BİZE BİR MERCEK GEREK

Mona İslam

Efendimiz(sav) herhangi bir şeye yöneldiğinde boynunu çevirmek yerine, bütün bedeniyle dönerdi.

KONEVİ der ki:

Allah bir şeyi yaratırken ona bütünüyle yönelir. Bu anlamda Onun yönelişi varlıklara göre değişmez. Her şeye eşit tarzda tecelli eder. ‘Basit cisimlerin en büyüğü olan Arş’ı yaratmak ile basit bir karıncayı yaratmak arasında herhangi bir fark yoktur.’ (Kırk Hadis Şerhi s. 164) Bu Allah’ın mutlak hitabı, mutlak maiyeti(beraberliği), her şeyi ihata etmesi, yönünden mutlak anlamda kendisine varma, yaratmaya dönük hem zatına hem de sıfatlarına ait mutlak teveccühü verebiliriz. Çünkü Allah’ın mesela Arş’ı veya Kalem’i Alâ’yı yaratmaya teveccühü ile karıncayı yaratmaya teveccühü açısından hiçbir fark yoktur.(Fatiha Tefsiri, s.358-9) (İcaz-ül Beyan, s. 408-9)

Kanaatimce Allah’ın yaratması gibi tüm isim ve sıfatlarının tecellisinde de durum budur. O, bir varlığa tüm rahmetiyle yönelir. O, bir varlığı tüm sevgisi ile sever. Sonsuzluk bölünme kabul etmez. O, bir olduğu için teveccühü de dağılmaz, parçalanmaz, bir kısmı geride kalıp, eksik tecelli olmaz. Bir şeyi bilmesi de böyledir. O, bir şeyi tüm ilmiyle bilir. Ve onun tüm varlığı, Onun için malumdur. Efendimiz’in yaptığı sünnetullaha riayetten ibarettir. Çünkü o gelen tecelliyi mükemmelen kabul eder. Bu anlamda tam bir kul, edilgen bir alıcı, kabul edicidir. Varlıklar arasında isimlerde görülen farklılık teveccüh eksikliğinden değil, o varlığın kâbiliyet eksikliğindendir.(Burada kabiliyeti yetenek anlamında değil, kabul edicilik anlamında kullandım, zira İbn’ül Arabi anlayışında kabiliyet arzu ile orantılı bir kavramdır, değişmez değildir) Bazı varlıklar bazı isimlere ya hiç, ya da kısmen kâbil(kabul edici) olmayabilir. Hasılı kusur bizdedir. Ne kadar kabul edici isek o kadar kul oluruz.

İnsan Allah’ın suretinde yaratılmıştır. İnsanın alemde bir varlığı tam olarak bilmesi mümkün müdür? Öncelikle bir varlığın ‘mutlak’ manada bilinmesi, sevilmesi, ona etki edilmesi, bir münasebet hasıl olması, hiçbir mümkün varlık için mümkün değildir. Mutlak bilme, sevme vs, ancak mutlak olarak bu sıfatların taşıyıcısı içindir. İnsan ise mutlak değil mümkün bir taşıyıcıdır. Mümkün taşıyıcıların en üstünü de olsa son tahlilde onda sıfatlar mutlak olarak bulunmaz. Bunu bilmek kulluk edebi için şarttır. Konevi der ki: Mümkün asla mümkün olmaktan çıkmayacaktır. Bu anlayışla kanaatim odur ki insanların felsefe ile iltibasla tasavvufa atfettikleri ‘rabben insaniyyen’ kavramını reddeder. Tasavvufun kast ettiği teşebbüh-bil vacib, insanı mümkünlükten çıkarmaz. Sadece ondaki tecellinin azam olduğunu,isimlerin kendisinde cem olduğunu, taayyünün kemal bulduğunu, alemin yaratılışından maksadın hasıl olduğunu ifade eder. Kusursuz ayna metaforu bu anlama gelir.Şüphe yok ki aynadaki görüntü aynanın karşısında duran zat ile aynı değildir. O sadece iki boyutlu bir görüntüdür. Ama ayna pürüzsüzse görüntü karşısında duran Zâttan farklı da değildir. Bize onun tüm özelliklerini gösterir. Yine de o bir görüntüdür.

Bu yüzden insan bir şeyi mutlak anlamda bilemese de bir şeye vakıf olması mümkündür. Belki de bunun için marifet kavramı insana yakışır, ilim kavramı Allah’a. İnsan tanır, Allah bilir. İnsanın bilmesi sonradan tanıma suretindedir. İnsan insani aczi ve fakrı zalim ve cahil olması ile beraber, en kusursuz esma taşıyıcısıdır. Asıl değildir, ama vekildir. Hilafet bu anlama gelir. Alemde her şey birdir(ehadiyet). Biri ancak bir bilebilir. Öyleyse bir şeyi bilmek ancak bir olmakla, yani latifeleri tevhid etmekle mümkündür. Buna paralel olmak, mukarenet de denilir. Bir şeyi ancak ona paralel olduğunuzda karşı karşıya bulunduğunuzda, Efendimiz’in lisan-ı hali ile anlattığı gibi, bütün varlığınızla yöneldiğinizde onu bilebilirsiniz. Bu bilme için böyle olduğu gibi, sevme için de böyledir. Marifet gibi muhabbet de, bir varlığa bütün letaifinizle yöneldiğinizde hasıl olur. Kimilerinin aşk, kimilerinin muhabbet diye isimlendirdiği şeyin hakiki olup olmadığının ölçüsü budur. Her latifeniz meyl ediyorsa o aşktır. Her latifeniz meyl etmiyorsa o meyildir. Burada vicdanın da tüm letaife dahil olduğunu hatırlarsak aşkın mecazisi hakikisi olmadığını daha iyi anlarız. Vicdanı rahatsız etmeyen, vicdanın da muvafık olduğu aşk zaten Onun tecellisi olarak bilinen aşktır.

“Sevginin nedenlerinden birisi, seven ve sevilenin birtakım sıfatları arasında gerçekleşen münasebettir” (Konevi,İlahi Nefhalar s. 51)

Allah bilir, ve bilinmek ister. Sever ve sevilmek ister. Halifesi de öyledir. Her bir ismin karşılığı olan bir isim vardır. Hakikatte varlıkta birbirleriyle ilişki kuran isimlerdir. Bir varlığa sizde tecelli eden bir isimle yönelir ve ondan başka bir isimle cevap alırsınız. Münasebet çift taraflıdır. Bu kimi zaman sevgiye karşı sevgi, bilmeye karşı bilme gibi aynıyla, kimi zaman şefkate karşı vefa gibi farklı bir isimle hasıl olur. Gelen tecelli kabul ediliyorsa mutlaka geri de yansıtılır. Ancak kabul edilmiyorsa bir geri bildirim alınmaz. Zulüm bu olsa gerek.

Bu Allah’tan insana tecelli eden isimlerde böyle olduğu gibi, insanlar arası ilişkilerde de böyledir. Aslında bu anlamda ne aşkın, ne ilmin hakikisi, mecazisi yoktur. Bu sun’i bir ayrımdır. Hakikatte, gelen, nereden gelirse gelsin daima Ondan gelir. Sadece bazen farkına varılır, bazen varılmaz.

İnsan hayatına baktığında latifelerini tevhid edebildiği çok az anla karşılaşıyor. Namaz gibi ubudiyetin özü hallerde dahi birtakım cüzlerimiz o seccadede toplanıyor, birtakım cüzlerimiz fire veriyor. Bir konuya, bir davaya, bir meseleye, bir insana yönelişlerimiz de bütünüyle olmuyor. Kimi aklımıza hitap ediyor, gönlümüze etmiyor. Kimi aklı, kalbi beraber kendine yöneltiyor ancak nefis dışarda kalabiliyor. Kimi zaman hayal ve vehim kaçıp gidebiliyor. Bazen bir şeye ruhumuz istekli iken bedenimizi sürüklememiz gerekiyor. Hayatımızda çok az şey bir mercek gibi bizi tüm latifelerimizle kendisinde topluyor. Hangi şeye paralel durabiliyoruz?

Bir şeye paralel durmayı becerebilsek alacağımız tecelli tam olacağı için görüntü eksiksiz olur. Bu da bizim tam bir müşahede ile Ona muhatap olabildiğimizin göstergesidir. Ona bir şey aynasında tam muhatabiyet, ancak insandan insana mümkündür.

Bir zamanlar kamiller vardı. Bir insan onlardan birini bulsa kendini toparlardı. Şimdi o kamiller ortada görünmüyorlar. Ancak bazen de siz eksik o eksik iken birlikte kemal buluyorsunuz. Yap bozun parçaları gibi karşılıklı bulunuyorsunuz. Zıtlıklarınız bile birbirine mukabil geliyor. Hakikat ikinizin tam ortasında merkezde bir yerde oturuyor. Hakikat ‘mağaradaki iki kişinin üçüncüsü Allah’tır’ hükmüyle zahir oluyor. Bu insanlar mağarada çünk birbirlerinden başka hiçbir şeye algıları kaymıyor. Bir zaman diliminde afaktan izole oluyorlar. Afak sadece öteki, karşısında durduğunuz oluyor. Birbirinize tüm latifelerinizle yönelebiliyorsunuz, çünkü birbiriniz için mercek görevi görüyorsunuz. Afak ve enfüs ittifak ediyor. Bu artık tek kişilik değil iki kişilik bir kemal. İkisi de tek tek kamil olmayan iki kişinin ‘mükemmel’ birlikteliği. Birlikte iken ikisi de ‘bir’ olabiliyor. Bir’i bilebiliyor. Hissedebiliyor. Ayrılınca ikisi de eksik kalıyor. Parçalanıyor, dağılıyor.

Mercek karşısındaki ışık kaynağını kendinde toplar. Hiçbir ışın dışarıda kalmaz. Bazen ışık kaynağı küçüktür, ancak merceğin onu toplaması sebebi ile o küçük ışıkla ateş bile yakılabilir. Bir mercek bulsak o kutlu ateşi yakabileceğiz. Bu bir ütopya değil, olabilir. Yalnız, bize bir mercek lazım.

Ama unutmayın, mercek kim olursa olsun Nur Allah’tır.

  02.08.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut