Nerede duruyoruz?

Zehra Sarı Yıldırım

DOĞUŞTAN GÖZLERİ görmeyen birinin, gözlerine varoluşun o tarif edilemez ışığının gelmesiyle gözlemlediğimiz görme çabası; bizimde çabamız olmalı değil mi aslında? Hayretimiz artmalı değil mi mevsim yazdan sonbahara yerini bırakırken? Dolaplarımızda ince kıyafetlerin kapladığı alanı boşaltıp, kışlık çamaşırlarımızı onlardan boşalan yerlere koymaya çalışırken, yaptığımızın aslında yalnızca bir ince-kalın kıyafet değişimi olmadığını; yeni yaratılışlara şahit olacağımız yeni bir dönemde, o döneme uygun donanımları hazırlamak olduğunu anlamalı değil miyiz; tıpkı kainattaki hayat sahiplerinin kışlık değişimlerini yapmaya hazırlandıkları gibi?

İçine gireceğimiz yeni bir ayet her anımız, her yaptıklarımız. İçinde bulunduğumuz duruma göre belli bir tarafta olmamız beklenir bazen. Çoğu zaman doğal bir süreçtir bu; çoğu zamanda ister istemez bir tarafta buluveririz kendimizi; bir ayetin içine girivermişizdir yine. İçine girdiğimiz ya da girmek zorunda bırakıldığımız hallerde de yeni yeni yaratılışlar olur gözümüzün önünde; tıpkı yazın yeşermiş yaprağın sonbaharda sararması gibi…

Değiştirilemez, karmaşık bir hal de alabilir bulunduğumuz taraftaki durumumuz. Kendimiz bile anlayamayabiliriz niçin zamanında o tarafı seçtiğimizi Ya da yıllar sonra aynı şiddetle hissetmeyiz o bulunduğumuz tarafta bulunma gerekçelerimizi. Doğal bir süreç olmalıydı aslında deriz, işi akışına bırakmadığımıza ya da bazen sürüye uymadığımıza, -mışlı -mişli konuşamadığımıza, kısmen doğruyu söylemediğimize hayıflanırız; niçin gerçeği tüm çıplaklığıyla yaşadım ve aktardım deriz.

Halbuki kainata bakmalı değil miydi insan; tefekkür etmeli değil miydi oradaki suhuletli yaratılışı; olayların birbiri ardınca geldiğini, yaratılışın istisnalar haricinde Allah’ın izniyle büyük bir düzen içinde aktığına şahitlik edip aynı suhuleti yaşantısına da aktarabilmeli değil miydi! Aslında kainattaki oluşum kadar basit değil miydi istenildiği gibi yaşamak; fıtratlar hakikati ararken zorlanıyor muydu ki biz işimizi içinden çıkılamaz bir duruma getirmiştik. Hayat sandığımız kadar zor değildi belki de. Belki de onu zor ve yaşanmaz kılan içinde bulunduğumuz ‘taraf’tı. Bazen ‘farklı’ değil, ‘normal’ bir insan, ‘sıradan bir halk’, ‘ortalama bir vatandaş’ olabilmeliydik; uçlarda salınmayıp; siyahla beyazın arasındaki gri tonları da kucaklayabilmeliydik.

Evet bazen illa ki siyah ya da illaki beyaz olmak gerekebilirdi ama, Rabbimizin emri haricinde bir konuysa; bize düşen illa ki gri olmaktı. Bırakmalıydı bu postmodern anlayışla hedefleri amaçları olan farklı algı düzeyinde biri olmayı. Sıradan olmayı becerebilmeliydi insan; farklı apayrı olup sürüden ayrılmamayı da başarabilmeliydi. Kimbilir bazen sürüden ayrılmamaktadır rıza-yı ilahiye giden yol, bazen gri olmaktır, bazen hakikati anlamayana apaçık söylememektir ve bazen doğru olduğuna inandığın halde susmak ve konuşmamaktır; yaratanın ‘öf’ bile demeyin diye ikaz ettiği kişiler mesabesinde bize yakın olanları kırmamak için. Hayrın hangi tarafta olduğu bazen apaçık olmayabilir ya da bize açılamayabilir; Yaratana teslim olabilmeyi bilmeli insan…

Aslında bunları düşünmeme sebep olan bir gün arayla izlediğim iki film… Daha zamanı gelmediği için sabredip söylenmeyen; ama insanın içinde durmayıp dışarı çıkmak için sabırsızlanan hisleri, itirafları, gerçekleri içinde barındıran; görsel abartının neredeyse hiç olmadığı; olayların ince ince, gayet naif bir şekilde verildiği; farklı dinden iki insanın gönüllerinin birbirine kaydığı ve yaşamlarının hangi noktalarda benzeşip ayrıştığını bizlere gösteren UZAK İHTİMAL filmi. Ve yargılamanın, zanların birbiri ardınca çok sert bir şekilde sıralandığı; sadece kendi görüşünde olan insanlar (Yahudiler) zulüm görmüşçesine ısıtıp ısıtıp aynı pilavın önümüze getirildiği ama gerek kamera açılarıyla, gerek dekoruyla, kostümüyle, yer yer sert, keskin, güçlü diyaloglarıyla gerekse de bize aşina müzikleriyle bizi aynı görüşte olmasak da kendine çeken ve bir taraf olma hissini içimizde hep canlı tutan TARAF TUTMAK filmi (Macar Yönetmen-Istvan Szabo).

Hayat , UZAK İHTİMAL filmindeki kadar ‘sıradan’ mıydı; akıp giderken bize bir şeyler söyleyip, bizi bir yerlerden başka bir yerlere götüren; her bir anını yaşarken yeni bir şeyler öğrenip yeni yeni sevinçlere, farklı hüzünlere ve hiç tahmin edemeyeceğimiz olaylara gebe. Yoksa TARAF TUTMAK’taki gibiydi; illa ki bir taraf olmak zorunda bırakıldığımız; ve fakat biz her ne kadar o tarafı niçin tutmamız ya da tutmamamız gerektiğini açıklarken; itham ettiklerimizin durumuna düşebildiğimiz; ya da hak olduğuna inandığımız halde, sorgulamaların sonucunda; “Nereden bilebilirdim, bu ülkede kalmak istemiyorum, 1934’te gitsem daha iyi olurdu” dedirten… Siz ne kadar ‘Ülkemi seviyordum, ben vatandaştan farklıyım, müzisyenim; kelimelerden daha fazla lanetler müzik; sanat ve politika ayrı olmalı, vatanımda kalmam suç muydu’ deseniz de, birileri; “İinsanlar öldürüldü, kamplarda orkestra kurdular ve cellatlar müzik çaldı. Evet asılmadığın için seni suçluyorum” diyebilir ya da “Sen yahudi değil misin de onu savunuyorsun?” diye soran birine “Evet yahudiyim ama ondan önce insanım” diyenler de olabilir.


*TARAF TUTMAK filminde hiçbir taraf olmadığımı ve UZAK İHTİMAL filmindeki sahnelere de hayatlarımızın uzak olmadığını düşündüğümü söylemek isterim.

  12.11.2009

© 2021 karakalem.net, Zehra Sarı Yıldırım



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut