Nasıl sevindim, bilemezsiniz

RABBİM LUTFETTİ, geçen yılın Ramazan’ında hayatımda ilk kez ‘anavatanımızı’ ziyaret ettim.

Anavatanımızı; atamız Âdem ile Havva’nın cennetten yeryüzüne indirildikten sonra tekrar buluştukları diyarı.

Anavatanımızı; yeryüzünde Allah için inşa edilmiş ilk binanın bulunduğu diyarı.

Anavatanımızı; Kur’ân’ın ilk emrinin nazil olduğu, sonraki bütün âyetlerin de nazil olduğu diyarı.

Anavatanımızı; Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın hepsi de ‘mü’minlerin annesi’ olan zevcelerinin yaşadığı diyarı.

Anavatanımıza doğru yola koyulurken, vize ve pasaport işlemlerinden geçmek yüreğimi acıtmadı değil. (Hele ki, çok değil bir ay sonra Almanya’ya yolum düştüğünde, Fransa, Belçika, Hollanda, Avusturya derken sair Avrupa Birliği ülkeleri ile bu ülke arasında ‘sınır kapısı’ diye birşeyin, dolayısıyla pasaport ve vize kontrolü diye birşeyin de artık mevcut olmadığını bizatihî gördüğümde acıma acı katlanacaktı.) Yine de, yüreğimdeki acıyı bastıran bir sevinç vardı; ‘anavatanımıza’ gidiyor olmanın sevinci.

Uçakta, aynı yolun yolcusu birkaç mü’minden “İlk defa mı yurtdışına çıkıyorsun?” sorusunu duyduğumda hem hüzünlendim, hem de ‘ulus-devlet’ ideolojisinin sabah-akşam zihinlere zerkedile edile yerleştirdiği ‘yurt’ kavramını gözden geçirmelerine sebebiyet verecek bir sohbet bu soruyla başladığı için sevindim. Mutad bir cevabım vardı bu soruya karşı: “Hayır, daha önce yurtdışına çıkmıştım; ama şimdi yurtdışına çıkıyor değilim. Bilakis, anayurdumuza gidiyorum; Havva annemizin, mü’minlerin annesi Peygamber hanımlarının yaşadığı diyara.”

İki ay sonra Kosova ve Makedonya’ya doğru bir yolculuk nasip olduğunda, uçakta yine aynı muhabbeti tekrar etmiştim. Yine ‘ilk defa mı yurtdışı’ sorusu, buna karşılık benzer bir cevap; “Daha önce yurtdışına çıkmıştım; ama şimdi bir yurtiçi seyahat yapıyorum. Dârü’l-İslâm’ın bir parçasından hâlâ İslâm’ın mührünü taşıyan bir diğer parçasına... Bir mü’min olarak, benim Mağrib’den, Atlas Okyanusu kıyılarından başlayıp Büyük Okyanus kıyılarına, Endonezya ve Malezya’ya kadar uzanan bir yurdum var.”

Hakikat-ı hal bu iken, ulus-devlet ideolojisinin bir sahte sınırın iki tarafındaki mü’minleri birbirine düşman gibi göstermesi, dahası nice nice mü’minlerin bu milliyetçi zokayı yutup ‘dört tarafı düşmanla sarılı’ edebiyatına sarılmaları; hele ki, sınırın her iki tarafında aynı anda ezan okunan iki tarafında birbirine karşı tel örgüler ve mayınlar döşenmesi ve birbirine karşı tetikte ve teyakkuzda askerlerin sınırı beklemesi, oldum olası bir hicran konusu olmuştur benim için.

Dârü’l-İslâm’ın geçmişte de farklı farklı devletlere bölünmüş olmakla birlikte zihinlerde ve kalblerde bir bütünlüğün var olmasına; bu minvalde, meselâ Endülüs’te doğmuş İbn Arabî’nin aynı zamanda Anadolu’yu, aynı zamanda Arabistan’ı, aynı zamanda Suriye’yi ve Şam’ı diyar edinebilmesine karşılık, bugün bölünmenin ‘siyasî alan’ı geçip zihinlere ve kalblere sirayet etmişliği, günde beş vakit namazın her vaktinde “İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn” deyip ‘biz’im kim olduğumuzun dersini çoktan almış olması gereken mü’minlerin bu derin ve büyük uhuvvet sırrından gaflete düşmeleri, gerçekten, bir büyük hicranın sebebi olmaz da neyin sebebi olur?

O yüzden, bir yıl önce, miladî olarak belki tam da bu gün Mekke’den Medine’ye doğru yol alırken bize rehberlik eden sevgili Ramazan ağabeyimizin ettiği upuzun duadaki o cümleleri asla unutamam. Asla ‘ısmarlanmış’ surette değil, tamamen yüreğinden kopup gelmiş bir halde, “Mü’min beldeleri arasındaki sınırları kaldır yâ Rabbi!” diye dua etmişti rehberimiz. Yüreğimin ta orta yerine dokunan, yürekten amin dediğim bir duaydı bu.

Durum buyken, bu Ramazan’ın son haftasında Türkiye ile Suriye arasında ‘sınırlar’ın değilse bile birbirine seyahat için ‘vize şartının’ karşılıklı olarak kaldırıldığı haberine nasıl sevindim, bilemezsiniz.

Biliyorum; bir çiçekle bahar olmaz.

Ama o bir çiçeğin baharın habercisi olduğunu da biliyorum.

Dileriz Rabb-ı Rahîm mü’minlerin birbirine karşı zihinlerindeki ve kalblerindeki ‘sınır’ları kaldırdığı gibi, bu sınırların belki sebebi, belki de sonucu olan fiilî sınırları da kaldırsın aramızdan.

Asıl o gün gerçekleştiğinde, bayramımız tam anlamıyla bayram olacak.


Not: Bizde yerleşmiş ismiyle Ramazan, sair mü’min diyarlarında yerleşmiş ismiyle Fitre (İdu’l-Fıtr) Bayramınızı tebrik ediyor; Ramazan ağabeyimizin etmiş olduğu bu duaya hatırınıza her geldiğinde amin demenizi hassaten rica ediyorum. Mü’mini mü’mine karşı sinirsiz ve sınırsız olabildiği bayramlara erişebilmemiz duası, selam ve muhabbetle...

  20.09.2009

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut