuğu okul otobüsüne öperek bindirdi. Oğluna ‘ana kuzusu’ dercesine ıslık çalan diğer öğrencilere de öpücükler gönderdi. Ne kadar hoş giyinmiş, ne güzel bir paltosu var, kadın da hoş(Cameron Diaz). Yağan kar saçlarına konuyor. Hayır, cennette değiller, ama cennet gibi bir hayatları var doğrusu. Burası Virginia, Richmond. Kadın öğretmen, felsefe öğretiyor. Sartre’dan anlattığı meseleler, güneyli aksanına hiç uymuyor. Güzelliğinin bir defosu var, ayağı aksıyor. Öğrencilerin aşağılamalarına maruz kalıyor bu yüzden. İnsanlar neden bu kadar hoş bir kadına, bilgili bir öğretmene, oğlunun hararetle müdafa ettiği anneye böyle davranır ki? Bütün bunlar yeterli değil mi, ayağı sağlam olmasa olmaz mı? Bir vakit sonra kadının da benzer şekilde düşündüğünü görürüz. Güzel evleri, arabaları, eşinin NASA’daki işi ve kendi öğretmenliği, oğullarının edebi terbiyesi onu mutlu etmeye yetmez. İşte bu yetmezlik tam da cennetten düşüşün başladığı yerdir. Yasak meyveye uzanır kadın. Kutunun önerdiği bir milyon doların yapabileceklerini ister. Karşılığında bir insanın öleceği bir milyon dolar. Kirli para…

Önce kadın, sonra koca…

Kadının ismini vermiyorum. Çünkü hikayede benzer şekilde davranan pek çok kadın görüyoruz. Benzer koşullarda bir çok aile. Hristiyan itikadının gereğinden midir, yoksa gerçek midir bilinmez, kutunun düğmesine aç gözlülükle basan hep kadınlar oluyor. Aç gözlülük, hristiyanlığın yedi büyük günahından biri. Başkasının ölümüne neden olacağını bilen bir aç gözlülük. Başkası, hiç tanımadığınız bir yabancı. Öyleyse sorun yok. Kadınlar ilkeye değil, ilişkiye bakarlar. Uzak, değersizdir. Dikkate alınmaz. Bu tüm duygusallıklarına rağmen kadınlardaki empati fukaralığının tavan yaptığı yerdir. Bir keresinde kendi oğlunun üstüne titreyen bir kadından Gazze’ye giden gemilerde bulunan insanlara yönelik umarsız sözler işitmiştim. Tüm riski göze alıp ‘bunu size hiç yakıştıramadım’ demiştim. Ama sanırım gerçek bu, kadın nefsi ile ilgili gerçek.

Bilmem farkında mıyız? Sosyalistler bunu bas bas bağırarak mütemadiyen söylüyorlar. Her ‘daha fazla’ mal isteğimiz, tanımadığımız birilerinin bazen açlıktan, bazen ilaçsızlık ve bakımsızlıktan, bazen de eğitimsizliğin getirdiği yanlışlara saplanıp kalmaktan, ölümüne neden oluyor. Biz ‘daha fazla’ istemesek, onlar ekmek, ilaç, hastane, okul sahibi olabilecekler. Ölüm mukadder, yine gün gelip ölecekler, ama o vakit ellerimiz de, vicdanımız da temiz olacak. O vakit ölüm sebepleri bizim açgözlülüğümüz olmayacak. Bir hayat bitecekse de sebebi sen olmamalısın. Ehl-i vicdan böyle düşünür değil mi?

Başkasının ölümü bir tarafa, kadınlar neden daha açgözlü, daha paracı gösterilmiş. Reklamların kadınlara yönelik olduğu da bir gerçek. Bir başka film sahnesinden kocasının istemediği bir işte terfiini mevzu bahisle bir başka kadına daha ‘alacağınız maaş çekini eşinize söyleyin, karar vermenize yardım edecektir’ demişlerdi. (Revolutionary Road) Ürkmüştüm. Acaba kusurumuzu görmüyor muyuz.? Çok şey mi istiyoruz? Erkekler bizi bir para öğütme makinesi gibi mi görüyorlar? Neden arzu özellikle mal, mülk, servet, para etrafında şekilleniyor. Hani kadınlar duygusal varlıklardı? Neden daha soyut şeyler değil kadınlara sunulanlar, ve kadınlar neden hep somut olanın peşinde o zaman? Dünya kadınlara daha mı çok şey vaad ediyor? Şeytan kadınları daha mı kolay kandırıyor? Filmi birlikte izlediğim eşime çekinerek soruyorum, ‘ben de böyle miyim?’ ‘Hayır’ diyor. Sımsıkı tutunuyorum onun ‘hayır’ına. Derin bir nefes alıyorum. İnsan böyle aşağılık, düşük olmak istemiyor.Umarım hüsn-ü zannına layık olurum.

Her aç gözlülüğün sonu kötü biter. Kaz alacağım derken tavuktan da olursunuz. Hatta bazen de canınızdan olursunuz. ‘Sen bir deneysin’ diyor yönetmen Richard Kelly. Hakikat payı var, hayat bir deney gibi. Sürekli ölçümlerimiz alınıyor, hata paylarımız hesaplanıyor, kalite kontrole tabi tutuluyoruz. İnsan için teoride her şey mümkün, ancak her mümkünü oldurmak ne kadar ahlaklı. Filmdeki adam(James Marsden) ve kadın(Cameron Diaz) da böyle bir testten geçiyorlar. Niceleri gibi kaybediyorlar. Aslında yapacakları şey basit, ‘daha fazlasını istememek’. Ama duygularına had konulmamış insan için bu çok zor. Hele de imanın getirdiği ölçü yoksa. Bizim için de zor, hangimiz ‘huzur içinde hayat’ımıza kanaat getiriyoruz da başka özlemlerin peşine düşmüyoruz ki…

Başka, herkese göre başka…

Dilerim biz ‘başka’nın peşinde kendimizi yitirenlerden olmayız.

  09.08.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut