HAYATA “SÜT” ZAVİYESİNDEN BİR BAKIŞ

Mona İslam

SEMİH KAPLANOĞLU son dönemlerde bize sinema dilinin de düşünmenin, hayal etmenin, hissetmenin, hayata ilişkin sorgulamalar yapmanın, yanından geçip gittiğimiz nice nesneye yeniden bakmanın bir aracı olmada, edebiyat gibi, felsefe gibi etkin olabileceğini, sinemanın bir boş zaman eğlencesi olmaktan öte, varoluşumuza hizmette daha yüksek bir gaye üstlenebileceğini, sadece nefse değil, akla ve kalbe de söyleyecek sözü bulunabileceğini gösteren yönetmenlerden biri. Türk sineması üslupları farklı da olsa, Nuri Bilge Ceylan, Sırrı Süreyya Önder, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenler eliyle bizim sinemamız, bizim sanatımız, diyebileceğimiz, bize ait zaman ve mekan algısının, bizim varoluş kaygılarımızın, bizim imgelerimizin, hayallerimizin bizim dilimizle hem bize, hem başkalarına anlatıldığı bir ayna işlevi görüyorlar. Bu anlamda medeniyet algımızı yeniden inşa etmemizde bir ucu tutarak, gelecek için umut vaat ediyorlar.

Kaplanoğlu sineması alışılageldik zaman algısını delip geçen bir üslup kullanıyor. Bizim medeniyetimizin zaman algısının batı medeniyetine kıyasla yavaş oluşu, ruhu muhafaza için varlıkla teğet geçmeden iyice dokunarak, hissederek, derinlemesine bakarak, mekanla, insanla, nesnelerle sahici ilişki kurarak, her kurulu ilişkiden hakikate, kendini anlamaya, aşkın olana bir yol bulmaya çalışarak adım adım ilerliyor. Bu tarafıyla doğulu bir hayat algısı sergiliyor. Bize Kemal Sayar’ın “Yavaşla, bir defa geçeceksin bu hayattan” sözünü anımsatıyor. Sinemada bir filmi izlemeyi de, hayatı da “nasıl geçti anlamadım” duygusundan kurtarıyor, şuur ve farkındalık halinde bir izlemeye, hissederek ve ayırt ederek yaşamaya işaret ediyor.

Bu dille bir yolculuğu, bir yemek yemeği, bir sarılmayı, bir bakışı anlatırken sonuçla değil süreçle ilgilenmemizi, cevapları sonuçta değil süreçte bulmamızı, yolda olma sevdasını yeniden tatmamızı, yolculuğun güzellikle eş anlamlı olduğunu hissettiriyor. Öte yandan bu dünyanın dualizmini, karanlık, aydınlık, iyi, kötü, güzel, çirkin, kirli, temiz, hayat, ölüm kavramlarının nasıl da iç içe geçmiş olduğunu birini anlamlandırmaksızın diğerini tanıyamayacağımızı, zıtların birlikteliğinin nasıl da muhteşem bir yaratım olduğunu hayalin kulağına üflüyor. Saflık derecesinde kötülükten uzak olmamakla birlikte hayatın iyiliğe karşı ne kadar da lütufkar olabileceğini, umut edilecek çok şey olduğunu hatırlatıyor.

Yumurta, Süt, Bal filmleri Yusuf Üçlemesinin birer bölümünü yansıtıyor. Tamamında bir aidiyet, evden ayrılma-eve dönme, zaman algısı üzerinde durulurken, zaman ölüm anında imişçesine sondan başa doğru akıyor. Önce sonuçları sonra sebepleri gösteren bir anlatım yolu izleniyor, bu da insanda evvel-ahir kavramlarını yeniden ele alma, evrende olup biten olaylar silsilesini bir bütün olarak görme eğilimi oluşturuyor. Bu nokta-i nazardan zamanda bir tevhid söz konusu ediliyor denilebilir. Bu sondan başa gidişler ve geçmişe zihnen uzanışlar, insan hayatında şüphesiz bir ölmeyi ve yeniden dirilmeyi, çıkarılan ibret dersi ile başka bir benle yola devam etmeyi salık veren metaforlar. Nefis kademelerinde bir ölüm dirim silsilesini, “Batmayı gördün mü, öyleyse doğmayı da gör!” ihtarını çağrıştırıyor.

Filmlerin her birinde derin karakter analizlerine rastlıyoruz, bu da bize insan unsuruna çok önem verildiğini, insandan sadır olan hiçbir davranışın, hatta hiçbir mimiğin dahi es geçilmemesi gerektiğini, insanın derinlemesine bakılmaya en çok değer varlık olduğunu ihtar ediyor. Burada da “Hoşça bak zatına ki zübde-i alemsin sen” sözünü hatırlamamak elde değil. Bu da batına vurgu yapan bir bakış açısı elbette. Yönetmen zahire önem verdiğini bize insanları ve nesneleri yakından uzaktan, uzun süreli çekimleriyle gösterirken, senaryo içinde onlara yüklediği çok katmanlı anlamlarla da içlerinin de dışları kadar görülmeye değer güzellik ihtiva ettiğini bildiriyor. Bu da hayattaki zahir-batın ilişkisini çok güzel bir dengeyle okutturuyor.

Bu derinlemesine bakış nesneler dünyası için de geçerli kılınmış. Öncelikle yaşanan taşra kasabası, mekan algısı, beyaz badanalı ev, tarla ve vadiler, göl ve minik dere, maden ocağı, yeni yapılı bloklar zaviyesinden eski- yeni, geleneksel- modern çatışmasını, geçişkenliğini gözler önüne seriyor. Seçili semboller, eski bir motor, hediye alınan bir bıçak, tutulan bir göl balığı, yolunan bir kaz, iştahla yenen bir nar, ıssız ve sonsuza uzanan bir asfalt yol, taşınan ve dökülen süt güğümleri, ulaşılamaz görünen bir cep telefonu, madenci çizmeleri, alındaki fener ve elbette yılan. Her biri birer başrol oyuncusu gibi muhayyilenize bir dizi anlam hediye edip gidiyorlar. Yılan imgesini bir baştan çıkma, bir cennetten kopuş, bir dünyaya düşme, bir cinsellik iğvası olarak seçmekle yönetmen, perdede lüzümu tartışılır iç gıcıklayan sahnelerle nefsi katıp karıştırmadan, kalbe bir meseleyi hissettirmeyi başarıyor. Bu anlatım tarzı ile, bir şeyi bilmenin illa ki onu görmeyi gerektirmediğini ziyadesiyle ispat ediyor. İmgelerin bıraktıklarını bir bulmacanın parçaları gibi kurmak, inşa etmek, akla yakınlaştırmak, seslendirmek size kalıyor. Filmde müzik çok az kullanılmış, bu da bizi doğanın iç müziğini dinlemeye yöneltiyor. Doğanın sesinin üzerinde hakim olan ve bir solist gibi dalgalanan ise insan sesi, tıpkı ezanda olduğu gibi. Bu yönetmenin emeğine karşılık izleyiciden de emek isteyen bir çalışma.

Yusuf’un(Melih Selçuk) süt ile ilişkisi sanki henüz annesinden ayrılamayışı, ona bağımlılığı, anne oğul arasındaki bağı, saf sevgiyi çağrıştırıyor. Anne( Başak Köklükaya) süt sağıyor, peynir yapıyor, oğul ise kapı kapı dolaşıp bu sütü satmaya çalışıyor, annesiyle pazara çıkıyor peynir tezgahı açıyor. Hem annesini memnun etmek isterken çabalayışına, hem de hiç gerek olmadığı halde ona peynir kesmesi için bir bıçak hediye edişine şahit oluyoruz. Bir taraftan çocuk kalmak, bir taraftan aralarındaki sütle temsil edilen bağı keserek(adeta sütten kesilerek) ayrılmaya ve yetişkinler dünyasına girmeye çalışıyor Yusuf. Bir kızla görüşmesi, sigara içmesi, öğretmeni ile meyhaneye gitmesi, şiirlerini dergilere yollaması, askerlik başvurusu hep bu gitme, ayrılma, kendi olma, var olma çabasının tezahürleri. Ancak bir taraftan da annesinin “Nasıl dönecek oğlum bu ev, yemek, senin üstün başın, olmuyor. Çiçek, böcek, kır bayır bakmakla, şiir yazmakla olmuyor” deyişi onun elini kolunu bağlayan annesinden ayrılmasını imkansız hale getiren bir sorumluluk yüklüyor omuzlarına.

Yusuf’un ayrılma denemeleri, kendi açısından bu konudaki çabaları sonuç vermiyor. Ne gördüğü kızla konuştuğu gibi tekrar buluşabiliyor, ne askere gidebiliyor, ne şiirlerini yayınladığı derginin bir akıbeti var, ne üniversiteyi kazanabiliyor. Bu kasabadan ayrılmak, bağımsızlığını kazanmak, o ıssız ve ucu bucağı belli olmayan asfaltta koşarak sonsuza kadar ilerlemek, narı yiyişinde gördüğümüz bir iken bin olmak, büyümek, çoğalmak, gelişmek arzuları kursağında kalıyor Yusuf’un. Dünya ona nar gibi cömertçe içini açmıyor. Öte yandan kalamıyor da, zira kalmanın icapları olan şeyleri yerine getiremiyor. Süt satmak gibi ya beceremiyor, ya da madencilik gibi istemiyor. Onun şiirle sembolize edilen ruhu bu kasabada kapana kısılmış bir halde, arzularla sorumluluklar arasında debeleniyor. Ne oluyor, ne ölüyor.

Ama her zamanki gibi hayat bizi istediğimiz yollarla olmasa da kendi bildiği yollarla yetiştiriyor, büyütüyor, ayırıyor, uzaklaştırıyor. Ayrılık tekamül için elzem bir şey olduğundan olsa gerek, ya kendi elimizle, ya da bizim dışımızda bir sebeple mutlaka gerçekleşiyor. Yusuf’un da ayrılığı annesinin yüzünü başka yana çevirmesi ile oluyor. Bunu önce evde fal kapatılmış bir fincanla görüyoruz. Bu annenin kısmet arayışını simgeliyor. Sonra eve giren, ve bir türlü çıkıp gitmeyen yılan sessiz sedasız aralarına süzülüyor. Sonra annesine yaranabilmek, onun kısmetiyle rekabet edebilmek, yeniden ilgisini kazanabilmek için yakaladığı kocaman balık ile son nokta koyuluyor. Anne elinde tüyleri yolunan kaz gibi havada uçuşan hayallerin peşinde uzaklara doğru süzülüyor. Terk etmek isteyen ama beceremeyen herkes gibi terk ediliyor Yusuf da. Ve buna sanki o hiç terk etmek istememiş gibi üzülüyor. Zira nefis her zaman terk eden olmak ister terk edilen değil. Arada hayat açısından bir fark olmasa da nefis açısından büyük bir fark vardır. Burada “Dünya sizi terk etmeden siz onu terk edin” ihtarını hatırlamamak elde değil.

Fildeki semboller herkesin dünyasında farklı anlamlara gebe, ancak bende uyandırdıkları itibariyle belirtmem gerekirse: Taşra kasaba insanın gençlik haline, şehir insanın olgunluk haline benzetilebilir.(Yusuf ilk film Yumurta’da İstanbul’da yaşıyordu) Süt anne-oğul arasındaki saf sevgiyi, yılanları bile cezp edecek bir temizliği, fıtri ve günahsız bir çoğalmayı sembolize ederken, yumurta daha içindekini göstermeyen, gizemli, içe dönük, kırılgan, yalnız bir ruhu temsil ediyor. Süt ile nar arasında da böyle bir fark görmek mümkün süt sayılabilir olmayan bir madde, çokluğu sayıya bağlı olmaksızın artıyor, niceliğe, ölçüye gelmiyor ve tevhidi, fıtri, kopmayan, saçılmayan, dağılmayan bir artışı, manevi bir tekamülü anlatıyor. Öte yandan nar kırmızı rengi, kokusu, cezp edici tarafları, içindeki çok sayıda taneleri ile kesrete, sayıca çokluğa maddiyata, dünyaya işaret ediyor. Kahramanımız sütle iç içe olmasına rağmen, sütün değil narın, beyazın değil kırmızının cazibesi altında, manevi değil maddi çoğalmaya takılı kalmış bir durumda. Çoğumuz gibi içindeki cevherin değil, dışarıdaki sihrin peşinde.

Süt taşımada kullanılan motor(sürekli bozuluyor) derd-i maişeti ve Yusuf’un şiir yazmada ne kadar iyi olsa da derd-i maişette o kadar kötü bir durumda olduğunu ifade ediyor. Kasaba’da görüştüğü ve İzmir’de tanıştığı kızlar, askere gitme çabası erkek olmaya çalışmasını simgeliyor. Öğretmenine düşkün oluşu onunla oturup içmesi, şiirlerinden bahsetmesi, sarhoşken onu evine götürüp yatırması da nasıl bir baba ihtiyacı içinde olduğunu ve bu yüzden umutsuz sarhoş bir adama bile sığınabildiğini gösteriyor. Kim bilir çocuk olma ve erkek olma arasındaki bu zor geçiş bir babası olsa belki daha kolay olacak Yusuf için. Babasızlık modern dünyada mürşitsiz, modelsiz kalan insanı ne güzel anlatıyor.

Şiirinin yayınlandığı haberini alması ve bunun üzerine koştuğu asfalt yol geleceği sembolize ediyor. Yusuf hızla koşsa da, heves etse de, bir şey onu daima kasabaya geri çekiyor. Bu da anlıyoruz ki annesi, zira annesinin kendisine ihtiyacı olmadığını anladığı an Yusuf bir daha dönmemek üzere kasabadan ayrılıyor. Süt’ün sonundaki alındaki fener imgesi ise bir yol arayışını temsil ediyor sanki, aklın fenerini çağrıştıran bu yol arama yöntemi insanı ancak bir maden ocağına götürüyor. Burada akıl yöntemi ile hakikati bulmaya çalışan felsefenin bir yer altı tünelinde ilerleme gayretini anlatan Bediüzzaman’ı hatırlamadan geçmek mümkün değil. Aslında hakikate ve hayatın gayesine götüren yol sütün sembolize ettiği safiyette, fıtratta ve sevgide ve tevhidde bulunuyor. Zaten Yumurta’da da görüldüğü üzere akıl feneri ile yola devam eden Yusuf maden ocağından izbe bir sahaf dükkanına, şarap şişelerinin dibine uzanan bir yol izliyor. Bu yolda artık ne şair olarak başarısı ne dükkanına giren alımlı kadınlar, ne külüstür arabası ile temsil edilen para onun için bir şey ifade ediyor. Bir değersizlik, anlamsızlık denizinde yüzüyor Yusuf’un yetişkin hali(Nejat İşler). Bu yüzden de Süt filminde bir hatırlama bir geçmişe uzanma, bir nedenlere bakma varken, Yumurta’da bir kendi ile hesaplaşma bir nefis muhasebesi görüyoruz ki bu bir köpekle temsil ediliyor. Süt’ün dünyasından bir yılanın baştan çıkarmasıyla uzaklaşan ve kasabasını annesine küs terk ederken kendisine de yabancılaşan ana karakter yeniden sütün temsil ettiği ruha, sevgiye, annesinin emanetine, kurbanlık adağına sahip çıkmaya, merhamete yöneldiğinde hayata gülümseyerek bakabiliyor.

Semih Kaplanoğlu bize tüm gitmelerin bir dönüş için olduğunu, insanın başladığı yere yeniden döneceğini, fakat alınan yol bir öğrenme süreci olduğundan aynı yere gelen insanın asla aynı olmayacağını hoş bir üslupla anlatıyor. Zira mekanı biz anlamlandırdığımız için olmalı ki, biz değişip geliştiğimizde aynı yere dönsek de orası artık aynı kalmıyor. Bize terk etmenin gerekliliğinden söz ederken, geri dönüp sahip çıkmanın erdemine de vurgu yapıyor. Sevginin hem merhamet hem vefa yönlerine işaret ederken kendisini tanımayan, aidiyetini anlayamamış, hayatta bulunduğu yeri tespit edememiş, kendi ile hesabını görememiş bir insanın kimseye verecek ne şefkati ne vefası olabileceğini gözler önüne seriyor. Hem “Ölmeden ölünüz” hadisini, hem “Ve ileyhi raciun”(Dönüşünüz O’nadır) ayetini işaret ediyor.

Benim söylediklerim bir tarafa Yusuf Üçlemesi’nin ilk iki filmi Yumurta ve Süt her insanın dünyasında ayrı kapıları çalıyor, ayrı işaret levhaları gösteriyor. Alınan ödülleri şüphesiz hak ediyor. Yönetmen zor bir işi başarıyor, kendi deyişi ile cemal taraflarımızı gösteriyor, iç aydınlığımızı çoğaltmaya çalışıyor, sadelik içindeki görkeme işaret ediyor, diğer bir deyişle sinema yolu ile felsefe yapıyor. Düşünüyor, düşündürüyor. Bir kitabın ardında karakterlerin arkasında yazarın hissedilişi gibi, sinema perdesinde görünmeksizin kendisini hissettiriyor. Bu haliyle bir çaba kuvvetle “amin” demeyi gerektiriyor.

  14.04.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut