CENNETİ GÖRDÜM

Mona İslam

“Birbirlerine muhabbet ve dostlukları çok kuvvetli olan iki kardeşten birinin, diğerinden az da olsa çekinmesi, mutlaka birinin kusuru sebebiyledir.”

Cüneyd-i Bağdadi

ALLAH ÇEŞİT ÇEŞİT NİMET, farklı farklı güzellikler yaratıyor. Hele de mevsim baharsa, güzellik fikri insanı sarıp sarmalıyor, kuşatıyor, içine işliyor. Tüm görkemi ve tüm renkleriyle kainat, güzelliği betimlemek için seferber oluyor. Bize cennetten enstantaneler sunuyor. Onun Cemal’ini tavsif ediyor.

Herkesin hayatına umumi olarak inen güzelliğin dışında, her birimizin de ferdi hayatına güzellikten düşen parçalar farklı farklı. Kimi güzelliği daha çok ufuklarda arıyor, buluyor, kimi ise nefislerde. Kulak verin hayır hayır fısıltıya değil, insanı harekete geçiren hayat ezgisine. Duydunuz mu? Varlık alemi toyekün cemalden söz ediyor. Kah kainata bakınca, kah Hikmetli Kitap’ın sayfalarında gezinince, kah Rahmet Peygamberi’nin hayatına sözlerine kulak verince, güzellik gül yaprakları gibi kat kat açılan, iç içe geçmiş evrenler halinde kendini sunuyor. Derinleştikçe her biri öncekinden daha güzel, sonsuz sayıda evren. İnsanın ağzı açık kalıyor.

Bize Rabbimizin Cemal’ini anlatan mezkur üç muarrifi andıktan sonra, dördüncüye de bir nazar etmek lazım. Zaten ben kendi hayatımda güzelliğe dair esintileri en çok da bu dördüncü muarriften alıyorum. Dördüncü muarrif: Vicdan. Benim sınırlı aklımla anladığım: Vicdan sahibi güzel insanlar. Onlar Allah’ın Cemal’inin aynaları. Onların celali bile cemali mündemiç. Zira bu insanlar celallerinde dahi adaleti elden bırakmayan, haddi aşmayanlar. Cennet çiçeklerini kalplerinde yetiştirenler. Hakikate hayatlarıyla şahitlik edenler. İsm-i Hayy ve Cemil’in pırıltıları, rahmetin esintileri…

Bir mahzun günün ardından eşime şöyle diyorum: ‘Yarın iyi olacağım inşallah. Şu seminere gideceğim ve zihnim hiçbir şeyi alamayacak kadar daralmış da olsa, sadece filan zâtı görmekle huzura ereceğim.’ O kendisine bakılınca huzur veren biri. Yanında Allah’ı hatırladıklarınızdan. İçinizde ne kadar fırtına koparsa kopsun, beş dakika yüzüne bakmanız sizi süt-liman etmeye yetecek kadar sekine sahibi. Bazen çok bunalınca onu arıyorum, sesi merhametin seslendirilişi gibi. Hatırası sizi bir günaha meylinizden alıkoyacak kadar etkili. Kelimeleri öyle hikmetli ki, her birinden sonsuzluk diyarına kapılar açılıyor. Dinlerken sonsuzluğun rüzgarı yüzünüze çarpıyor. İsrafil’in nefesi gibi diriltiyor tüm latifelerinizi. Yorgunluklarınıza değiyor, zira daima huzurda oluşu ile daima genç kalanlardan. Yanına gidince yorgunluğu alanlardan biri. Ağabeyim, güzel bir adam…

Onu ailesiyle görüyorum. Halinde hayatın hırpalayışının, sorumluluk duygusunun ağırlığının izleri görünüyor. Saçı sakalı aklanmış, gençlik ondan uzaklaşmış. Ama cehdini, hayallerini tıpkı bir elinde kitaplarını diğer elinde minik kızını tutuşu gibi sımsıkı tutuyor. Diğer tarafında diğer çocukları ve karısı. Yolda kalabalığın arasında seçiliyorlar. Onlara merhametle karışık bir hayranlıkla bakıyorum. Uzaklardan bir kutlu sebep için buralara gelmişler, o sebep onları kutsuyor. Herkesten başka görünüyorlar sokakta yürürken. Bunu onlara söylemeli miyim? Ama nasıl? Onlara çok güzel bir aile olduklarını, yüzlerinde cenneti gördüğümü nasıl söylerim?

Bir başka gün yolda yürüyorum. Güneş içimi ısıtıyor. Güneşle dirilen bitkiler gibi diriliyor duygularım. Çiçeklere selam veriyorum. Bahçemizdeki beyaz ve mor sümbüllere, köşebaşlarında renk cümbüşü içinde gülümseyen menekşelere, yamaçlara çıkartma yapmış papatyalara bakıyorum. Kızıma ‘Bak yine melekler patlamış mısır yemiş ve buraya dökmüşler’ diyorum. Bu aramızda her bahar anılan bir latife. Bu bahar kızım yeni bir şey ekliyor latifemize. ‘Bak anne sarı papatyalar da var, hem de ne çok, demek haşlanmış mısır da yemişler’ Kızım mısırı çok seviyor,ona göre melekler hiç bir şey yemese de muhakkak mısır yiyorlar. Onun neşesi bana hiçbir çiçeğin, hiçbir baharın veremeyeceği neşeyi veriyor. Kızım, güzel bir çocuk…

Bugün ders günü. Dershaneye gelmek her zaman başlangıçta nefsime ağır gelen, sonrasında da ‘iyi ki gelmişim’ dedirten bir süreç. Her seferinde imtihan oluyorum. Burası evime uzak bir mekan. Hoş, her gittiğim seminer öyle ya! Kısmetim hep uzaklara gitmekte. “Vardır bir hayır” diyorum. Geldim, anahtarı çevirdim, içeride yeni demlenmiş çay kokusu. En sevdiğim ablamın heyecanlı sesi. Erken gelmiş, birşeyler anlatmaya başlamış bile. Bazen onun hiç uyumadığını sanıyorum. O kadar çok şeyi aynı anda ve güzelce yapıyor ki. Üç çocuğunu ve evinden hiç eksik olmayan akrabalarını, Arapça derslerini ve öğrencilerini, İslam Tarihi, Hat, ve İcaz ve Belagat derslerindeki öğrenciliğini, ve dostluğunu, daima gülümseyen yüzünü ve hilm tavsiye edişini, bana hak ettiğimden çok değer verişini, birbirimize günün herhangi bir saatinde arayı anlattığımız rüyalarımızı, paylaştığımız sırlarımızı, dualarımızı, her sarılışında kalbini hissedişimi düşünüyorum. Ablam, güzel bir kadın…

Biraz başım dönüyor. Yorgunum, günlerdir koşuşturuyorum. Bu kez karşıya geçeceğim. Annem geliyor kızıma bakacak ben gelene dek. Sağolsun. Yemeklerini de hazırladım. Annemin çayını da demledim çıkıyorum.Yol boyu sevdiğim cd leri dinliyorum arabada. Trafik de yok çok şükür. Yalnızken araba kullanmayı seviyorum. Müzik dinlemeyi de. Tekrar tekrar dinlediğim cdlerim var. Eşim onlardan sıkılıyor. Ona ‘Ben bir şeyi seversem sonsuza kadar onu dinlemekten, tekrarlamaktan sıkılmam’ diyorum. Oysa o herşeyden çabuk sıkılan bir mizaçta. ‘Senden sıkılmadım’ deyişini hatırlıyorum tebessümle. O tüm bu hikmet yolculuklarının sponsoru. Ne dinliyorsam, ne öğreniyorsam, neyi bu sayede yaşayabiliyorsam hepsinde payı var. Duası daima duama bitişik. O bilsin bilmesin, duysun duymasın tüm dualarıma peşinen amin diyor. Bu bir ağırlık aynı zamanda. İnsan kendisine peşinen amin diyen birini bulduysa, onun istemeyeceği şeyleri duasına katamıyor.

Seminer salonuna bir saat erken gelmişim ‘Kafa dinlerim, ne güzel’ diyorum. Derken bir hanım geliyor, tanışıyoruz, sohbet ediyoruz. ‘Eskiden bunu hiç yapmazdım’ diyorum kendi kendime, yabancılarla tanışmak, konuşmak, onları tanımaya çalışmak, cümlelerine mimiklerine dikkat etmek yeni bir şey benim için. Ben değişiyorum, halden hale dönüşüyorum Muhavvil’in elinde. İnşallah daha iyiye. Bu hayat emaresi diyorum, değişebilmek. Hata ettiğimi kabul ediyorum insanlardan uzak durarak, yabani davranarak. İnsanlar güzellermiş, tanımaya-tanışmaya değerlermiş. Hoca derse başlıyor. Bazıları lüzumsuz çıkışlar yapıyorlar, bazıları ilgisiz sorular soruyorlar, bazıları sert ikazlarda bulunuyorlar. Her birine rahmetle bakıyor ve şefkatle cevap veriyor. ‘Tam İbn-i Arabi talebesi’ diyorum içimden, üzerinde Rahman ismi gözüküyor. Cennetten bahsediyor. Bahs etmesine gerek yok ki, kendisi orta yerde bize zaten cennetten bir parçayı şahsında, üzerinde gösteriyor. Hoca , güzel bir adam…

Eve döneceğim, hava kararmış, saat sekiz civarı. Otoparka yürüyorum hızlıca. Gece benim için hep ürkütücü. Ancak arabaya binene dek, kapıları kitlediğimde kendimi emniyette hissediyorum. Ancak o zaman gece ışıklarına doyasıya bakabiliyorum. Şimdi artık ‘gece güzel’ diyebilirim. Taksimden iniyorum. Stadın önünden geçeceğim, trafik sıkışık. Ama telaş etmiyorum, artık acelem yok çünkü. El frenini çekiyorum ve karşımda arz-ı endam eden ışıltılı gerdanlığa bakıyorum, boğaza. Trafik kımıldıyor biraz, arabayı biraz kaydırıyorum, tekrar duruyorum. Sağda stadı görüyorum, içi hınça hınç dolu. ‘Trafiğin nedeni belli oldu’ diyorum, sonra eşimin de maça gideceğini söylediğini anımsıyorum. Nokta gibi görünen insanlara bakıyorum, o acaba hangisi? Yahut, yolda akan bir nehir gibi yürüyerek stada gelenlerden biri mi? Bu stada girince küçük yaramaz birer çocuğa dönüşüyor koca koca adamlar. Kulaklarımda onun sesi var ‘Meşhur üçlemesi: Sen, Elif ve Beşiktaş’ deyişi. ‘Saçma’ diyesim geliyor, demiyorum. Belki ben anlayamıyorum. Onun bu kadar çok sevdiği bir şey kötü olamaz ki! Eşim, güzel bir adam…

Sanki gökyüzündeki tüm yıldızlar da bu stada nazar etmişler. Bu insanları ve onların heyecanını anlamaya çalışıyorlar. Onların maçı izleyişi gibi onları izliyorlar. Seziyorum. Acaba bizatihi seyre değer olduklarını fark ediyorlar mı bu insanlar. Hepsi için bu değeri fark etmelerini diliyorum. Zira insanın tüm çırpınışları değerini fark edebilmek için. Hayatın değerini, hikmetin ve hakikatin değerini, kendi değerini, Onun değerini. Cennet bizahitihi bu değerin tecessüm etmiş şekli olsa gerek diye mırıldanıyorum. Bir fısıltı gibi yıldızların duama amin deyişini duyuyorum göz kırpışlarında.

Yıldızlar gibi pırıltlı başka bir şeyi, hayatıma giren güzel insanları zihnimden geçiriyorum birer birer. Bazıları yıllardır selamlaşmamış olduklarım, bazıları ara sıra karşılaştıklarım, bazıları yılların ardında mazide kalan, bazıları berzahın ardına geçmiş olan sevdiklerim. Hala içim sızlayarak özlediklerim. Benimle aynı zaman diliminde yaşayanları, başka zamanlarda dünya hayatlarını tamamlayanları. Tanıştığım, tanımaya çalıştığım, ve tanımadan ölmek istemediğim, ve ölünce de buluşmak arzu ettiğim insanları. Her biri cennetten birer esin. ‘Yeryüzü bir çöl olsa, bahar hiç olmasa, gökyüzü bomboş kalsa, sadece bu güzel insanlar bile O’nun güzelliğini anlatmaya yeter’ diye mırıldanıyorum. Bu insanlarla olmak bizatihi cennette yaşamaktır, biliyorum. Onlar hayatları ile hakikate şahitlik eden insanlar, öyleyse sadece benim kalbimde değil, hakikatte de diriler. Hayatları ile hakikate şahitlik yapanlar, ölerek Hakka tanıklık edenlerden üstün bir mertebede şehitler.

Bir batılı filozofun ‘Hayat ölümle çevrili’ deyişini hatırlıyorum. ‘Hayır’ demiştim duyar duymaz. Bu dünyadan başka bir varlık alemi görmeyenlerin safsatası. ‘Bilakis ölüm hayatla çevrili.’ Bunu o güzel insanlar öğrettiler bana. Hayy isminin tüm isimlere kıdemli oluşunu. Hayatı sevmenin, Hayy’ı sevmek olduğunu. Ölümün sadece daha yüksek bir hayat mertebesine geçmek demek olduğunu.

Hayatı ile hakikate şahitlik edenlerin, ölümleri ile hakikate şahitlik edenlere kıdemi, Muhyi isminin Mumit ismine kıdemi gibi. Güzel’in aynaları, en güzel varlıklar. İnsanlar. Adam gibi adamlar. Yeryüzünde Allah’ın halifeleri, cennetin Şerefli Efendileri. Allah’ın kalpleri secdede kulları. Onları gördüğümde cenneti de gördüm. Cenneti onların yüzünde gördüm. Bazıları cenneti yeryüzüne indirdiklerinin farkında, bazıları değil. Hiçbirinin bir tebessümünü, bir selamını köşklere kasırlara değişmem. Hiçbir yıldız onlar gibi güzel parlamadı, hiçbir çiçek onlar gibi güzel ve baki açmadı. Yazılı satırlar, onların bakışlarından sonra anlamsız kaldı.

Onlarla olmak, onlarla yaşamak, onların muhabbeti ile sadrı doldurmak, onların izleri üzere yol almak cennetin ta kendisi değil mi? İnsanın cennete yakin için bundan fazlasını görmesi gerekmez ki…

Ben güzelliği insandan daha fazla hiçbir şeyde görmedim. Cemal’i görmek için ya tüm aktarıyla kainata bakarak yorulacaksınız. Ya da bir tek müminin güzel yüzüne bakacaksınız.Onların hata yapışları, pişman oluşları, sokakta oynarken üstünü başını kirleten, dizlerini yaralayan bir çocuk gibi düşüp düşüp kalkışları da güzel. Sonuna eremese de yolunda ölme, hiçbir şeyde sebat edemese de istiğfarda sebat etme, sanki yorgunluk onlara değmezmiş gibi say etme hallerini çok sevdim. Bana cenneti görmek, Cemali hissetmek için onların aynasından nasip edildi. Zira evrende ne varsa insanda zaten vardı. Ama ikincisinde olan bir şey, ilkinde yoktu. Ona Latife-i Rabbani diyorlar. Bu da başka bir bahis…

  07.06.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut