CEHENNEMİN TA KENDİSİ: KEŞKE

Mona İslam

KIZIMIN ARKADAŞINA gittiği saatler. O olmayınca evde yalnız oturmak istemiyorum. Hava da çok sıcak, dışarıya çıkayım. Eşimin tavsiyesine uyup, kitaplarımı alıp caddeye iniyorum. Bir kafede oturuyorum. Henüz öğle saatleri, sıcaklık düşmüş değil. Kafede az kişi var, okumak için uygun bir ortam. Kitabın iyi arkadaşı bir kahve söylüyorum. Okumaya başlıyorum.

Okumak insana cevaplar sunuyor. Ancak her seferinde, her cevabın yanına yeni bir soru takılmış geliyor. Böyle yol alınıyor. Sorulardan bıkmamak gerek. Her soruda kendinize ilişkin bir tanım da yapmış oluyorsunuz. Kendinizi anlamaya bir adım daha atıyorsunuz. Defterime not alıyorum, bulduğum ilk fırsatta birine sormalıyım. Soruların izini sürmek bir kadın için iki kat zor. Elim telefona gidiyor. Vazgeçiyorum. Biliyorum, soracağım zatın bana verdiği bir açık çek var. Ama yine de edep ediyorum. Bir kadın olmak soracaklarınızı biriktirmeyi gerektiriyor. Uygun zaman kollamayı, birini zırt pırt aramamayı. Hatta bazen öyle sorular var ki, telefonda sorulacak gibi değiller. Oturup karşılıklı müzakere edilmeleri gerekiyor. Bu daha büyük bir engel. Erkek olsanız rahat rahat görüşebileceğiniz insanlara, kadın olduğunuzda ulaşmak zorlaşıyor. Onlar rahat davransalar da siz tereddüt ediyorsunuz. Acaba ölçüyü doğru tutturabiliyor muyum? Hikmet sevdası kadın için çetin bir sevda. Belki bu sebeple kadınlardan çok hakîm çıkmıyor. Bu yüzden okuma serüveninde bir zaman geçince sorularınıza cevap verecek kadın bulmakta zorlanıyorsunuz. Onlar o soruları sormamışlar. Kendinizden şüphe ediyorsunuz. Bende erkekleşme temayülü mü var? Hayır, kadın ya da erkek olmayı umursamayıp sadece insan olmaya çalışıyorum.

Zihnimin ağacından epeydir göz diktiğim bir meyveye uzanıyor elim. Sert ama güzel görünüşlü bir meyve bu soru. Soruyu elimde evirip çeviriyorum. Biliyoruz ki müslüman alimler geçmiş kültürlerden de etkilenmiş, onlardan da kimi düşünceleri almışlar. Buna hem Üstadın buyurduğu vecihle ‘En sapkın inançlarda bile bir dane-i hakikat bulunur’ gözüyle bakmak, hem dinin safiyetini muhafaza ve ehli kitabın tahrif ve sapma sürecine ümmet-i Muhammed olarak düşme endişesi ile bakmak mümkün. Bu günümüz bilim ve felsefesi, modern zihniyet ve modern anlayış biçimlerini İslam’la nasıl bağdaştıracağız sorusuna cevap teşkil ettiği gibi, geçmiş İslam alimlerinin, sufilerin, filozofların kendi dönemlerinde karşılarına çıkan meseleleri nasıl harmanladıkları sorusuna da bir cevap olabilir. Bu meselede iki tür yaklaşım kanaatimce ifrat ve tefrit uçlarını ifade ediyor. İlki dışarıdan hiçbir şey almamak ve her etkilenime kapalı olmak. İkincisi gelen her şeyi olduğu gibi kabul etmek. İlki medeniyet kurucu düşünce sahibi olmayı engelliyor. İkincisi ise hakikati bulaşık ve görünmez hale getiriyor. Bir de bu meyveyi nasıl yiyeceğimi bir bilsem. Hindistan cevizi gibi sert kabuğunu aşabilsem.

Doğru olan itidalli olan. Ama mutedil olan orta noktaya nasıl varılır? Mihenk nedir? Miyar hangisidir? Afifi’nin ‘İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler’ini okurken öyle eleştirel bir yaklaşıma rastlıyorsunuz ki kimi yerde İbnül Arabi’nin, kimi yerde İmam Gazali’nin, kimi yerde bizim sağlam bir itikadi mezhep olarak bildiğimiz Eş’arilerin ‘İslamın ruhundan uzak düşünceler’ ile muttasıf sayıldığını görüyorsunuz. İslam dünyasında Hüccet-ül İslam bilinen isimler dahi bazı nazariyelerinde İslam öncesi kültürlerden etkilenmiş gözüküyorlarsa bunu nereye sığıştırmalı? Dane-i hakikat bölümüne mi? Yoksa sapma ve tahrif bölümüne mi? Afifi’nin Kur’an’ın ruhuna aykırı bulduğu bu düşüncelerin sahipleri de Kur’an’a iman etmemişler miydi? Onların Kur’an’a aykırı bulmadıklarına, Afifi neden aykırı diyor? Buna yaklaşımı selefi bularak mı yanıt vermek lazım?

Kimine göre İbni Sina ve Farabi, gökte sair filozofların etrafında seyyareler gibi döndüğü iki yıldız iken, kimine göre adi bir mümin sıfatını bile taşımıyor. Bu insanların zühd içinde İslami bir hayat yaşadıkları da biliniyor. Öyle ise haklarında neye göre karar vereceğiz? Söylediklerinin hangisine inanacak, hangisini reddedeceğiz? Burada ‘mihenk Kuran ve Sünnet’ demek o kadar kolay değil. Görülüyor ki Kur’an ve sünnet bu zevat tarafından da farklı yorumlanmışlar. Öyle ise ne kadarı yorum özgürlüğüne dahil, ne kadarı sapkın? Yahut aklı mı baz alacağız, aklımıza yatanı kabul edip yatmayanı red mi edeceğiz? Dün anlamadığını bugün anlayan, cevap buldukça yeni sorular soran aklımıza, nasıl miyar görevi yükleyeceğiz? İslam alimlerinin eserlerinden takliden değil, ‘o dediyse doğrudur’ mantığıyla değil, tahkiken nasıl istifade edeceğiz? Sapla samanı ayırmanın yolu nedir? Yoksa bunalıp Sofistler gibi ‘Hakikat bilinemez, ilim beyhude bir çabadır’ mı diyeceğiz? Ama biz biliyoruz ki Allah bizi ‘bilinmek’ için yarattı. Peygamberimiz ‘RABBİ ZIDNİ İLMEN’dedi. (Rabbim ilmimi arttır)Öyleyse bilme metodu nedir?

Konevi iki metoda atıf yapar: Müşahede yöntemi ve burhan yöntemi. İlki bizim sufiler, arifler dediğimiz, ehl-i keşfin, riyazetle, sülukla fethettiği bilgidir. İkincisi filozofların nazariyatla, yani teorik düşünmeyle devşirdiği bilgidir. Konevi muhakkik tanımını yaparken bu iki yolu cem eder. İdeal bilgiye, marifete, hakikate iki yol cem edilerek ulaşılır. Bu da bize ‘başkalarının kalp ayağı ile süluk ettiği yerlerde sair latifeleri de yanına katarak süluk eden’ ‘başkalarının gözü kapalı gittiği yerde gözü açık giden’ ‘tasvir-i iddia ile yetinmeyip burhan isteyen’ Bediüzzaman’ı hatırlatır. Hiç şüphesiz o da bir muhakkiktir. Bu bizim hüsn-ü zannımıza değil, tanıma uygun olduğu için böyledir. Bizim büyük İslam alimleri diye zikrettiğimiz nice isim de muhakkik kategorisinde isimlerdir. Demek ehl-i tahkik olmak iki yöntemi beraberce kullanmaya, başka bir deyişle hem aklı, hem nakli, hem afaki, hem enfüsi tefekkürü eş zamanlı çalıştırmaya bağlıdır. Zor iş. Keşke yapmak, tarif etmek kadar kolay olsa…

Kafeden ayrıldım ve bu ‘keşke’ ile yürüyorum. Kendimi kalabalık bir eskici dükkanına girmiş küçük bir kız gibi hissediyorum. Burada ne kadar çok şey var, bana ‘dilediğini al’ diyorlar. Ama neyi alacağımı bilmiyorum. Ellerimin taşıyabileceği şey sınırlı. Ne antika, ne hurda, nereden bileceğim? Karar verene kadar bu dükkanda ne kadar vakit geçireceğim? Karara varmaya çalışırken ya birşeylere çarpıp devirir, kıymetli bir şeyleri kırarsam, dükkan sahibine nasıl hesap vereceğim? Şimdi nasıl ‘Rabbi zıdni ilmen’ diyeceğim?

Arabayı park ettiğim sokağa az kaldı. Önümde yaşlı bastonlu Bağdat Caddesi klasiği bir hanım ve bakıcısı, yardımcısı olduğunu zannettiğim başörtülü bir geç kız var. Yanlarından hızla geçiyorum. Tam o anda kadın düşüncelerimi bir bıçak gibi kesen bir şey söylüyor. “Keşke her şeyi bırakıp o adamla gitseydim”. Sesinde tarif edilmez bir acı var, içime işliyor. Hayatının sonuna gelmiş bir kadıncağız, ve hayatını başka bir biçimde yaşamış olmaya yönelen dileği. Bu kadın herşeyi değersiz kılan bir adam bulmuş ve onu arkasında bırakmış. Böylece hayatını değersiz bir şey olarak yaşamış. Benimkinden büyük bir ‘keşke’. Zihnimi altüst ediyor. Dolandığım karmaşık kavramları kesip atıyor. “Ya ben de hayatımın sonunda böyle bir ‘keşke’ye mahkum olursam”. Kuşkusuz o da vaktiyle seçimini doğru olandan yana yaptığını düşünüyordu. İnsan yıllar geçmeden doğrunun doğru olduğunu nasıl bilebilir ki? Hakikate ilişkin ‘bilinemezlik’ felsefi olanın da ötesinde, şimdi burada çırılçıplak zuhur ediyor. Biz birşey bilmiyoruz. Seçimlerimizin bile doğru olup olmadığından bihaberiz. Derin bir kuyuya düşüyorum.

Bilmenin açtığı yaraya inanma merhem oluyor. Yahut yalnız inananlar, bildiklerinde yaralanmıyorlar. Bilmemeye de yalnız onlar tahammül edebiliyorlar. Konevi’nin elini tutuyorum. Bana ömrümce gittiğim ‘bilme’ yolculuğunun tek taraflı olmadığını fısıldıyor. Sen bir adım atarsan O on adım atar. Buluştuğunuz yer ortada bir menzildir. Evrende var olan şeyler bilinme çabasında pasiftir, oysa O bilinmek ister. Bu yüzden senin bilmek istemen, onun bilinmek istemesine bitişir. Şayet ihlasın varsa, ne yoldan gidersen git, O karşına çıkar. Çünkü O senden başka sevgililer gibi saklanmak değil, senin tarafından hep bulunmak ister. Çünkü bütün yollarda, bütün anlayışlarda suretlenen O’dur. Her biri Onun bir vechini bulur. Bu yüzden asla ‘keşke’ demeyeceksin. Ve ekliyor, “İnanıyorsan Allah tüm keşkelerini telafi edecek sonsuz bir zamanı ve sonsuz bir imkanı sana sunacak”. “Öyleyse geriye bakma.”

Şu ara bana en çok Konevi cevap veriyor. Bazen ölüler dirilerden daha ziyade mukabele ediyorlar. Belki İbn’ül Arabi’nin dediği gibi ‘biz ölüyüz onlar diriler’. ‘İnsanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar’ hadisini böyle yorumluyor Şeyh. Onlar hakiki bir aleme gittiler, gerçek hayat mertebesine yükseldiler. Hele bir de kamillerse… Dalgalı bir denizde bir sandal gibi batmamaya çabalayan nefsinize medet oluyorlar. İnsan karanlıkta kuyuda tutacak bir ele muhtaç. Önden giden, yukarıda olan bir ele. Allah daima farklı farklı ellerde elimizi tutan oluyor. O ellerimizi hiç bırakmıyor. Elhamdülillah.


Not: Dağınıklık için özür dilerim. Ama hiçbir kurgu katmadan ne görüp ne işittiysem, ne düşündü ne hissettiysem onu yazdım. Ömrümüzün hiçbir aşaması ‘keşke’ dedirtmesin. Allah, varlığı olduğu gibi kabul etmeyi, her bir hadisede hamd ile tesbih eden mahlukata katılmayı, olana ‘iyi ki öyle olmuş’ demeyi nasip etsin. Allah o kadıncağızı da ‘keşke’ cehenneminden kurtarsın.

  05.08.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut