Monet Tablolarına Bakış 2
Monet’nin Şehirleri

Mona İslam

EMPRESSİONİST RESSAM Monet’nin eserlerini incelemeye devam ediyorum. Monet’nin en çarpıcı özelliği aynı resmi değişik havalarda ve farklı mevsimlerde tekrar tekrar çalışmış olması. Bir mekan güneşli, sisli, yağmurlu, bulutlu hatta fırtınalı zamanlarda tekrar tekrar resmedilmiş. Ressam ışığın mekana tesiri ile ziyadesiyle ilgili gözüküyor.

Önce karşıma Kathedrale von Rouen çıkıyor. Sadece giriş kapısı resmedilmiş. Çok heybetli, uzak görünüşlü ve kasvetli. Bir sisin ve karaltının ardında duruyor. Girilen ama çıkılmayan bir mekanı andırıyor. Katedraller bizdeki büyük merkez camiler gibi. O ülkedeki tüm kiliseler onlara bağlı. Başlarında da kardinaller bulunuyor. Böylesi bir katedrali Viyana’da görmüştüm. Stephansdom Katedrali idi. Benzer bir heybet ve kasvet barındırıyordu. Bir diğeri de Budapeşte’de gördüğüm Basilika idi. Aynı heybet, aynı kasvet. Üstelik içi dışından daha karanlık ve gizemliydi. Işığın kiliselere girmesi özellikle engellenmiş, dış dünyadan alabildiğine soyutlanmış, adeta bir karantina yeri. Dünyayı sevmemiş ve onu mümkün olduğunca dışlamış. Din böyle bir varolanı dışlamayı, karanlığı böyle bir gizemi ifade ediyor olmalı Avrupa’da. Bir sisli yere girersiniz ve sizden bir daha haber alınmaz. Kim böyle bir yere girmek ister ki?

Avrupa biraz da nehirler kıtasıdır. (Minicik yere kıta denilirse tabii) İçinden nehirlerin geçtiği şehirlerde köprüler hayati önem taşır. Çeşit çeşit mimari harikası köprüler. Köprü iki yakayı bir araya getiren, parçalanmış kabile ve klanları toplayan, cem eden unsur. Belki bunu kiliselerden bile daha iyi yapıyor köprüler. Şehir denilen şey, değişik sınıf ve biçimlerde insanların, bir uyum ve kurallar manzumesiyle biraraya geldiği yeri ifade ediyorsa, bunun afaki sembolü köprüler olmalı.
Bu yüzden köprüler ne kadar sağlam ve güzelse, insanlar arasında kurulmaya çalışılan bağlar da o denli sağlam ve güzel oluyor. En azından niyet bazında. Bu anlamda savaşta da evvela köprülerin yıkıldığını, bombalandığını hatırlamamak elde değil.

Köprüler katedrallerden daha fazla birleştirici etki sahibi. Çünkü Avrupa halkları için ticaret ve ulaşım dinden daha önemli.

Mostar Köprüsü’nün yıkılışı, harabe halinin fotoğrafları, Drina Köprüsü’nden atılan Boşnak çocukları buz parçaları gibi beraberinde bir keskin sızıyla hatırıma düşüyorlar. Aslında bu düpedüz köprü imgesine ve onun insanları buluşturan, medeniyet kuran imajına bir saldırı.

Monet’nin, Waterloo Brücke ve Charing Cross Brücke (London) tablolarına bakıyorum. Yine sisli bir görüntü. Özellikle Waterloo Köprüsü. Avrupalı bir zihin Waterloo’yu savaşlar olmadan hatırlayabilir mi? Gerçekten bu köprü bu kadar sisli midir? Kitapta bir diğer sayfada çekili bir fotoğraf var. Fotoğrafta Waterloo Köprüsü daha net görülüyor. Bu kadar sis ressamın zihninden geliyor olmalı. Hatırlanmak istenmeyen tüm korkunç anılar bir sisin ardına gizlenmiş gibi. Londra’daki Charing Cross köprüsü de sisli resmedilmiş. “Londra’nın iklimi zaten böyle” deyip geçilebilir. Acaba sebep bu mu? Ardında saat kulesi ve diğer binalar zar zor seçiliyor. Karanlık bir rüya gibi. Belki de kasvetli ve sisli görünen İngiliz hayat tarzının ta kendisi. Monet’nin zihnindeki izdüşümü belki…

Bir başka resim var karşımda şimdi. Bulevard des Capucines. Adından da anlaşılacağı üzere her tür kahve tonunun kullanıldığı bu tabloda bir şehir silueti, arka planda binaları ve onları perdeleyen ağaçları ile karşımıza çıkıyor. Bulvarda sayısız insan var. Her biri karanlık birer leke gibi. At arabaları ve arabacılar da öyle daha büyük birer leke. Şehir insanları tek tek ayırd edilemeyen özdeş sayılar haline getirmiş. Herkes aynı giyinmiş. Farklı olana yer vermeyen şehirler Avrupa şehirleri. Herkes telaş içinde. Bir kaos var. Çalışmayanı, hızla dönen çarka katılmayanı öğüten yerler Avrupa şehirleri. Kimsenin soluklanacak vakti yok gibi. Bunu Monet’nin resmettiği tüm şehirlerde görüyoruz. Paris gibi, Londra gibi kuzeyin şehirlerinde daha kaotik bir yapı var. Ancak Venedik resimleri de aynı şekilde sisli ve puslu. Bu kıtaya değil onu biçimlendiren insan ruhuna ilişkin bir sis ve pus olmalı. Çünkü İtalya aslında güneşli bir memleket.

Öte yandan ressam taşrayı ve kırsalı resmettiği yerlerde, parlak renkler, ışık ve yansımalar kullanmış. Taşra resimleri huzur ve dinginlik veriyor. Tıpkı doğa resimleri gibi. Taşranın köprüleri ve kayıkları suda yansımalar bırakırken, şehirlerde bunu göremiyoruz. Evet Times Nehri’nde de tekneler var, çalışan insanlar var, ama suda yansımaları yok. Şehirler güneşten de, yansımasından da uzak. Taşra daha doğayla iç içe ve herşey daha sahici ve parlak. Şehirlerde düzen var, ama taşra daha insani. Şehrin düzeni gerginlik, taşranın düzensizliği huzur veriyor. Ne kadar çok kural koyulursa koyulsun, şehirlerin kaosu engellenememiş. Doğanın kuralları düzen, insanın kuralları kaos yaratıyor.

Kadınların daha sakin, erkeklerin daha gergin oldukları resimlere bakıyorum. Sanki şehirler erkeklere doğa ve taşra da kadınlara benzetilmiş. Yani ikisinde de aynı duygu hissediliyor. O dönemde erkekler kadınlardan evvel civilizasyona dahil oldukları için, daha modern ve daha seküler gözüküyorlar. Modern civilizasyon(özellikle medeniyet demiyorum) henüz kadınları ve taşrayı ele geçirememiş. Oradaki huzuru kaçıramamış, şimdi Avrupa’da onu da bulamazsınız. Şehirler erkek dünyasını temsil ediyor. İş güç koşuşturma, tektipleşme, telaş. Birbirinin yüzüne doğrudan bakmama. Yansıma yokluğunu da bu anlama dahil etmek mümkün. Şehirde kimsenin suda yansıması yok. Çünkü şehirde insanlar birbirlerine ayna olmayı bırakmışlar. Herkes diğerine değil, kendine bakmaya başlamış. Taşra henüz yansımaya sahip, ve belli ölçüde diğergâmlığa.

En sık rastgelinen resimler, balıkçı teknelerinin resimleri. Deniz çok resmedilmiş, bir haşyet uyandırıyor. Bir sonsuzluk duygusu veriyor. Küçük sahil kayıkhaneleri renkli balıkçı sandalları, emeğiyle çalışan insanların, mütevazi geçim aletleri. Şehrin mekanik ve hesaplanabilir görüntüsü bir kibir duygusu işlerken, balıkçılar tevekkülü simgeliyor gibi. Denize çıkarsınız, balık gelirse doyarsınız gelmezse aç kalırsınız. Rızkınız sayinize ve kısmetinize bakar. Üstelik denize açılınca bir daha dönemeyebilirsiniz de. Denizde Tanrı’nın sözü geçer. (Her yerde öyle şüphesiz, ama batılı bir zihin bölünmüş bir zihindir)Bu da hayatı her tür hesaplanabilir şeyden ve her cins narsistik plan ve programdan uzak tutar. Böyle bir hayat, balıkçıların hayatı. Havarilerin ekseriyetle balıkçılar olduklarını biliyor muydunuz? Bunun Hristiyan zihninde etkisi büyük olmalı.

Bana en çok dokunan balıkçı teknesi resmi, Des Parlementsgebaude im Winter tablosundaki. Heybetli karanlık ve sisli bir parlamento binası ve önündeki nehirden geçen küçük silik soluk balıkçı teknesi. Siyasetin soğuk, sinsi, tehlikeli ve ceberrut hakimiyeti altında yitip gitmiş bir insan, bir emekçi, bir balıkçı imgesi. Hatta balıkçının kendisi bile yok, görünen sadece karınca gibi küçük, silik teknesi. Onu bu siyaset dünyasında, bu kapitalist canavarın dişinin kovuğunda tutan tek şey, timsahın dişlerini temizleyen küçük kuş gibi emeği, çabası, çalışması, sayısal olarak ekonomiğe katkısı. Nehirleri ve balıkçıları belki de Avrupa’nın en temiz kalan ve temizleyen tarafı.

  01.07.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut