GÖKGÜRÜLTÜSÜ ALTINDA 2

Mona İslam

1. ELİF, LAM , mim,ra.

Bunlar sana vahiyle bildirilen mesajlardır. Ve sana Rabbin katından indirilenler hakkın ta kendisidir; ama yine de insanların çoğu buna inanmayacaklar.

“tilke ayatül kitab”

Burada kastedilen kitap, hem Kur’an, hem insan, hem de kainattır. Bir önceki yazıda insanın nasıl bir kitap gibi okunabileceğine, nasıl kainat gibi dağları vadileri bitkileri, meyveleri olabileceğine işaret ettik. Bu ayette de insanın hem iç alemindeki ayetlere, hem de dış dünyadaki ayetlere birer bürhan suretinde bakması için hazırlık yapılıyor. “tilke” bir çokluğa ve yakındaki bir noktaya işaret eder, müeenes bir işaret kelimesidir. Zira “ayet” gibi “ayat”(çoğul) dahi Arap dilinde müennes yani dişidir. Her dişi gibi enfüste ve afaktaki ayetler de görülmek için tüm süslerini takıp bir resmi geçit gibi boy gösterir, sena ve alkışa muhatap olmak ister. Her dişi gibi sırrını ancak iyi niyetle yaklaşana ve sahibinin izni ile gelene ifşa eder.

“ellezi ünzile ileyke min rabbikel hakk”

Cümlede “ke” eki ile hitap edilen başta Efendimiz olmak üzere tüm insanlıktır. İnsan olma vasfını kaybetmemiş, vicdanını ve ona bağlı çalışan aklını yitirmemiş her insan bu zamirle muhatap alınır. Hitabın sahibi ise Rabbimiz’dir. İnsanın Rabbi, vicdanın Rabbi, aklın Rabbi, hatta teslim olursa nefsin Rabbi konuşurken dikkat kesilmek ve dinleyerek terbiye olmak gerekir. Hitap ise “hakk” üzere bir hitaptır. İlk olarak Rabbin bizimle konuşma hakkı, ikinci olarak bizim Rabbimizin kelamına muhtaciyetimizden doğan hakkımız, üçüncü olarak da beyanın hakkı olan uslup, icaz ve delilin aklı, vicdanı, kalbi tatmin edecek, nefis ise ilzam edecek biçimde gönderilişidir.

Burada “Hakk” gerçek, hem Rabbimizin Hakk ismine bakar, hem Kuran’ın hakkaniyetine, hem de insanın vicdanındaki hakikati bulma, ona sahip çıkma, gerçeği öğrendiğinde onu kabul ve tasdik etme, inkar etmeme duygusuna karşılık gelir. Hem Rabbimizin kainatın dört bir tarafında kendisini göz kapatılamayacak bir gerçeklikle ifade edişi, hem Kur’an’ın hiçbir çelişkiye, akla ve kalbe ters hiçbir duruma, tereddüt ve şüpheye mahal vermeyişi, hem de insana güvenildiği, onun şayet kendi vicdanına dönüp bakarsa Hakk’ın işaretlerinin orada da apaçık bulunduğunu göreceğine işaret edilmektedir.

Ama insan olmayı beceremeyen insanlar hem kainatta görüp durdukları, içinde yaşayıp soludukları, hem Kuran’da etraflıca izah edilip neden, niçin, nasıl, sorularına tatmin edici cevaplar verildiği, hem de bu cevapları alan aklın ve vicdanın tasdik etmek için çırpındığı bir hakikati nefislerine kurban eder, inanmadan, ayetlerin üzerine basıp, geçip giderler.

2. Gökleri görülebilir herhangi bir destek, dayanak olmadan yükselten ve sonra da kudret ve hükümranlık tahtına kurulan Allah’tır; her biri –(O’nun tarafından) belirlenmiş bir süre için-kendi seyrini sürdüren güneşi ve ayı koyduğu yasalara tabii tutan O’dur. Var olan her şeyi yöneten çekip çeviren de O.

Bütün bunları açık açık dile getiriyor ki,(Yargı Günü’nde) Rabbinizin huzuruna çıkacağınıza yürekten kesin bir biçimde inanasınız.

Gerçek nazarımıza semadan başlayarak verilmektedir. Zira sema hakikatin en bariz, en temiz, en parlak, en perdesiz göstergesidir. Öyle ki sebeplerin icada tesiri olmadığı, her şeyin surenin bütününde hükümferma olan kudret sıfatınca inşa edildiği bir yerdir sema. Bunu “direksiz yükseltilmiş” ifadesinde buluyoruz. Burada direk bir sebebi çağrıştırmakta ve sebeplerin ortadan azam düzeyde kaldırıldığı yer olarak sema gösterilmektedir. Yine insanının iç aleminde de sema insanın ruhuna tekabül eder. O alemde de işler perdesiz Rabbin “ol” emriyle birden ibda ve inşa edilir. “teravneha” ibaresi ise “gördüğünüz gibi, görüyorsunuz ya!” gibi anlamlar taşır. Burada hitap, gözle görmeden inanmak istemeyen nefsi emmareyedir. Ondan ülfet perdesini kaldırıp, gözündeki gaflet uykusu çapaklarını silip, semaya bakması istenmektedir. Gezegenlere, nebulalara, yıldızlara, galaksilere, duygulara, hayallere, mantığa, tefekküre, sanata, ilhama insanlığın tüm manevi birikimlerine, buna kaynak olan hikmete işaret edilmekte, bunların sebepsiz husule gelişleri nazara verilmektedir. İnsan birini ya da birşeyi neden sevdiğini bile bilmeyen bir varlıktır. Ona sevdirilir. Ruh da gök de ol emrine mutidir.

Üstelik gökler sadece ilk yaratılmaları ile değil üzerlerinde şimdi de cari olan insanların akıl erdirmekte aciz kaldıkları, sebebini bilemedikleri kanunları, idare ve sevkleri ile Allah’ın hali hazırda da “kudret ve hükümranlık” tahtında olduğunu, elinin üzerimizde ve kainatın her yerinde icraatta olduğunu, yaratıp bırakmanın söz konusu olmadığını nazara vermektedir.

“Sahharaşşemse vel kamer” (güneş ve ay boyun eğdirilmiştir) ifadesi ile insanların en ziyade alakadar oldukları, onlarsız yaşanamaz addettikleri, hatta kimi kültürlerde tapındıkları iki gök cismine değinilmektedir. Güneş ve ayın insanlara faydaları yazmakla tükenmez. Bu da gösterir ki onları boyun eğdiren kudret bu faydaları murad etmiştir. İnsan ona bu faydalar adedince borçludur. Bu büyük gök cisimleri gibi o da boyun eğmelidir. Yine güneş ve ay insanın kalbini ve aklını hatıra getirir. İç dünyamızda da bu iki latifenin bizim için ne kadar hayati önem arz ettiği, hem dünyevi hem uhrevi faydaları onlarla edindiğimiz malumdur. İnsanın aklını ve kalbini boyun eğdirip teslim alan ayetlerin karşısında nefsin konuşmak haddi değildir. O dahi boyun eğmelidir.

“Küllün yecri li ecelin müsemma” (Her birisi belirli bir ecele akar)

Güneşin ve ayın sahibi Zat, aynı zamanda onların evrende gezdikleri yerlerin de sahibidir. Onlar ile meydana gelen zamanın, takvimin, mevsimlerin, gündüz ve gecenin de Rabbidir.

Böylece nesnelerin sahibi mekanın da zamanın da sahibi olur. Nasıl ki nesnelerin bir eceli vardır, zaman ve mekanın da bir eceli bulunmalıdır. Zamanı döngüsel kılan hep bir bitişi bir başlangıca mebde yapan Zat, muhakkak ki bilinen zamanın da sonunu getirecek ve onu ahirete mebde yapacaktır. “Batmayı gördün mü, öyle ise doğmayı bekle!” diye kalbe müjde verir.

İnsanın aklı ve kalbi ise nasıl ki bu cisimlerden çok daha aciz, kırılgan ve kısa ömürlüdür, elbette onların da bir eceli olacak, hissedilen her duygu, akledilen her mesele, hayal edilen her suret batıp gidecek ve bir başka batında muhakkak doğacaktır. Bir şeyin batıp gitmesi onu değersiz kılmasa da kul kılar. O yeniden doğmak için kendisini ilk yaratana muhtaçtır. İkinci doğumda artık aklın kalbin ve tüm duyguların, güneşin ayın ve yıldızların, verilen tüm nimetlerin ve onlarla elde edilen kazancın veya kaybın hesabı sorulacaktır.

5. Fakat eğer Allah’ın yarattığı bu harikalara şaşıyorsan inkarcıların şu sözlerine de şaş: “Nasıl yani! Biz toza toprağa karıştıktan sonra(yeniden hayata dönmek üzere) bir kez daha mı yaratılacağız? İşte (bunu söyleyenler) Rablerini inkara kalkışan kimselerdir; böyleleri boyunlarında (kendi davranışlarının bir sonucu olarak) bukağılar taşıyan kimselerdir; ve işte böyleleri; yerleşip kalmak üzere ateşe girecek olan kimselerdir.

3 ve 4. ayetler Hakk’ın insanda ve kainata tecellisini nazarımıza verdikten sonra tüm bu ayetlere karşı inkar tavrı takınanlar 5. ayetle tasvir edilir. Kafirin adeta hem kainatı hem de insaniyetinin tüm delillerini dinamitler bir tarzda küfründe inat edişi, onun boynundaki bukağı ile ifade edilir. Bukağı taşıyan biri boynunu sağa sola, aşağı yukarı, öne arkaya çeviremez. Başı sabittir, hareket etmez. Bu da onun altı cihetten gelen, geçmişin ibretlerinden, geleceğin kaygılarından, maddi ve manevi alemdeki tatminsizliklerinden, kendinden zayıf veya güçlü tüm mahlukatın hallerinden asla ders almadığının bir ifadesi olsa gerek. O yine bakmaz, başını çevirmez, ayetlerin üzerlerine basıp geçer, gider.

Böylece bakmayan ve ibret almayan biri aklını ve kalbini sukut ettirmiş, kendini zifiri karanlıkta bırakmıştır. Onun için ne güneş ne ay vardır. Ne zamanın faniliği bir işaret verir, ne de sonu olmayan hayalleri, elinin yetişmediği muradları ona bir şey öğretir. O ahiret düşüncesinden, bir şeyin sonrasını, ötesini, sonucunu düşünmekten büsbütün uzaktır. Sadece nefsin geçici hazlarını yaşar. Böylece muhakeme yeteneği olan, akıbetini hesaplayabilen tek varlık olan insan büsbütün tefessüh eder, insanlıktan çıkar. Bu halde zaten bir azap halindedir. Şimdiden kendini tüm duyularını devre dışı bırakarak bir cehenneme mahkum etmiştir. Elbette bu hali kendi dilemediği için değiştiren olmayacak, o ısrarla düşünmekten kaçındığı sonu da ateş olacaktır.

6. “Yestacilune bisseyyieti kablel hasene”

Ayetin lafzi manası şudur ki, yestacilune=acele diliyorlar, biseyyieti kablel hasene=günahı sevaptan önce. “ve kad halet” =geçip gitti, “min kablihim el mesulat”= onlardan önce benzerleri.(Meallerde, acele azap istedikleri, meydan okudukları söylenmektedir)

Kanaatimce burada nefsi emarenin tipik bir özelliğinden söz edilmektedir. Günahı sevaba tercih etme, önceleme, haz peşinde koşma, bunun için acele günaha koşma, kendince iyi gördüğü şeyi acele isteme, sabırsızlanma halleri anlatılmaktadır. Oysa aynı nefis iş sevaba geldiğinde onu öteleme yanlısıdır. En sona bırakır, erteler, türlü bahaneler bulur. Mümkün olsa hiç yapmaz, keçi gibi ayaklarını sürür ve bir yere ancak zor altında götürülebilir.

“ve kad halet min kabilihim elmesulat” ibaresinde de insanın bu peşinde koştuğu hazların nasıl da gelip geçici, nasıl da fani olduğu, hazzın elde tutulamadığı, günahın pişmanlık doğurduğu, asla mutluluk vermediği, peşinden koştukça daha da uzaklaştığı, serap mahiyetinde olduğu anlatılmakta ve geçmişte mutlu olurum zannıyla şeytanın peşine takılmaları nazara verilmekte, “Bak onları düşün, mutlu olabildin mi? Demek mutluluk bunlarla olmuyormuş!” diye ikaz edilmektedir.

“Bununla birlikte senin Rabbin insanlara karşı esasta hep bağışlayıcıdır” cümlesi ile anlayıp pişman olmuş ve levvame düzeyine gelmiş insana hitap edilmekte umudunu koruması istenmektedir. Oysa “ama unutma ki cezasında da gerçekten çok şiddetlidir” cümlesi ile de hala uslanmamakta inat eden nefsi emaremiz tehdit edilmektedir.

7. Buna rağmen inanmayanlar yine mucize isterler, oysa sen sadece bir uyarıcısın, her kavim için asıl yol gösterici Allah’tır.

Kainatta, insanın içinde, ve Kuranda beyan edilen bunca ayet dururken onlara bakmayı reddedip “bir ayet istiyoruz” demek büyük bir küstahlık ve inatçılık alametidir. Rabb kimseyi zorla terbiye etmez. El Vedud kimseye kendini zorla sevdirmez. Er Rahman rahmetini kör gözlere zorla sokmaz. El Hadi zorla hidayet bahşetmez. Tüm değerli şeylerin en değerlisi olan iman ancak aranarak, arzu edilerek, seçerek, gönüllü olarak, fedakarlıkta bulunularak, nefsinden vaz geçerek elde edilebilir. “Aramakla bulunmaz ancak onu sadece arayanlar bulur.” Zira değerli olan her şey zahmet ve emek ister. Allah’ın kendine zorla kul toplamaya ihtiyacı yoktur, neticede (13) gök gürlemesi O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini övgüyle anmakta ve melekler de korku ve sakınma içinde bunu yapmaktadırlar. Şüphe yok ki yerde ve gökte ne varsa onu hem celalini müşahede ile tesbih, hem cemalini müşahede ile tahmid etmektedirler. O’nun kapısı seve seve gelenlere açılacaktır.

“Ve in min şeyin illa yüsebbihu bihamdihi”

  12.11.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut