İNCİNİYORUM, HABERİNİZ OLSUN

Mona İslam

BU YAZIYI yazsam mı yazmasam mı epeydir düşünüyorum. Yazmaya sevk eden şey küçük küçük incinmişliklerim. Bir senedir biriktirdiklerim. Yazmamaya sevk eden ise belki yanlış anlıyor olabileceğim endişesi. Dolayısıyla en baştan söyleyeyim ki bu konuda hala mütereddidim. Bu yüzden meseleye, nefsim imkan verdiğince, mümkün mertebe, iki taraftan da bakmaya çalışacağım. Umarım ben yanlış anlıyorumdur, umarım ben lüzumsuz alınganlık gösteriyorumdur.

Geçenlerde bir seminerde 30. Söz’de “Ene” bahsini incelerken bir cemaat enaniyetinden söz ettik. Bir de hakaik-i nisbiyeden. Hakikatin tümüyle kuşatılamayacağı, hep bir tarafının eksik kalacağı, bu yüzden insanın hep bir yönüyle cahil olduğu meselesinden. İlkesel olarak çok doğru şeyler söyledik elbette. Ama acaba duygu durumlarımız, söylemlerimiz, hatta içimizden geçenleri zaman zaman ele veren mimiklerimiz, istihzalı gülüşlerimiz, hakikaten cemaat enaniyetinden uzak durabildiğimizi kanıtlıyor mu? Elimizdekinin nisbi bir hakikat olduğunun farkında mıyız? Yoksa kimilerini eleştirdiğimiz türde “enel HAK” (Hakikat Benim) mi diyoruz? Haydi daha sevimli olsun Hakikat Biziz. Şimdi sevimli oldu mu, bence gene olmadı. Neyse…

Ben İbn-i Arabi okumalarına Sevgili Metin Karabaşoğlu’nun sevkiyle başladım. Aslında Metin bey’in bir seminerinde Üstad’ın İslam Mirası üzerine okumalarından söz etmesi vesilesiyle. Kendileri bana “Git İbn-i Arabi oku!” demediler. Ama bu mirastan birini veya birilerini okuma öğüdü verdiler. Ben İbn-i Arabi’yi seçtim. Kim bilir, belki de o beni seçti? Allahu alem bissavab. Ancak sonrasında da Metin bey beni desteklediler, kimi zaman tavsiyelerle, kimi zaman kitaplar vererek yönlendirdiler. Allah razı olsun. Hakkını ödeyemem…

Hakikaten bir büyük denizle karşılaştım. Kimi zaman ürktüm, kimi zaman kulaç atmanın lezzetine doyamadım, kimi zaman dibe daldım ve derinlik sarhoşluğuna kapıldım, kimi zaman dipten topladıklarımı getirip arkadaşlarıma sundum. Bu dünyanın kendi içinde bir tutarlılığı var, buna şahidim. Hiçbir ilke yahut kavram yok ki bir diğeri ile uyuşmasın. Buna Vahdet-i Vücud anlayışı da dahil…

Bizim durduğumuz yerden bakıldığında, yanlış gibi gözüken kimi tefekkür biçimleri, o paradigmadan bakınca doğru gözüküyorlar. Bu yüzden içine girip ciddi bir inceleme yapmadan hafife alır tarzda konuşulmasını ve istihza ile bahsini, cehalet ve enaniyet olarak addediyorum. Bir de saygısızlık elbette. Çünkü katılın yahut katılmayın(ki benim de iştirak etmediğim meseleler var) her bir düşünüş biçimi bir ayete ve bir hadise dayandırılıyor. Bunlar bir keşfin veya bir zevk ile tecrübenin ardından söylenen sözler. O ayet ve hadisleri siz öyle anlamayabilirsiniz. Yahut başka türlü anlayan alimleri takip edebilirsiniz. Ama hakikatinizi mutlak hale getirmeyiniz. Elinizdeki hakaik-i nisbiyedir. Eleştirilerinizi de saygı içinde beyan ediniz. Çünkü alimler birbirlerini eleştirirken böyle yapmışlar. “Edep Ya Hu” ilkesinden sapmamışlar.

Tek tek kimseyi hedef almıyorum, ama tarifime uyan herkesi de hedef alıyorum…

Bir zevkin ve keşfin neticesi olarak söylenen meseleler, o zevke ve tecrübeye, o keşfe nâil olmamış insanlar için kolayca inkar edilebilir şeylerdir. Nasıl ki, âşık olmayan birine aşkın hallerinden bahsetmek abestir, hatta istihzaya ve delilikle ithama sebebiyet verir. Bu tür keşfî veya zevkî meselelerin de bahsi böyle neticeler veriyor. Sanırım bu yüzden İbn-i Arabi “Dilimize âşina olmayan kitaplarımızı okumasın” demiş. Su-i fehmin, su-i zanna ve sonra da büyük bir alimden kendini daha büyük addeden istihzalı gülüşlere yerini bıraktığını, bunun da şeytanın adımlarını izlemek olduğunu unutmayalım.

Eleştirelim, ama bilip de eleştirelim. Beş yüzü aşkın kitap yazmış bir zâtı bilmek, ordan buradan okunan birkaç makale, yahut sağdan soldan duyulan birkaç dedikodu ile olmaz! Bu malzeme ile eleştiri yapıyorum demek ayıptır!

İşin bana dönen tarafına gelince. Bilemiyorum belki ben de enemin sevki ile hareket ediyorum. Enenin bu sevki hayır mı şer mi bilemiyorum. Çünkü ene hayra da şerre de müsait, malum. Bana bir muhabbet sâiki ile hareket ediyormuşum gibi geliyor. Yanlışım varsa Allah düzeltsin.

Bugüne dek hiçbir sevdiğimi kalbimden çıkarmadım. Allah bundan sonra da çıkarmasın. Bugüne dek hiçbir sevdiğime laf söyletmedim. Allah söylettirmesin. Sevdiğim birine, bence ona layık olmayan bir tarzda söylem veya eylemde bulunulduğunda, öyle öfkeleniyorum ki Allah beni itidalde tutsun ve gazabımı yıkıcı kılmasın. Ama siz benim sevdiğime yan bakıldığında, çamur atıldığında, dudak büküldüğünde ne kadar öfkelendiğimi bir yana bırakın. Öyle ya, benim öfkem ne dağları sarsabilir, ne ayağınızın altındaki yeri oynatabilir. Ama siz Allah’ın sevdiklerine laf söylenildiğinde nasıl öfkelenebileceğini bir tasavvur edin. Ve korkun!

Birisi için olumsuz bir şey söylemeden önce, yahut onun bir fikrine muhalefet ederken, ki bu en tabii hakkınızdır, amenna, önce düşünün, hatta iki kere düşünün. Kendinize sorun “Eleştirdiğim şey hakkında ne kadar bilgim var?” Sonra bilginiz olduğuna kanaat getirirseniz, bu kez “Nasıl bir üslup seçmeliyim?” diye düşünün. Sonra bir de eleştirdiğiniz şeyin, belki de sizin elinize düşmeyen bir nisbi hakikatten hasıl olduğunu da hatırlayın. Enenize de, bunu kendi hatırına mı, Allah hatırına mı yaptığını sorun. Sonra eteğinizdeki taşları dökün. Ben sizi eleştirirken öyle yapmaya âzamî gayret ettim.

Aramızda epeyce insanın, bize benzemeyenleri yeterince tanımadan eleştirdiğine şahidim. Yine ekseriyetimizin de bize, Üstadımıza aynı tavırla yaklaşanlara çok içerlediğini biliyorum. Ben şahsen, İbn-i Arabi’ye ölçüp biçmeden laf söyleyenlere çok alınıyorum. Hoş, koskoca bir İslam Âlimini karşılarına almaya, incitmeye çekinmeyenlerin, beni incitmekten kaçınacaklarını da ummuyorum ya…

Belki birileri farkında olmadan yapıyordur. Onları uyarayım dedim…

  12.04.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut