NEDEN BİRİNİ SEÇMEK ZORUNDA OLALIM Kİ?

Mona İslam

--Tüm savaş hayalle akıl arasında…

ŞU SIRA hep paradoksların içine düşüyorum. Acip şey ki, paradoksları seviyorum. Paradokslar beni hayrete sevk ediyor. Hayret ise kalbimi daha hızlı çarptırıyor. Hayatı hissettiriyor. Hayret etmeyi seviyorum.

Bir derste bize soruluyor “İnsan ünsiyetten mi gelir, yoksa nisyandan mı?”. Herkesten birşeyler duyuyoruz. Hoca gülümsüyor. “Şayet İbn-i Arabi’nin öğrencisi iseniz ‘İkisi de” demeniz gerekir” diyor. İnsan bir yönüyle unutur, bir yönüyle de alışır ve ünsiyet eder. Üstelik size “insanların bir kısmı unutur bir kısmı ünsiyet eder” de denilmiyor. Her insan teki, yukarıdakilerin ikisini de içeriyor. Üstelik insan hayatının bir anında unutup bir anında ünsiyet ediyor da değil. İnsan ünsiyet edip bir şeylere bağlanırken, bir şeyleri unutuyor ve terk ediyor. Yani, aynı anda hem nisyan hem ünsiyeti yaşıyor. Bu bazen müspet, bazen menfi olabiliyor. Yanlış anlaşılmasın, olumsuzluk nisyana olumlu kanaat ise ünsiyete de verilmiyor. İnsan iyi şeylere ünsiyet edebildiği gibi, kötü şeylere de ünsiyet edebiliyor. Yine iyi şeyleri unuttuğu gibi kötü şeyleri de unutuyor. Öyle ise ne ünsiyet peşinen hayır, ne de nisyan peşinen şer. Onlar da, hem hayır hem şer noktasında bir paradoksla karşımıza çıkıyorlar.

Bir başka seminerde Bediüzzaman’ın yaratılışta ibdayı mı inşayı mı tercih ederek tefekkür ettiği tartışılıyor. Sonuç, Üstad hem ibdayı hem inşayı tercih ediyor. Yani birini değil, ikisini de seçiyor. Üstelik ibdayı evvel zamana, inşayı ise sonraya pay etmiyor. Hem evvel hem ahir, ibda ve inşa dengesi ile yürüyor. Hem ilk anda, hem her anda ibda ve inşa sürüyor. Zaten Yaratıcı vechinden bakınca ilk an ve her an gibi zamana ilişkin her şey anlamını yitiriyor. Konuşmacı “birini seçmek kolay ama bizi hakikate ulaştırmaz” diye ekliyor. İkisi, hakikatin iki vechesini ifade ediyor. Birini seçen diğeri miktarınca hakikatten eksik kalıyor.Eksik olan bir şey de tanımsal olarak hakikat olmaktan çıkıyor. Zira hakikat kemalin arşında oturuyor.

Bir diğer mesele de teşbih ve tenzih ile ilgili değil mi? Tenzih aklın, teşbih hayalin işletilmesi ile iş görür. Bir insan tenzih ile Allah’ın ne olmadığını, teşbih ile ne olduğunu bulmaya çalışır. Kuran bize teşbih ve tenzihi beraberce sunar. Teşbih ederken tenzih eder, tenzih ederken teşbih eder. Hem “Allah’ın eli” der, hem “O kimseye benzemez” buyurur. Biri ile hayale, diğeri akla hitap eder. Füsus müellifi hayale aklın üzerinde bir makam verir. Kişinin Allah’a ihsan mertebesinde kulluk yapması için “Onu görüyormuş gibi” davranması gerekir. Bu ise ancak hayalle mümkündür. Hayal Rabbi kıblene getirirken, akıl Onu mekandan münezzeh olmakla takdis eder. Hangisi doğru? İkisi de. Bize bunun talimi ettirilir. Aklın elinde, sadece şu andan, şu günden ibaret olan bir ömre sahip olan insan, hayalin ve vehmin elinde geçmişe ve geleceğe uzanıverir. Ömür bast eder. Hangi mertebe-i hayat tercih edilmeli hayalin ve vehmin mertebesi mi yoksa aklın ve cismin mertebesi mi? Her ikisi de. Zira biri bizi potansiyelimizi kuvveden fiile çıkartarak ağaç kılarken, diğeri ise henüz çekirdek olduğumuzu anımsatır. Gerçek, ikisinin birlikteliğinde vücut bulur.

Bazen önümüzde ‘aşk mı şefkat mi’ diye soran paradokslar buluveriyoruz. Kimi birini kimi diğerini seçiyor. Ancak bu kolay olan. Hakikate götüren yok ise kolay olanı değil doğru olanı seçmekten geçiyor. Doğru, ikisi de. Neden seçmek zorunda olalım ki? Hem aşkı hem şefkati taşımalı insan bağrında. Meveddet ederken merhamet de etmeli. Merhamet ederken meveddet de. Ayette eşler arasına “meveddet ve merhamet koydum” buyurmuyor mu Şari Teala. Meveddet ve merhamet, aşk ve şefkat sonsuz bir denge içinde, bazen biri bazen diğer öne geçerek, bazen biri diğerinin gölgesinden bakarak vücut bulmalı değil mi? Rahim isminin sizin için azam olması Vedud isminin değerini nazarınızda yok etmemeli, bilakis siz Vedud’u Rahim’in penceresinden görmelisiniz. Yahut Vedud ismi size Rahim ismini unutturmamalı, aşkınızı merhametten mahrum etmemelisiniz. Hakikatte merhametli bir adam aşka da merhamet etmeli, aşık bir adam ise maşukundan merhameti esirgememeli. Rabbinizin Rahimun Vedud olduğunu anlamak bu denli zor mu?

Ya da şöyle abes sorular soruluyor insana, sevmek mi sevilmek mi? İkisi de. Evrende her şey bir karşılıklılık içeriyor. Alemler birbirlerinin çağrısına cevap veriyor. Kara denize, deniz karaya icabet ediyor. Arz semaya, sema arza müştak.Bitkiler hayvanlara hayvanlar bitkilere yüzünü dönmüş bakıyor. Gül bülbüle gülümserken, bülbül güle şakıyor. Allah namazı kulumla aramda ikiye böldüm diyor. Namazda kah kul Onun ayetlerini Onun dilinden konuşuyor Kah Hak kulun ağzından onun namına ses veriyor. Denge bize daima “ikisi de” demeyi emrediyor. Değil insan gibi sonsuz fakr sahibi bir varlık, Gani alal ıtlak bile ihsanlarına şükürle, rahmetine vefa ile, muhabbetine aşk ile, hikmetine marifet ile karşılık bekliyor. Kainatta her varlık arasında çift yönlü bir ilişki, bir cevaplaşma,bir mukabele, her noktada Mucib ismi görülüyor.

İnsan bazı şeyleri değil, hiçbir şeyi karşılıksız yapmıyor, yapamıyor. Birinin acısına şefkat ederken bile aslında iyileştirmeye çalıştığımız onun bizde empatiyle açtığı yara değil de nedir? Öyleyse bu vecihten bakarsanız merhamet dahi bencil birşeydir. “Onu öyle görmeye dayanamıyorum, o yüzden yardım ediyorum” diyebilirsiniz. Hakikat şu ki, ne merhamet sadece fedakardır ne aşk sadece bencil. Merhamet de bir vecihten fedakar bir vecihten bencildir. Aşk da bir vecihten fedakar bir vecihten bencildir. Bizden istenen bu ikisini hayırlı bir dengede tutabilmemizdir. İnsan hiçbir zaman ne verici durumdadır, ne alıcı. İnsan her zaman hem verici durumdadır hem alıcı. Bunu farkedersek birine bir şey verirken aslında aldığımızı, alırken de verdiğimizi görmek mümkündür. Biri diğerinin perdesinde gizlenir hepsi bu. Madalyonun iki yüzü…

Hayretimi celbeden bir diğer mesele de şöyle: İnsan sonsuz cahil. Zerre gibi bir varlığı, cismi, ve dahi zerre kavramının tanımını, sınırlarını, mahiyetini, vecihlerini bilmekten aciz. Her gün bildiklerini tashih etmek, ezberini bozmak, bilmediğini bilmek durumunda olan bir varlık. İnsandan bu cehaletinin ve bu aczinin farkına varması bekleniyor. Öte yandan bir zerreyi bilemeyen insandan Rabbini bilmesi gibi bir marifet de bekleniyor. O sonsuz aczi içerisinde bir zerreye sahip olamazken, arza halife olması isteniyor. Bu bir bebeğin eline kalem verip karmaşık integral hesapları yapmasını beklemek gibi bir şey. Ancak yine hayret ki insan bunu yapıyor. O aczi ve o cehaleti ile insan-ı kamilleri, velileri, nebileri, salihleri, arifleri içinden çıkarıyor. İnsanın ağzı bir karış açık kalıyor. Bu iş nasıl oluyor? Bu paradoks nasıl işliyor? İnsan hem cahil hem âlim, hem aciz hem muktedir nasıl olabiliyor?

Hatırlıyorum, İbn-i Arabi de insanı böyle tanımlıyor. Paradokssal varlık.* Aynı anda hem cimri hem cömert. Hem güzel hem çirkin. Hem iyi hem kötü. Bir tarafı galip bir tarafı mağlub. Ancak sizde cömertlik galip olsa da bir an sonra cimrilik halinin galebe etmeyeceğine bir garantiniz bulunmuyor. Üstelik kimi insan parada cömertken sevgide cimri, sevgide cömertken parada cimri olabiliyor. En mütekebbir adamlar aslında kendilerini en aciz hissedenlerden çıkıyor. En kasıntı tipler en çok güvensiz olanlar. En alçak gönüllüler de en büyükler. İnsanın vücudu temizken kalbi pis, kalbi temizken vücudu pis olabiliyor. Bir an günaha düşüp sonra bir hayır işleyebiliyor. Siyahta beyaz beyazda siyah görünüyor.Allah insanı pis bir sudan yaratıyor ve onu mahlukatın en şereflisi kılıyor. Arap damarım “Şeyun acib, şeyun acib” diye zikredip duruyor.

Bir büyüğümü ailesiyle evine bırakıyorum. Yolda papatyalar görüyoruz. Onlar enteresan çiçekler. Bunda hemfikiriz. Hem cemal hem celal gösteriyorlar. Ferdde cemal nevde celal görmek mümkün ancak o safiyet ve sadelik içerisinde o denli güzel olmayı başarabilen bir çiçeğin, o denli narin ve o denli hayatta kalma gücüne sahip olabilmesi bize ferdde de celal gösteriyor. Nevde ise ‘yamaçlara kar yağmış’, yahut kızımın tabiri ile ‘melekler patlamış mısır yemiş ve buralara dökmüşler’ dercesine bir güzelllik görülüyor. Cemalde celal, celalde cemal. Aynı anda hem cemal hem celal. Tıpkı insan gibi.

Papatyalar insana benziyor. Anlıyoruz ki insanda olduğu kadar bariz ve içiçe olmasa da kainatta da hayret verici paradokslar görülüyor.

Allah’ın isim ve sıfatlarını konuşuyoruz. İsimler Zat’ın aynı mı? Yoksa Ondan gayrı mı? Hem ayrı hem gayrı denilmesi uygun düşüyor. Bir vecihten bakılınca aynı, çünkü hepsi bir Zat’ın nispetleri. Bir vecihten ise farklı, çünkü Zat isimlerine de muhtaç değil. Üstelik isimler de bir paradoksu önümüze seriyor. Hem hilim sahibi, hem intikam sahibi. Hem merhametli hem azab edici. Hem yükselten hem alçaltan. Hem hidayet eden hem saptıran.Hem kendisine hesap sorulamayan hem de kendine rahmeti farz kılan. Hem dilediğinini keyfe ma yeşa yapan hem de herşeyi hikmetle yapan. Hikmeti kudretini sınırlayan, rahmeti azabının önüne sur gibi duran. Bizatihi bu paradoks insana ilişkin paradoksu açıklıyor. İnsan Onun tüm isimlerini yüklendiği için paradokssal varlık. Bu yüzden Onu en iyi bilebilecek varlık. Yine bu yüzden alemin etrafındaki zıt unsurların çatışması, ve mücadelesi gibi insanın içinde de büyük bir zıtlar çarpışması var. Bu insana hem o hem de bu demeyi vacip kılıyor. Hakikate ancak böyle muhatap olunabiliyor. Sadece bir vechi tutup, “hakikat bundan ibarettir” demek hakikat sevdasından değil, olsa olsa ene sevdasından kaynaklanıyor.

Büyükler meselelere yaklaşırken hem bu hem de şu demeyi alışkanlık haline getirmişler. Buna cem etmek, toplamak deniliyor. Yüksek bir makam. Kur’an adının da bir manası bu, toplayan demek. Hakikatleri toplayan, renkleri, yönleri, isimleri, ümmetleri, vahiyleri, fıtratları, tüm varlık kategorilerini toplayan. İnsan da Kevn-i Cami, toplayan varlık. Öyleyse hiçbir mesele “Ben bunu buldum, bundan başkasını tanımıyorum” demekle hallolacak gibi değil. Hakikatin hatırı âlîdir, kırmamak lazım. Birini seçip diğerini bırakmamak lazım.

Öyleyse insana düşen ayetleri birbiri ile vuruşturmamak, isimleri birbiri ile tokuşturmamak, duyguları savaş arenasında kan revan içinde bırakmamak için, ‘hem o hem de bu’ deme terbiyesini biran evvel edinmek olmalı.

Allah bizi o cem makamına eriştirsin. Hakikatleri bir vecihten değil her vecihten görmeyi nasip etsin. Bunu da bizim kabiliyetimize değil kendi vehbine ve ihsanına göre yapsın.


*Kevn-i Cami kavramı.

  01.05.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut