Sizi Kelimelere Çağırıyorum

Mona İslam

BU HAFTA ne kadar da yoğun geçti. On gündür klavyeye tek bir harf yazmak için bile dokunmadım. Oysa harfler ne kadar önemli benim dünyamda. Kelimelerde hemen harflere bakarım ben. Bir lafzı dinlerken onu kök harflerine ayırır, o kelimenin birkaç anlamını hatırıma getirir, serbest çağrışımlarla muhayyileme bırakırım. Bu yüzden kimi zaman kelimelere takılmaktan söyleyenin maksadını doğru işitemediğim bile olur. En çok, kelimelerle ilgili konuşmayı severim. Geçenlerde bir seminerde bir zâtın anlattığı, ve dahası tahtaya yazdığı ve üzerinde düşündüğü, düşündürdüğü kelimelere, nasıl da hoşça dalıvermiştim. Gülümseyerek hatırlıyorum ki, konuşmacı da aynı zevkle dalmıştı kelimeler denizine. Öyle ki bu, kimilerinin “sadede gelelim” türünden ikazlarına sebebiyet vermişti. Anlıyorum, herkes kelimelere âşık değil. Şükür ki, âşık olanlar var, ve onların sohbetine doyum olmuyor.

Bir cerrahın titizliğiyle yaklaşıyorum kelimelere. İncecik aletler kullanıyorum onları tutmak, ayırmak, biçimlendirmek ve yeniden dikmek yahut yapıştırmak için. Elbette canlarını acıtmamak onları çekiştirip zorlamamak için nezaketi elden bırakmıyorum. Ama bunu bir edibin yaptığı gibi de yapmıyorum. Merakım anlama, içeriğe dair, biçim ve estetiğe değil. Sonra kelimelerin bir cümlede sıralanışına bakıyorum titizlikle. Önce gelen önce gelmesi gerektiği için önce gelmiştir. Öncelenmiştir. Acaba onu önceleyen ne? Eş ve yakın anlamlı sözcüklere onu tercih ettiren sebep ne ola ki? Bir cümleyi böyle alıp okuduğunuzda, özellikle Hikmetli Kitap’ta önünüze uçsuz bucaksız çayırlıklar, derin vadiler, uçurumlar, sarp kayalıklar, pürüzsüz yahut çalkantılı okyanuslar çıkıveriyor. Bir hadis metnine de böyle baktığınızda gerçekten Rasul’ün sözünün diğer sözlere benzemediğini, onun sözü üzerine söz söylenemeyeceğini derk ediyorsunuz. Aynı şey büyük âlimlerin kitapları için de söylenebilir. Bu yüzden Üstadımın kelime titizliğine hayranım, yine bu yüzden “Keşke İbn-i Arabi’yi Arapça orjinalinden okuyabilecek kifayette olsaydım” diyorum. Ama değilim. Belki, keşke, Fütuhat ve Füsus çevirileri de Risale metni gibi Osmanlıca kelimelere sadık kalınarak yapılabilse…O zaman biraz daha derûna nüfuz etmek mümkün olabilirdi değil mi? Şimdiki halde güzel bir sarayın dış duvarının ardında kalınıyor, o duvara tırmanmaya gücü yetmeyen saraya sadece uzaktan bakabiliyor. Giremiyor, yaklaşamıyor.Bunca çeviriden maksat yüzeysel bir fehim olmamalı değil mi? Umarım ilgilileri beni duyarlar.

Mazide kelimeleriyle saraylar inşa etmiş bir medeniyetin çocukları el an kulubelerde oturuyor. Razı değilim, gerekirse ömrümce taş taşırım, ama o sarayın inşası için çalışırım. Üstelik yepyeni bir şey de değil yapacağımız, öncekinin yıkıntısından inşa edeceğiz her şeyi. Malzeme harabe de olsa, elimizin altında. Her taş sapasağlam durmakta, her nakış kırılmış da olsa bitiştirilip yapıştırılmakta. Bittiğini göremesem de, içine girip görkemini izleyemesem de, nakışlarına nazar edemesem de, hayalimde onu şimdiden bitmiş gibi görüyorum. O sarayı niyet inşa edecek. Madem bir kez oldu, ütopya değil, yine olacak, inşallah. Yardım edin bana, bir el de siz atıverin. Ben de tadilatı yapanları gördüm de onlara iktida ettim. Haydi siz de katılın, bu bizim sarayımız.

Bir zât seminerinde geleneğimizin, bizim kelimelerimizin batı kaynaklı kelimelere çevrilmemesini, bunun anlam kaybına sebep olacağını söylüyor. Seyr-i Sulûk yerine kişisel gelişim yahut inisiasyon, sırat-ı müstakim yerine doğru yol, ene yerine ego, enaniyet yerine narsizim, ilmünnefs yerine psikoloji koyulmamalı. Zira bu kelimelerin bittiği toprak farklı, yetiştiği iklim farklı, tarihi ve düşünsel arka planı farklı, ve dahi içerdiği anlam dünyası farklı. Üstelik batılılar için yapılmış çevirilerde kullanılmaları belki, mazur görülebilecek bu kelimelerin(gerçi buna da tam iştirak etmem mümkün değil, zira onlar da bizim alimlerimizi anlamak için o kavramların orjinalini anlamak durumundadırlar),bir de bizim insanlarımızın okuması, dinlemesi için kullanıldığını görünce içim sızlıyor. Bundan vazgeçmezsek kendimize oryantalistler gibi bakmaktan vazgeçebilir miyiz? Üstelik bu yolla kendimizi onlar kadar bile anlayamayız, değil mi? Zira o kavramlara onlar kadar âşina değiliz. Dilsiz ve düşüncesiz bırakılıyoruz. Dilerim okuyup yazmaya, düşünce üretmeye ve hakikate yol açmaya çalışan insanlar buna dikkat ederler. Yoksa bunca çaba zâyi olabilir, aman!

“Bunu insanlar anlasın diye yaptık” diyorlar. İnsanların kavram ve kelime dünyası kayıp gittiyse onu düzeltmek de sizin işiniz. Yanlış yerden başlayarak bir doğruyu üretemezsiniz. Bir çizgi eğrilip kaydı ise yapılacak iş onu devam ettirmek ve sapmayı arttırmak değil onu düzeltmek olmalıdır. Siz bu çabayı gösterirseniz, inanın insanlar da o kavram dünyasına girmek, öğrenmek için çaba göstereceklerdir. O seminer salonlarına gelen, o kitapları alıp okuyan insanlar zaten hakikate sevdalı yahut en azından talip olan insanlar. Bir kez daha güzel olanın tadını aldılar mı, onları bir daha eski, tatsız tuzsuz kelimelerinize razı edemezsiniz.

Hem demiyor musunuz, büyük alimlerin yaptığı kelimeleri bozulmuş anlamlarından temizleyip, sapmaları düzeltip kaynağa götürmektir. Buyrunuz yapınız. Büyük alim olursunuz. Olamasanız da niyetiniz amelinizden hayırlıdır.

Başka bir zât iki kavramı dünyama katıyor. Dıyk-ul ibare, feth-ül ibare. İlki daralmaktan, ikincisi açılmaktan mefhum. Bizi ibareleri daraltmaya değil açmaya çağırıyor. Kimi ‘merhamet’ denilince ailesine bakmayı, komşularına iyiliği anlar, kimi aynı ibareden ‘vücudum cehennemi kaplasa da kimse giremese’ manasını fetheder. Anlamlar ibarelerden, kelimelerden feth olunur.

Kişiler adedince fethedilecek mana var. Üstelik bir kişinin ömrünce aynı ibareden feth edeceği manalar da sayılamayacak kadar çok olabiliyor. Bir de siz bu ibarenin insanlarca keşfedilemeyen Rabbin yalnızca kendi ilmine münhasır kıldığı manalarını düşünün. Subhanallah!

Bizim kelimelerimiz Kur’an menşelidir. Kuran kaynaklı olmayanlar dahi ya Efendimizden, ya insanlığın en seçkinleri olan Sahabi Efendilerimizden, ya ilmin şâhikasına çıkmış âlim ve mütefekkirlerimizden, ya kelimelere gönlünü akıtmış sûfi ve âriflerimizden hasıl olmuşlardır. O kelimelere hürmet aynı zamanda onlara hürmettir. Eski güzel günlere hasretle bakmak yeterli değildir, o günlere yaklaşmak, ve hatta tarihin döngüsel akışından medetle, umutla, onları yeniden yakalamak için mirasımıza sahip çıkmamız gerekir. Kelimeler onlardan bize kalan mirastır. Bir gün ayağa kalkacaksak, bu o kelimelerle mümkün olacaktır. Varlığın hakikati kelimelerde gizlidir. Sizi kelimelere çağırıyorum! Varlığa ve dirilişe. Kelimeler bize İsa’nın nefesi gibi can verecektir. Biz onlarla “Ol!” emri alacağız, onlarla olacağız.

Kelimeler dölleyicidir. Öyle olmalıdır. Gönül kelimelerle hamile kalır, ve insan onunla dönüşür. Bambaşka bir insan olur ve başka bir kendini doğurur. Bu zamanda fiziksel kısırlık arttığı gibi kelâmî kısırlık da artıyor, farkına varınız.

Kelimelerin bir sözlük anlamları var, bir ıstılahî, bir de mecazi mânâları. Üstelik aynı kelime onu kullanan alime göre de farklı anlam elbiseleri de giyiyor. Bu yüzden bir tek kelime temel anlamını kaybetmemekle beraber mekana, zamana ve mizaca göre tecdid ediliyor, dönüşüyor. Görmüyormusunuz, kelimeler yaşıyor! Bir kelimeye vakıf olabilmek, onun bidayetten bu yana kullanıldığı tüm anlam katmanlarına ve giydiği tüm elbiselere bakabilmekten geçiyor. Bu yüzden Üstad “Kırk senelik ömrümde ve otuz senelik tahsilimde,yalnız dört kelime ve dört kelam öğrendim ” diyor. Adeta kelimeler eşeledikçe, kazdıkça mücevherler hediye eden hazinelere benziyor.

Bir de şu söz var ki üzerine insanın başka söz söyleyesi gelmiyor.

“Kelimelerin kalbine manaları indiren Allah’a hamdolsun.” İbn-i Arabi.

  03.05.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut