Üç taşım var: mütekebbire, hâside, müfteriye

Mona İslam

ALLAH VARLIK aleminde aynı tecelliden iki kez yaratmamıştır. Ne mekanda, ne zamanda aynı “ol” emri iki kez verilmez. Hiçbir fiil tekrar etmez. Hiçbir varlık diğerine benzemez. Bu yüzdendir ki varlık alemi çeşit çeşittir. Rengarenktir. Her varlık biriciktir. Özeldir. Dağların vazifesini kuşlar yapamadığı gibi, kuşların tesbihatına da dağlar güç yetiremez. Her şey-i vahid, yerinde ve vazifesinde eşsizdir. Bu yüzden ancak, kendisine verilen vazifeyi bihakkın yerine getirmekle şereflenir, bir başka varlığa benzemekle değil. Ehadiyyet-i ilahi bunu gerektirir.

Bu iyice anlaşılmayınca, yahut kabullenilmeyince, varlık kategorileri arasında karşılaştırmalar başlar. Mukayese eden benliğe, sineğin yaradılışı abes görünür. Elbette bu karşılaştırmaları yapabilen bir varlığın, akıl ve şuur sahibi olması, bir de benliğinin bulunması lazımdır. O kendine bakar, ötekine bakar, bir üstünlük yahut aşağılık vehmeder. Gerçekte üstünlük, her varlık için takva iledir. Bu da Allah’a karşı sorumluluğunu, kulluk ödevini yerine getirmek demektir. Yoksa her şey Yaratıcı olmaktan uzaklığı nispetinde bir olduğu gibi, mahluk oluşları vechesinde de birdir.

Ancak Allah kimi varlıkları da kimine üstün yarattığını kelamında açıkça belirtmiştir. Meleklerin insana secde etmesinde, peygamberlerin kiminin kimine üstün kılınmasında, erkeğin kadına kavvâmiyetinde bu rüçhaniyet şeriatta açıkça belirtilir. Yine Mübarek Kitap bize bu üstünlük sebebi ile kimseye fazlaca verilene göz dikmememizi de öğütler. Bütün bunların bir hikmeti vardır. Allah’ın küllî yaratım planında her fazlalık ve her eksiklik büyük bir işleve sahiptir. Onların eşit olmaması bizâhitihi kemaldir. Öyle ya, aynı şeyden bir tane daha yaratmaya niçin ihtiyaç duyulsun? Üstelik hiçbir kula Hâlıkının tercihlerini sorgulamak düşmez. O’na hesap soracak yoktur. Ancak o abes iş de yapmaz…

İnsan kendinde verili bulunana bakmalıdır. Eksik olanı kabilse her çeşit dua ile telafiye çalışmalı, ama olmuyorsa da zorlamamalıdır. Hele hele bir başkasına verilene göz dikip, haset etmek insanın bırakınız insaniyeti, varlıktan sükûtu demektir. Zira o var edildiği konumu beğenmemektedir. Kendini Hâlık’ın konumuna oturtup, bilmiş bir eda ile “bu olmuş, bu olmamış” demektedir. Müstehak oldukları cevap, “Sana ne!” olmalıdır. Böyle bir küstahlığa kim dayanabilir? Ancak Allah Sabûr’dur.

Bilindiği gibi haset edenlerin ilki İblis’tir. Âdem onun hakkını yememiştir, ona bir zarar vermemiştir, yan bakmamış, kaba davranmamıştır. Âdem’in İblis’e karşı tasavvur edilebilecek hiçbir olumsuz davranışı yoktur. Hatta denilir ki, onu ilk gördüğünde tehlikeli de olsa, bir güzellik sahibi olduğunu fark etmiştir. İnsan öyle ünsiyet sahibi bir varlıktır ki, düşmanı olan İblis’i bile dost edinmeye meyyaldir. Çünkü insan halifedir, Allah’ın yarattığı her şeyi sever. Yoldan çıkmadıysa cinleri de…

Ama Allah bu sevgiye had koyar, sınır çizer. Nitekim defaatle “Onu ve avenesini dost edinmeyin!” diye uyarılmaz mı? Çünkü Allah onları sevmemektedir, öyleyse halifesine de benzerini yapmak düşer. Âdem’in sevgisi bize tanıdıktır da, İblis’in nefreti biraz daha anlaması zor bir mesele. İblis, bu her şeye sempati duyan, sevgi dolu varlığa neden düşmanlık etmiş olabilir? Biz ona ne yaptık ki…

İblis’in meselesi aslında Âdem’le değildir. Onun derdi, Âdem’i seçen Allah iledir. Ama Allah’a gücü yetmemektedir. O da onu en sevdiğinden incitmeye kalkar, Âdem’den. İster ki, Âdem’in yaratılış maksadını tahrip etsin, onu maksadından öteye düşürsün, ayartıp yoldan çıkarsın, Allah’a değil kendine yaklaştırsın. “Gel” diye biteviye çağırması sevgisinden mi? Hayır tabii! İsteği Âdem’e verili tüm yetenekleri yok etmektir. Bu sayede o yetenekleri kendine alacak olsa, belki anlaşılabilir, ancak bu mümkün değildir. Ama hasid “Onun var, benim de olsun” demez, hatta “Ondan alınıp bana verilsin” de demez, “Benim yok onun da olmasın” der. Hasid yoklukta eşitlik ister. Yok etmektir tüm emeli. Bu yüzden İblis’e adem alemleri tahsis edilmiştir. Tepe tepe harcasın(!?) Yapıp ettiği her şey ademîdir. Tüm haset edenlerin yaptığı şey de budur. Onlar Adem’in soyundan görünseler de İblis’in yolundandırlar. Mübarek Kitap’ta “Onların çocuklarına ortak olacağım!” derken İblis bunu kast etmiştir. Haset edenlerin babası, zahirde kim olursa olsun hakikatte İblis’tir. Onlar İblis’e mülkünde de ortaktırlar, diğer deyişe adem alemleri sahibi olmakta…

Haset kibirden doğar. Bu tür bir varlık öylesine kibirlidir ki, öylesine kabına sığmaz, öylesine var edildiği konumdan taşar ki, yatağından taşmış nehir gibi her şeyi alır ve sürükler. Patlamış yanardağ gibi her şeyi kül eder. Kendisine biçili varlık elbisesini dar bulur, öküze özenen, şiştikçe şişen kurbağa misali patlar. Ama patlayışında muhakkak etrafına da zarar verir. Ona dert değildir. O ölecekse tüm dünya ölmelidir. Varlığına biçilen mekânı beğenmeyen, ve başkaca bir mekan yaratmaya kudreti olmayan kişinin yapacağı, kuvve-i vahimeyi* kullanarak, hevâsının istediği mekânı var kabul etmektir. Böylece vehim ülkesinde, ademî bir âlemde krallığını ilan edebilecektir. Tribündeki tek taraftarı İblis’tir. Varsın öyle olsun, o öyle sıkı tezahürat yapar ki, insan dönüp ardına bakmadığı sürece, milyonlar ardımda sanır…

İblis’ten sonra, ikinci meşhur hâsid grubu ehl-i kitaptır. Yazık(!?) Hep birinci olmak isterler, ama yine ikincilik düşer nasiplerine. Kur’an defaatle onların kendilerini çokça beğenmelerinden, başkasına gelen nübüvveti hazmedemeyişlerinden ve bu sebeple kıyamete kadar bu ümmete yönelen nefretlerinden bahseder. Ümmet-i Muhammed’den bahsederken ağızlarından öfke taşmaktadır, kalplerinde gizledikleri daha da kötüdür. Biz ardımızı dönünce öfkeden parmaklarını ısırırlar. Allah bize onları böyle anlatır. Bunlar kibirli ve haset eden bir nefsin tipik halleridir.

Kur’an bizi onlar hakkında uyarır, zira hasetçi çok tehlikelidir. Onları putperest kâfirlerden bile daha tehlikeli kılan bu düşmanlığın sebebi, bilgidir. Ehl-i Kitap Allah’ı bilir, nübüvveti bilir, nimeti bilir, elbette elinden kaçanı da. Putperestin zaten, vahiy ve nübüvvet derdi yoktur. Bilmez ki haset etsin. O ancak dünya malını kıskanır, tanrılar neden ona verdi de bana değil dediği, sadece budur…

Aslına bakarsanız mülhidden de haset eden adam çıkması zordur. Çünkü o zaten bir yaratıcıya inanmaz, onun için evrende her şey tesadüfî dağılır. Kendisine isabet etmeyen yetenek ve nimetler için ancak talihine bir küfür savurur. “Niye ona verildi?” demez. Zira bu soru için kainatta bir anlam bulunduğunu kabul etmek, bir vereni bilmek ve onun hikmetine iradesine itiraz etmek gerekir. Bu yüzden ne dünyevi ne manevi hiçbir şeye haset edemez mülhid. O mutlak cahiliyyededir. Hakikate ilişkin müşrik yahut ehli kitap kadar dahi bilgisi yoktur. Demek haset, Allah’ın varlığını bilenden hasıl olur. Ancak o Allah’a iman eden değildir. Bilmek iman değildir. İman bir intisaptır, bir boyun eğiştir. Hasetçi o kadar kibirlidir ki, benini Allah’tan büyük görür. Tercihlerini O’nunkilerin üzerine çıkarır. Kendisini hikmetli, O’nu abesle malul görür. Demek hâsid de bir tür müşriktir. Ama onun putu taştan tahtadan değildir, o daha sofistike olana tapar, tüm putların anasına, nefsine, hevâsına. Bu yüzden onunki gizli şirktir?

Haset öyle yakıcı bir şeydir ki, asidin zemini erittiği gibi kişinin kalbini eritir. Yerinde durmaz muhakkak ilk bulduğu delikten, ilk yakaladığı fırsattan dışarı çıkar. Asidin eşyayı eritişi gibi yavaş yavaş tahribe başlar. Haset edenin uygulayacağı en kolay tahrip metodu iftiradır. O kendisine Allah’ın yaptığını vehmettiği haksızlığı, bir başkasına haksızlık yaparak aşmaya çalışır. Aklınca Allah’tan intikam alır. Yalanlar, hikâyeler uydurur. Ne yazık ki bu ümmet içinde de kibirliler ve hâsidler bulunur. Onlar kendileri otururken çalışan başkalarının emeğini yerler. Ortada ne güzellik varsa kendilerinin gibi göstermeye gayret ederler. Bunun için iftiralar atarlar, hayal mahsulü yazılar kaleme alırlar. Bunu öyle çok sürdürürler ki, insanların midesi bulanmaya, ve ‘acaba’lar çoğalmaya başlar. Vehim onların silahıdır. Kuvve-i vahime ile yoku var, varı yok gösterirler, yok sofrasından âleme ziyafet verirler, sonra “cömert adam” diye gezinirler, adem âlemleri satarlar, onlara “aferin” diyen, sırtlarını sıvazlayan sadece şeytandır.

Aramızda mütekebbirler, hasidler, müfteriler sinsice dolaşıyor. Müminin tüm emniyet duygularını dinamitlercesine sosyal hayatımızı altüst ediyorlar. Bozduklarını düzeltmek ya çok uzun sürüyor, ya da kâbil olmuyor. Ancak kendilerine haset edilenler, iftiraya uğrayanlar ayet-i kerimenin tesellisiyle mutmain olurlar. “Onlar bunu kendileri hakkında şer sanmasınlar, bilakis bu onlar için hayırdır”. Allah onların günahlarını bu vesile ile siler ve onlara yenilen hakları miktarınca hasenât tevdi eder. Ama kibirlinin, hasetçinin, iftira atanın hali ne olur bilinmez. Şimdilerde böylesine seksen değnek vuracak yok, ancak hala onların şahitliklerini ebeden kabul etmeyebilir, ömür boyu söyledikleri hiçbir şeye inanmayabiliriz. Ayet bize bunu emreder. Onlar ömrü billah yalancılıkla damgalanmışlardır. Hak edilen bir karşılık: Allah kimseye zulmetmez…

Nur suresi 11. O ağır iftirayı uyduranlar, sizin içinizden bir güruhtur. Bu iftirayı kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her biri için, işledikleri günahın cezası vardır. İçlerinden (elebaşılık ederek) o günahın büyüğünü üstlenen için ise ağır bir azap vardır.

12. Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi (din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, "Bu apaçık bir iftiradır" deselerdi ya!

13. Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Madem ki şahit getirmediler; işte onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir.

21. Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki o hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer Allah'ın size lütfu ve merhameti olmasaydı sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Fakat Allah, dilediği kimseyi tertemiz kılar. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.




*Kuvve-i vahime ile muhayyileyi birbirine karıştırmamak lazım, her ne kadar bu iki kuvve benzer metodlarla çalışsalar da muhayyile müspet, vehim menfi mana içerir. En azından ben öyle kullandım…

  15.10.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut