Arşiv

‘Medenî’ mi Olmalı; ‘Medineli’ mi?

MÜ’MİNE DÜŞEN GÖREVLERDEN BİRİ, kelimelere sıhhat vermek olsa gerektir. Mü’min böyle yapmaz da, onları ‘herkesin kullandığı gibi’ alırsa, kendi yolunda sağlam adımlarla yürüyemez. Birilerinin tanımına mahkum olur; sonuçta, o tanımların hakkını vermek için yabancı iklimlerde dolanır durur.

Sözde ‘Aydınlanma’ denilen karanlık bir sürecin zihinlerimize zerkettiği ve sıhhatli bir tefekkürden bizi alıkoyan o kadar kavram var ki... Bunlardan bir kısmı, eskiden beri var olan, ama anlam kaymasına uğrayan kelimelerden oluşur; bir kısmı da yeni kelimelerdir. Öyle ya da böyle, içeriği sorgulanmadan alındığı takdirde zihnimizi mefluç eden veyaódaha da kötüsüóyanlış üretimlere maruz bırakan binlerce kelime sözkonusudur. Tarafsızlık, özgürlük, birey, kentlilik, gelişme, ilerleme, çağdaşlık, teknoloji, kamu yararı, ulus-devlet, tabiat, tabiat kanunları, nedensellik, hoşgörü, ulusal çıkar, kültür, fizik-ötesi, doğa-üstü, olağanüstü, yabancı, akılcılık.. bu kelimelerin şu anda akla gelen örnekleri. Böylesi tüm kelimeler imanî bir süzgeçten geçirilmezse, sahih bir tefekkür inşasının kesinlikle imkânı yoktur.

İşte ‘medenî’lik yahut ‘uygar’lık da süzgeçten geçirilmesi gereken kelimelerden biri. Hele hele, iki asırdır İslâm dünyasının nice dimağını ‘Batı medeniyeti karşısında Müslümanların geri kalmışlığı’ psikozunun mahvettiği; İslâm topraklarındaki nice insanın tanımını, alanını ve sınırlarını başkalarının belirlediği bir ‘medenîleşme’ uğruna kendini uhrevî helâketlere attığı hesaba katılırsa, bu kelimenin bir imanî süzgeçten geçirilmesinin ne denli hayatî olduğu, açıkça anlaşılmaktadır.

Bugün, ‘medeniyet’ ile yahut ‘uygarlık’ ile nelerin kastedildiği aşağı yukarı bellidir. Size ‘Batı uygarlığı’ adına gelenler, bir hayat tarzı, bir gündelik davranışlar seti, bir keşifler dizisi sunar. Önünüze, arabadan uçağa, bilgisayardan uzay mekiğine bir dizi ‘teknolojik yenilik’ dökülür; sanat, bilim, felsefe ve edebiyat alanında ortaya konmuş eserlerin dökümü yapılır. Buna göre, ‘medeniyet’ dediğiniz şey tüm bunları içerir. Ve sizin bir ‘karşı-medeniyet’ sunmanız için bunlara neyi eklediğinizi açıklamanız gerekir.

‘Medeniyet’in bu tanımı sizi de bağlıyorsa, yapacağınız fazla birşey yoktur. Muhatabınızın tanımına esir olarak, onun açtığı yolda ondan daha hızlı yürümeye çabalarsınız. Meselâ, gün gelir, "Niye bizim de böyle bir savunma sanayiimiz yok?" sorusunu sorar; gün gelir, "Rabbim, bize de savunma sanayii lutfet" başlıklı yazılar yazar; gün gelir, Pakistan veya İran’da yapılan atom bombası hazırlıklarını ‘İslâmî bomba’ diye sevinçle sunarsınız. Geldiği anda masumları da yakan bir silah, imanî ölçülerle izahı mümkün olmayan bir silahtır oysa. Keza, Batı medeniyetinin bir ülkenin ordusunu değil, küçücük çocuklar ve hayvanlar yahut bitkiler dahil herşeyini düşman sayan ‘savaş’ anlayışının da Kur’ânî ölçülere uyar bir tarafı yoktur. Fakat, ‘medeniyet’ tanımınız Batıya endeksli ise, bu arada bolca televizyon seyredip ‘medeniyet’ adına yapılmış ‘kitle imha silahları’nı hâfıza arşivine hayranlıkla kaydetmiş iseniz, başka türlü düşünmeniz veya davranmanız imkânsızdır.

Adı üstünde ‘kitleyi imha eden’ zulüm silahları, tanımı başka ellere bırakılmış bir ‘medeniyet’ anlayışına râm olmanın bizi nereden nereye götüreceğine dair, yalnızca bir örnektir. Her bir alanda, zihnimize bir ideal olarak yerleşmiş olup imanî ölçülere asla sığmayan böyle bir dizi örneği sıralamak mümkündür.

Zaten, bugün pek çok ehl-i dinin sohbeti, modern medeniyetin kendisinin değil; niye onun başkasının ellerinde olduğunun sorgulandığı bir minvalde seyretmektedir. Bu yapılırken ihmal edilmeyen bir husus ise, ‘Batılıların aslında bu bilgileri İslâm dünyasından aldıkları’dır. Dolayısıyla, bu medeniyet eserleri aslında bizim malımız türünden gizli bir avuntu da hissedilir derinlerde.

Oysa, ‘medeniyet’i, kök anlamı ile, ‘medineli’lik olarak tanımlar; ve bu ‘medine’nin ekseni olarak da İslâm’dan önce Yesrib iken İslâm’la birlikte ‘el-Medine’ olan Peygamber şehrini alırsanız, karşınıza başkalarının oyununa mağlup bir ‘medeniyet’ çıkmaz. Peygamberin (a.s.m.) ‘Medine’sini me’haz edinenler için bugünün New York’u veya Tokyo’su bir put olmadığı gibi, dünün Bağdat’ı veya İstanbul’u da asıl değildir. Zira, Peygamber’in şehrinde ne bugünkü gibi kâinatı ekolojik bir felâkete sürükleyen, insanı ise makinenin esiri kılan bir kapitalist-materyalist-endüstriyalist ilerleme çarkı dönmüştür; ne de dünün Bağdat veya İstanbul’undaki gibi sözümona ‘ince sanat’lar uğruna zamanlar harcanmıştır.

Meselâ, Peygamber şehrinde ne bugünkü gibi dışarıdakilerin içeride kimin ne yediğini görüp imrendiği şeffaf lokantalar vardır; ne de, her gün otuz çeşit yemeğin hazırlandığı padişah sofraları. Ne bugünkü gibi insanı boğan, ezen ve küçülten devâsâ binalar vardır; ne de dünün insanı ruhen daraltan işlemeli tahtları ve debdebeli sarayları.

Kısacası, Peygamber şehri Medine, onun devrinde, ne çağdaş uygarlığın ‘kent’lerini andırır; ne de, Bizans’ın yahut Sâsânî’nin ‘medeniyet’ anlayışının izlerini de yüklenen dünkü ‘şehir’leri.

Peygamber Medine’sine ait tüm haberler, bir zevk ve şatafat şehri ile değil; bir sadelik ve sükun şehri ile tanıştırır bizi. Ve o şehirde Abdurrahman b. Avf gibi Allah’ın çok servet verdiği insanlar vardır; ama ne safi kapitalistler, ne de ‘Müslüman kapitalist’ler yoktur. Bugünün haz peşinde koşan nefisperestleri olmadığı gibi, bütün hayalini ve hayatını ‘ilerleme’ye endekslemiş dünyevî işkolikler de yoktur. Her fakirin ve her misafirin doyduğu; ama lokantası olmayan bir şehirdir Medine. Maamafih, türlü çeşit yemeğin pişirildiği ‘Dârü’z-Ziyafe’leri de yoktur. Orada bugünün modasının bir benzeri olmadığı gibi, dünün ‘İslâm medeniyeti’nin nişanesi saydığımız binbir işlemeli elbiseleri de orada yoktur. Kısacası, ‘Medine’nin sahabilerinin ekseni, başkalarının ‘medeniyet’i değil; Kur’ân’ın dersi, Peygamberin sünnetidir. Yesrib Medine’ye dönüşürken ne bugünkü New York’u hayalen kurgulamış, ne o günün Konstantinopolis veya Ctesiphon’unu* esas almış, ne de dünün Roma yahut Atina’sından ilham kapmıştır..Ama bugünün İstanbul’u New York’a özendiği gibi; dünün İstanbul yahut Bağdat’ında Ctesiphon veya Konstantinopolis’ten etkilenmeler vardır.

Durum bu olunca, ‘medeniyet’ tanımını şöyle bir süzgeçten geçirelim istiyorum. Gerek çağdaş medeniyeti, gerek dünün ‘İslâmîleşmiş’ medeniyetini Peygamber’in (a.s.m.) Medine’sine göre tartalım; sonra şunu soralım: Medenî mi olmalı, ‘Medine’li mi? İmam Şâfiî’nin de hocası olan İmam Mâlik’in ‘Medine’ üzerindeki ısrarını çok anlamlı buluyorum.




* Bu şehirlerden ilki, kolayca bilindiği üzere, Hıristiyan süper güç Bizans’ın başşehri; Keytisafun yahut Medâyin olarak da anılan ikincisi Zerdüştî süper güç Sâsânîlerin başşehridir. Hz. Peygamber’in mucizevî bir surette haber verdiği ‘kendisinden sonra hilafetten ısırıcı saltanata geçiş’ sürecinde ve sonrasında, her iki imparatorluğun yönetim geleneğinin ve hayat anlayışının müthiş etkileri olmuştur. Roma ve Atina’nın, neyi temsil ettiği ise herkesin mâlûmudur.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut