Müjdeler olsun gariplere…

Mona İslam

EŞİMLE SOHBET ediyoruz. “Hayat günahla başladı” diyor Âdem babamızı kast ederek. Ona cevap veriyorum. “Hayır, hayat Esma talimiyle başladı.” İki farklı bakış açısı, iki farklı dünya algısı, iki farklı hayat serüveni. Biri varlığın hüznüne işaret ediyor, diğeri ise umuda.

“İnsan hayatı günahla yoğrulu, kötülük her zaman iyiliğe galebe çalıyor, tarih bunun şahidi” diyerek devam ediyor. “Dünya insana hüzün veren bir yer” noktasına geliyor. Ona “Melek gibisin” diyorum. Melekler de insana “fesat çıkarıcı, kan dökücü” nazarı ile bakmışlardı. Haklılardı. Ama Allah El-Hak’tı. Onların bilmediği bir şey söylüyordu. Bunu da isimleri Âdem’e vererek yapıyordu. Bu yüzden insan hayatı günahla değil, bilgi ile başlıyordu.

Hıristiyan inancında bilgi Tanrıdan verili birşey değildir, insanın yasak ağaca yaklaşarak, yani günaha girerek edindiği bir kazançtır. Bu yüzden bilgi lanetlidir. Günah hayatın merkezine oturur. Oysa İslam hatıra-yı kadimi “taallüm”den başlatır. Bir has daire vardır, Âdem orada esma talimi, yani öğrenimi görmüştür. Öğretmeni ise Allah-ı Zülcelal’dir. Hikayemiz böyle başlar, günahın değil tevbenin sonucunda öğreniriz biz; dolayısıyla öğretici olan günah değil, tevbedir. Âdem’in hayatının merkezinde bilgi olduğu Rabbini Gafur ve Rahim olarak bildiği için tevbe edebilmiştir.

Yeryüzünün mahsulatı kötülük değil. İyiler azınlıkta da olsa, bizler hayatımızda çok günahlar da işlesek, mümtaz makamlara gelemesek de, iman çekirdeği durdukça, istiğfar mukim tutuldukça, dünya bir dokuma tezgahı gibi çeşit çeşit güzel kumaşlar, elbiseler, halılar üretmeye devam ediyor. İnsan yoldan her ayrıldığında eğer Musa ve Yuşa gibi “izleri üzerinde geri dönmeyi” becerebilirse o vakit büyük bilge ile karşılaşıyor. Hayat hikmet dersini veriyor, bunu bizzat günahları kullanarak dahi yapıyor. Alınan ibretle günah haseneye tebdil oluyor. İbret tevbe-i manevi demek. Bir hayat tecrübesi olarak sevap hanesine yazılıyor. İnsanın serüveni hep bilmekle, hikmetle, talim ve terbiye ile yazılıyor. Hayatın merkezinde günah değil bilgi bulunuyor. Acı, tatlı, şer hayr, güzel çirkin her şey bilgi için veriliyor, hikmet için gösteriliyor, ibret için yaşanıyor.

“Müminler ki gariptirler” diyor Efendimizden alıntılayarak eşim yine. “Bu gariplik bende hiç mutluluk çağrıştırmıyor.” Ediplerin, sufilerin, kalp sahiplerinin ekseri gibi gurbet türküleri söylüyor. “Sadece hüznü vardır kalbi olanın” diyor. Ayrılıktan, ölümlülükten, kötülükten, varlıktaki bir sürü eksiklikten söz ediyor. Mutsuz olmanın erdeminden dem vuruyor. Haklı mı? Baktığı yerden “evet”. Nokta-i nazarı hüzün akıtıyor. Dünya bir sürgün, varlık bir vaveyla, hayat bir ızdırap oluyor. Ten kafesi ruh kuşunu bırakmıyor ki uçup gitsin. Nur olan ruh için bu karanlık ve kesafetli dünya bir zindan. Zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana geçmek için yanıp tutuşuyor kalp.

Halbuki Adem tevbe etmişti. Tevbesi kabul de edilmişti. O halde nedir bu dünya sürgünü Ey Sevgili! Neden sürünüyoruz buralarda. Biz Adem’in çocukları bir günah da tevarüs etmedik ki, neden gönderiyorsun bizi buraya hala. “Taallümle tekemmül için.” Çünkü dünya bir okul. Tüm okullar gibi sıkıcı, tüm okullar gibi soğuk. Ancak manasına varılınca tüm okullar gibi şenlikli, Medrese-i Nuriye gibi ışıldayan bir yer. “İnsanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım” diyor Celal sahibi, “beni bilsinler” diye denilerek şerh ediyorlar alimler bu ayeti. “Bilgi” çıkıyor yine karşımıza. Bilmek yaşamın özü, kainatı bilmek denilen ilim, kendini bilmek denilen irfan, Rabbi bilmek denilen marifet. Hepsi bilebilmek için tüm yaşanılanlar.

Varoluşçuları nihilizme iten hayatın kendisi değil. Onlar Hayy isminde boğulmuyorlar. Hakîm isminde boğuluyorlar. Hayat ancak anlam verilebildiğinde lezzet akıtıyor. Anlam insanın çare-i yeganesi. İnsan anlamsızlık sızısına bir an bile dayanamıyor. Ne zaman bir anlama tutunsa uruc ediyor, ne zaman anlamdan hâlî kalsa sukut edip gidiyor. Anlam hikmet demek. Hikmet ilim ve amelin birleşimi. Bilmek yetmiyor insanın kalp ağrısını dindirmeye, yapmak da gerekiyor. Hikmet o zaman tüm görkemiyle arzı endam ediyor. “Her kulluğa bir marifet tekaddüm etmeli,”* kulluk o zaman maksadına eriyor. Sizi özlediğinize kavuşturuyor. Sılaya döndürüyor. Artık gurbette olmuyorsunuz, bilince ve edip eyleyince. Vatan cennet değil ki, vatan Allah-ı Zülcelal’in ta kendisi. Ruh O’nu arıyor çünkü O’ndan. Sadece insan ruhu “nefahtu min ruhi” (ruhumdan üfledim) dediği gibi O’nun ruhundan. Bu yüzden anasının bağrına dönmek isteyen çocuk gibi kıvranıyor. Marifet ve hikmet onu o bağr-ı şefkata döndürüyor. Bu dünyada olsa bile…

Oysa hadisin gerisi de var “müjdeler olsun o gariplere” diyor Rasulullah. Buna anlam vermek öyle zor ki hayata firakın penceresinden bakan, varlık alemini perde sayan adamlar için. “Müjde, ancak ahirette” diyorlar. Oysa böyle bir şerh düşülmemiş hadise. Müjde el’an burada, şimdi. Müjde varlığın perdesini aralayıp pencere kılmada. Varlıktan Hakk’a nazar etmede. Üstelik varlık olmadan Hakk da bilinemiyor ki. Hakk en çok eşya ile biliniyor. O’na en yakın olmanın yolu da bizatihi bu dünyada, bu mütevazi toprakta, bu güçsüz ve fani cisimde bulunuyor. Bu yüzden dünya eksik bir yer değil, o ilimle ve hikmetle tamamlanıyor. Eksiklik yalnız insanın nefsinde bulunuyor. Hele bir nefsi tamam olsun, o vakit yapbozun merkez parası gibi evreni tamamlıyor, dünya tamam oluyor.

Ney sazlıkta kamış olarak kalsa, vatanından gurbete düşmese hiçbir zaman o sedayı çıkaramaz, o manaya eremezdi. O halde ney şekva değil şükür akıtmalı deliklerinden. Naz değil hamd makamında oturmalı. “İyi ki beni yollamışsın bu gurbete, seni daha iyi bildim, tanıdım, tanıdıkça daha çok sevdim, sevdikçe daha da şevklendim, kulluğumu daha iyi ifa ettim” demeli. Ney sevinmeli, elbette onunla remz olunan insan da. Dünya bir sevinç meydanı, hayat bir neşe tecellisi olmalı.

Dünya zahirde deni, aşağıda ancak semavata bedel bir değerde mahsulatı var. Bu yüzden ayetlerde semavata eş zikrediliyor. İnsan yaradılışına melek ve cin itiraz da etse en külli ubudiyeti yapıyor. Toprak unsurların en altında da bulunsa, hor ve hakir de olsa, en çok ürünü veriyor. Kelimeler, bizi hapsediyor görünse de, düşünceleri gemlese de, duygulara sed çekse de, vahiy gibi sonsuz manalar dahi onlara giydiriliyor. Ve Allah Rasulü insanları bir kelimeye çağırıyor. Adem’e kelimeler veriliyor. Melekler kelimelerle konuşmuyor, kelimenin değerini yalnız insan biliyor. Hikmet kelimelerde saklı. Taallümle tekemmül kelimelerle, insan tarafından dünyada yapılıyor. Toprak kokuşmuş değil, temizliyor. İnsan onunla arınıyor. Teyemmüm ediyor. İnsanın bünyesine koyulmuş iki unsur toprak ve su, en mümtaz ve en seçkin unsurlar ilan ediliyor.

Aşıklar hep acı çeker. “Onlar gözlerini Zat’a dikerler.”** O zatın elinden çıkanı, yapageldiklerini, isim ve sıfatlarını görmezden gelirler. “İlla sen” derler. Aşıklar “Biz insanı aceleden yarattık” ayetini cismen ve hayaten gösterirler. Oysa kul edeple beklemesini bilmelidir. Ayrılık varsa da bir hikmeti var diyebilmelidir. “Hikmet rahmeti doğurur.”*** İnsan daha bu dünyada yaşadığı ayrılığın nedenlerini öğreniverir. Ayırmanın maksadını anlar. Ayırmak, ayırdığının ayırdına varabilmek içindir. Çocuk annesinden okula gitsin diye ayrılır, eziyet olsun diye değil. O halde bu okulun tadını çıkarmak, öğrenciliğin icabını yapmak lazımdır. “Said de bir talebedir” diyen zatın evlatları ömür boyu talebe olmalıdır.

Farkında olabilmek için fark fiiline ihtiyaç vardır. Birine çok fazla yaklaşırsanız onu göremez olursunuz. Gözün görmesi, fikrin algılaması, kalbin hissetmesi için ayrışma şarttır. Öyle ki ayrıldığınızı hakkıyla bilesiniz. O’na gerçekten kavuşmak isteyesiniz. O halde Sevgilinin kendini anlattığı, kendini tanıttığı mekanı, sahneyi, dünyayı çok sevmek gerekir. O’na dair ne öğreniliyorsa burada öğrenilir. Kim sevdiğini anlamak, tanımak, istemez. Kim onunla konuşmaktan hoşlanmaz ki. Konuşmak karşılıklı olur, konuşabilmek için karşı karşıya ve ayrı durmak gerekir. O sadece Musa ile değil, bizimle de her dem konuşmaktadır. Ateşten yahut sudan, havadan yahut topraktan duyulur sesi. Kimi zaman ışıktan, en çok da hayattan konuşur Allah, kulakları açmak, ayakkabıları çıkarmak, iki kere kutlu kılınmış vadide, arzda olduğunu bilmek, etrafı mescit kılınmış dünyaya saygı göstermek lazımdır. O bize O’nu duyuran eşsiz bir memurdur. Bir sufinin dediği gibi, “Ben kırk senedir Hakla konuşuyorum, insanlar beni kendileriyle konuşuyorum sanıyor.”

Hz. İbrahim “Lâ uhibbul afiliyn” diyordu. “Fani olanları sevmem.” Oysa O Nebi’de de, bizde de aşikar ki, biz kainatta ne varsa hepsini seviyoruz. Yıldızlar, ay ve güneş, çiçekler, çocuklar ve dostlar bizim sevgililerimiz. Buradaki tenakuzu aşmak lazım. Hz. İbrahim bunu varlığı sevmeyerek değil, varlığın fani olmadığını anlayarak aşmadı mı? Fani olanı sevmem, her şeyi de seviyorum, o halde onlar zaten fani olamazlar. Sonsuz bir yaratımın lem’aları onlar, her ölümde bir dirime, bir daha yüksek tecelliye, başka bir hayata göç ediyorlar. Biz de peşlerinden gidiyoruz. Ayrılık bir yanılsama, bu yüzden acı veriyor, çünkü adem. Kuvve-i vahime insana yoku var gösteriyor, adem alemleri pazarlıyor. Hayali gerçek, gerçeği hayal ediyor. Şu bizim içimizdeki şeytan lümmesi, bizi ademin peşinde cehenneme düşürüyor. Fena en büyük yanılsama, çünkü herşey cehennemde de olsa beka buluyor. Oysa vuslat sürur veren bir şey, çünkü gerçekte var olan bizzat o. Varlık sürur akıtıyor. Ne ki kalbimizi acıtıyor, orada bir yanlışlık bulunuyor. Ne ki bizi mutlu ediyor, orada bir dane-i hakikat var. İnsanın kalbi hiç yanılmıyor.

Allah varlığın kendi adına değil, O’nun namına sevilmesi için önce fenayı gösteriyor, kendini bulduruyor. Ya Baki dedirtiyor. Sonra tekrar esma ve sıfatını dercettiği aleme döndürüyor. Hepsi namına Ya Baki dedirtiyor. İlkinde her şeyi idam ediyor, ikincisinde hepsini diriltiyor. Bir çocuğun oyuncağını önce saklıyor, sonra geri veriyor. Sofradaki tabakların alınışı, bir başka yemeğin sunumunu haber veriyor. Varlığımızı da önce kaybettirip sonra bulduruyor. Öldürüyor ve olduruyor. Zira “ol” ancak “öl”le anlaşılıyor. O halde “öl” bile bir neşe veriyor.

Müjde buradadır. Ayrılığın içinde. Gurbet diyarında. Garip olan kendini gurbette hisseden, asla yerleşik olamayan insan, Rabbine yönelir. O anda fark eder ki tüm eşya bir binektir. Onu Rabbine götürsün diye verilmiştir. Kuyu başındaki aslan bir munis ata, dipteki ejderha bir mihmandara tebdil olur. Sahra emindir, yemişlerle doludur. Tüm varlık O’na açılan pencerelerdir. Her birinin yaratılışına şükrettirir. Onlar olmadan O kemaliyle bilinemez ki. Kim O’nu her şeyiyle, tüm esmasıyla, etraflıca ve tafsilatıyla bilmek istemez ki. Seven sevdiğini anlatan her konuşmayı severek dinler. Kainatta her şey onu anlatır. Bunun için insan kainata kulak verir. Gözünü diker, zira her şey O’nun cemalinden bir tecellidir. Tokat vuran hadiselere haşyetle bakar, çünkü O’nun celal tecellileridir. Tokadından bile rahmetini okur. Tokat atan eli saygıyla ve haşyetle öper ve özür diler. Öyle ya ağlasa da gözyaşlarını silen O’dur. Gözlerinizi silen O ise ağlamak da güzeldir. Başınızın ucunda beklese hastalanmak nazlı bir neşe verir. Korkutan narasıyla gök gürlese koynuna kıvrılıvereceğiniz Emin O’dur. Dünya ve içindekiler, insan ve bünyesindekiler hoştur. Zira her birinde kendini çeşit çeşit isimlerle kalplere gösteren Güzel O’dur. Size sevdiğinizden haber vereni sevmez misiniz? Ona kaftanınızı değil, canınızı vermez misiniz? Varlık ondan haber veriyor. Nasıl sevmezsiniz? Sürekli size mesajlar yollayan bir sevgiliden kendinizi nasıl ayrı hissedersiniz?

Nebi-i Zişan buyurur: “LA TAHZEN İNNALLAHE MAANA”(Üzülme Allah bizimle) Bu yüzden mümin said’dir. Said mutlu demektir. Mutluluk mümine hastır. O hüzünden neşe, darradan serra, zorluktan kolaylık cıkarandır. Elinde eşyanın mahiyetini tebdil eden, melekut-u aleme menfezler acan, her şeydeki hayrı gösteren bir Asa-yı Musa vardır. Onunla her gözeden ab-ı hayat, ma-i kevser akıttırır. Onun mutluluğu daimidir. Dağdağasızdır, engebesizdir. Müminler bu dünyaya geldiklerine de, verili hayat mertebesine de şükrederler. Hayat onlar için bir sürur kaynağıdır. “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” Her geceyi gündüz takip eder. Gece de gündüz gibi nimettir, gündüzün nuru gece ile bilinir. Zorluk olmasa kolaylığın tadı çıkmaz. Bazen nefis sobada elini yakmadan adam olmaz. Müminler her anın bir öncekinden daha hoş bir tecelli ile yaratıldığını, her alemde varlık mertebelerinin arttığını bilirler. “O her gün bir iştedir” Bu yüzden müminin dünyası ruhlar aleminden, berzahı dünyasından, mahşeri berzahından, cenneti mahşerinden güzel olacaktır.

Hayat mümin için bir sürprizler paketidir. Bu yüzden ne Said’e ne talebelerine mahzuniyet yakışmaz. Biz “la tehzen”i emir telakki ederiz. Bize hamd ve sena yakışır, bize şevk ve şükür yakışır. Bize neşe-i hayat yakışır. Bize kainatı içine alacak bir kalp, her bir şeyi kurtarıp bekaya götürecek bir himmet yakışır. Bize varlığı ebedileştiren bir muhabbet nazarı yakışır.

Biz dünyayı severiz, hayata aşığız. Bize firak değmez, bize her şey visaldir. Biz dünyaya teşekkürü Rabbimize şükrün vesilesi sayarız. Biz sebebe hürmet ederiz, tablacıların alnından öperiz. Gamsız değiliz, ama gamın ilacını biliriz. Gamın ilacı hamddir, hamd neşenin ta kendisidir.

“O müminler ki gariptirler, müjdeler olsun o gariplere”


*Dücane Cündioğlu

**Metin Karabaşoğlu

***Metin Karabaşoğlu

  03.09.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut