GÖKGÜRÜLTÜSÜ ALTINDA 1

Mona İslam

“3.Yeryüzünü yayıp genişleten ve onun üzerinde yerinden oynatılmaz dağlar yerleştirip vadilerinden nehirler akıtan ve orada her tür bitkiden iki cins yaratan ve gündüzü geceyle örtüp bürüyen O’dur. Doğrusu bütün bunlarda, düşünen insanlar için mutlaka çıkarılacak dersler vardır.

4.Ve yeryüzünde birbirine komşu(ama yine de yapı olarak birbirinden ayrı nice) kara parçaları, üzüm bağları, hububat ekili tarlalar, bir kökten sürgün verip küme halinde ya da tek başına boy veren hurma ağaçları vardır ki hepsi de aynı suyla sulanırlar: hal böyleyken yine de(insanlara ve hayvanlara sağladıkları) ürünler bakımından Biz onları bazılarını bazılarına üstün kılıyoruz. Doğrusu bütün bunlarda aklını kullanan insanlar için mutlaka çıkarılacak dersler vardır.

8. Her bir dişinin neye gebe olduğunu ve rahimlerin neyi ne kadar erken bırakacağını, neyi ne kadar (olağan süresinden fazla) bekleteceğini bilen Allah’tır. Çünkü yarattığı her şey O’nun katında bir ölçüye ve bir amaca bağlı kılınmıştır.” (Rad Suresi.)

AYETLERİN peş peşe sıraladıkları ve emrettikleri düşünme eylemi, her insanın dünyasında bu ayetlerin zahiri manalarının yanında bir çok mecazi mana ihtiva ettiğine işaret ediyor kanaatindeyim. Bu mecazi manalar kimi zaman insanın zihninde hemen okur okumaz açılırken, kimi zaman uzun uzun düşünmeler, tekrar tekrar okumalar neticesinde kendisini ele veriyor.

Rad suresi genel olarak bir kudret ve celal hakimiyeti altında seyrediyor. Zaman zaman ince ve hikmetli meselelere işaret etmekle beraber, umumi olarak Kudret ve Celal sıfatlarının gölgesinde bir sure. Gök gürültüsü de bunun habercisi olmalı. Kimimizin küçükken, kimimizin de halen tüylerini ürperten bir olay olan gök gürlemesi, celali, azameti apaçık nazara verirken, ardındaki cemali ve rahmeti de müjdeler bir mahiyette.

Üçüncü ayette Kadiri Zülcelal’in yeryüzünü nasıl yayıp genişlettiği üzerine yerlerinden oynatılmaz dağlar yerleştirdiği nazara verilirken hatırıma hemen “dağların direk yapılıp dünyanın sabit tutulması”(nebe7), “kıyamet günü dağların kökünden sökülüp savrulması yani yok olması (mürselat 10), böylece dünyanın bu direkten mahrum bikarar hale gelmesi” geliyor. Tüm bu dağlar bana enbiya ve evliyayı, muhakkikin-i asfiyayı hatırlatıyorlar. Üstadın Ağrı dağının infilak ettiğini gördüğü rüyayı hatırlıyorum sonra, onu hep Ağrı dağı gibi gördüğümü. İcaz-ı Kuran’ı beyan etmenin onun için nasıl da yapmasa çatlayacak, infilak edecek kadar hayati bir iş olduğunu hatırlıyorum. Kendi hayalimde böyle şerh ediyorum bu rüyayı.

Yeryüzünde dağlar arzı tutan direkler olduğu gibi manen de bu büyük insanlar dünya hayatının devamını sağlayan sebepler oluyorlar. Allah maddi alemde dağları, manevi alemde bu dağ gibi Zevat-ı Kiram’ı arzın ve arzlıların devamına vesile ediyor. Onlar hayat-ı seniyyeleri ile başımızın üzerinde göz alabildiğine yükseliyor ve bize ufuk veriyor ve emsal teşkil ediyorlar. Biz yerin bizi fırlatıp atasının geldiği anlarda bile onların yüzü suyu hürmetine mühlet verilip sabredilen insanlardan oluyoruz. Ve onlar çocuklarının başında duran dağ gibi bir baba edasıyla bizim başımızda durup, kollayıp gözetiyorlar.

Vadilerinden nehirler akması da bu anlamda manidar bir hale geliyor, zira vadi de dağ kadar olmasa da yine de yüksek bir yeryüzü şekli, ancak düzlüğü sebebi ile üzerinde insanların ikamet etmesine ekip biçmesine izin veren daha ünsiyetli bir makamı canlandırıyor. Dağların arasında bulunan vadiler bana bu dağ gibi insanların talebelerini, yolundan giden mesleğini devam ettiren, yaşantısını örnek alan, mesajını yaymaya çalışan tabilerini anlatıyor. Nitekim üzerinden akan nehirler de, kaynağı dağların derinliklerinde olan su havzalarının, vadiler üzerinden yeryüzüne dağılması ve vahyin ve hikmetin kutlu mesajının insanlara vadiler üzerinden paylaştırılmasını anımsatıyor.

Yine her tür bitkiden çiftler yaratılması da vadilerin üzerinde gerçekleşiyor. Nehirlerin suyu ile beslenen kadın ve erkek her tür ve mizaçtan insan bu vadide arz-ı endam ediyorlar. Ve “mümin kadınlar ve mümin erkekler birbirlerinin velisidir (tevbe 9)” ayeti kerimesinde de akla yaklaştırıldığı üzere birbirlerini gece gündüz gibi tamamlıyor, eksiklerini tekmil ediyor, kuşatıyor ve ayrı kalmakla beraber birbirlerinden de asla vaz geçemiyorlar. Zira birbirlerine varoluş itibari ile muhtaçlar.

Çiftlerin varlığı bir taraftan da insana sevgi- nefret, öfke- rahmet, almak- vermek, mutluluk- keder, acz- kudret gibi insan hayatında sürekli deveran eden zıtlıkları hatırlatıyor. Çiftlerin uyum içerisinde bir araya getirilmesi ve aralarında denge hasıl olması ise bir kemali netice veriyor. Aynı okuma ile gece ve gündüze bakacak olursak, insanların kimi zaman güzellikle kimi zaman çirkinlikle, kimi zaman nimetle kimi zaman nıkmetle, kimi zaman nur kimi zaman zulumatla imtihan olunmaları, sevinç ve ferah anları kadar keder ve ızdırap anları yaşamaları, şükredecek anlar ile sabredecek anları beraberce aynı hayat içinde aynı vadide barındırma zorunlulukları akla geliyor.

Yeryüzünde birbirine komşu, ama yine de yapı olarak birbirinden ayrı nice kara parçaları, zihnime ümmetleri getiriyor. Her bir peygamberin hak ümmeti, ve onların şeriatları ve onlara hikmetten verilen cüzler tıpkı değişik özellikleri, değişik toprak türleri ihtiva eden büyük kara parçaları ve kıtaları hatırlatıyor. Birbirlerine komşular ama yine de farklılar. Aralarında alışveriş mümkün, ama her biri yine kendileri kalmalılar. Bizim geçmiş ümmetlere bakıp ibret almalarımızı, onların hikayelerini dinlememizi düşünüyorum sonra. Onlar dahi peygamberlerinden son ümmete dair kıssalar dinlediler, müjdeler aldılar. Zaman boyutu önüme açılıyor ve tüm bu büyük topluluklar önümde dostça kocaman kara parçaları gibi boy gösteriyorlar.

Üzüm bağları, hububat ekili tarlalar, hurma ağaçları da bu ümmetlerin içerisinde yetişen, mezheplere, meşreplere, tariklere, yollara, mesleklere işaret ediyorlar sanki. İlginç olan ise üzüm bağları, hububat tarlaları daima bir arada yetişen ürünleri ifade ederken, hurmaya istisna edilmiş, bazen topluluk halinde bazen tek denilmiş hurma ağacı için. Demek hurma hangi meslek ya da meşrebe tekabül ediyorsa, orada birlikte cemaat halinde var olmak mümkün olduğu gibi, tek başına da var olup meyve vermek mümkün. Allah’ın hurma ile işaret ettiği meşrebi bulmak için niyaz ediyorum. Zira hurma bana yakın, dost, enis. Ben sabah öğlen akşam hurma yiyen bir adamın kızıyım. Hala bu memlekette Ramazan dışında hurma bulmanın zorluklarından şikayet eden, Ramazanda sair aylara da yetsin diyerek, hurma stoğu yapan bir karaktere sahibim.

Bütün bu meyveler, ürünler ne çeşit olurlarsa olsunlar muhakkak ki insana çok yararları var. Beslenme zincirinde mühim yerleri var. Ne üzümü yabana atmak mümkün, ne hububatı, ne de hurmayı. Hepsi aynı suyla sulanıyor ama Rabbin kendilerine verdiği özelliklere göre farklı farklı neşv-ü nema buluyorlar. Bu su vahiy olsa gerek. Tıpkı yukarıda işaret ettiğimiz nehirler gibi. Kimi zaman gökten ilham gibi inen yağmurla, kimi zaman meşrep ve tarik nehirlerinin taşırıp getirdikleri ile bu ürünler boy veriyorlar.

Ancak kimi kimine üstün oluyor. Bu üstünlük hem objektif hem subjektif açıdan düşünülmeli. Yani bir hurma cinsinin diğerine göre, besin değeri, lezzet ve biçim olarak üstün oluşu ve bunun değişik isimler alışı gibi, en kıymetlisinin de acve oluşu malumdur. Bu da bir meşrebin tüm saliklerinin insan olmakla aynı potansiyelde olsalar dahi, nefis gibi şeytan gibi, negatif sebeplerle kiminin kendini yeterince geliştiremediği kiminin ise tüm engelleri aşıp en doruk nokta potansiyelini ortaya koyabildiği şeklinde anlaşılabilmeli. Bunun ne kadar su aldıkları ile de doğrudan alakası var elbette, kim vahiy ve hikmetin suyu ile daha çok hemhal olursa o daha üstün bir konuma ulaşıyor.

Bir de üstünlüğün subjektif tarafı var elbette. Zira hurmanın benim için taşıdığı anlamı başkaları için taşımaması kuvvetle muhtemel. Kiminin en sevdiği meyvenin elma, kiminin portakal, kiminin karpuz olması gibi. Bazı meslek ve meşrepler de birine daha hoş, lezzetli gelebilmekte. Burada en akıllıca olanı, nasıl damak zevkini tartışmaya açmıyor, bir başkasının sevdiği bir nimete sevmesek de “iğrenç” demiyorsak. Onun sevgisini saygıyla karşılıyor, hatta evimize misafir olduğunda hiç almasak da o seviyor diye o meyveyi alıp sofraya koyuyorsak, insanların meslek ve meşrep sevgilerine de aynen böyle muamele etmeliyiz. Ortak sohbet konuları bulmalı, onun sevdiği şeyi onunla beraberken tatmalı, sürekli yemesek dahi onun için sohbet soframıza koymalıyız. Hatta bu eşimiz yahut çocuğumuz dahi olsa kendi zevkimizi dayatmamalı, herkese mümkünse sevdiği yemeği yapmalıyız.

Sekizinci ayet ise çok şey çağrıştırıyor zihnimde. İnsan elinde tohum tutan bir varlıktır , bu tohumun nasıl bir ağaç olacağı bilinmese de, elde tutulan şey Rahman’ın verdiği hayırlı bir tohumdur, emek verilir, çimlendirilirse neşv-ü nema bulacak, filizlenecek, ağaç olacak, çiçek açacak, meyve verecektir. Bu insana verilen bir emanettir. İnsan topraktandır, ve bir tohum bağrına derc edilmiştir. İnsanoğlu daima bir imtihanla gebedir.

Bu gebelik, bazen bu bir süre sürer ve dünyada neticesini görebileceğimiz bir bebek hasıl olur. Bazen de doğum ahirete bırakılır. Yaşanan şeylerin anlamı bir tohuma bakıp ne ağacı olacağını düşünmekten, hayal etmekten öteye gitmez. Aciziz, geleceği göremiyoruz. Tüm yapabildiğimiz hayır umarak tohumu sağ elimizde sımsıkı tutabilmek ve şeytanın estirdiği rüzgarlarla düşürmemek. Süreç ise aynen gebelik gibi bazen keyifli, bazen meşakkatli, meraklı bir bekleyiş ve mutlak acz içinde dua hali ile sürüp gider.

Sufilerin bedenin içindeki ruha can derler, ve insanın bedensel ölümünün de bir canı doğurmak olarak teşbih ederler. Ruhun bedenden çıkışı bir doğumsa, ruhun beden kafesindeki süreci de hamilelik gibidir. Ruhumuzu ne ile besleyeceğimiz, nelerin kötü etkilerinden muhafaza edeceğimiz ise bize yüklenmiş bir sorumluluktur. Bazıları ahirete gürbüz bir bebek gibi doğarken bazıları ise düşük yapar ve ölü doğarlar. Bu çok acı bir son olmalı, zira ikinci bir gebelik imkanı kimseye verilmez.

Her bir insan bir hayvan nevi gibi bir diğerinden apayrı özelliklere sahiptir. Bu yüzden de tüm hayvanlardaki gebelik müddeti farklı olduğu ve bir batında kimin ne kadar bebek dünyaya getireceği kaderde yazılı olduğu gibi, her bir insanın bedensel ömrü, ruhun olgunlaşma müddeti, doğum zamanı, ve kaç bebek kuvvetinde olacağı da yazılıdır. Kimileri Hz. İbrahim gibi tek başına bir ümmet sayılacak kadar çok can doğumuna, pek çok insana şefaate, pek mühim neticelerin hasıl olmasına sebebiyet verirken, kimi de bir canı ancak muhafaza edebilir, cennete son giren müminin hali gibi düşe kalka zorlu bir süreçle ancak maksada ulaşabilir, kendini ancak kurtarabilir. Kiminin ise sonu hüsran ve ebedi ölüm olur.

Allah içimizdeki canı sağ salim doğurmayı, ölümü doğum bilmeyi, batmayı görüp doğmayı beklediğimiz güneş gibi addetmeyi bizlere nasip etsin. Elimizdeki hayr, batnımızdaki hayr, akıbetimiz hayr olsun.


Not: Rad suresi okumalarına Allah izin verirse devam etmek niyetindeyim.

  09.11.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut