Dünya dökülüyor, dışarı çıkmak istiyorum

Mona İslam

YERYÜZÜNDE BİR felaket yaşanacaktır. Bu yüzden dünyanın uluları, ekabir adamları, insan neslinin korunabilmesi için bir kısım insanların yaşayabileceği bir yeraltı şehri inşa ederler. Bu yeraltı şehrinin tüm ışığı büyük bir jeneratörden, tüm suyu bir yeraltı nehrinden gelecek, serada zor şartlarda bitkiler yetiştirilecektir. Gerçi insan soyunun devamı için lazım olan herşey şehre konulur, ve yeterince konserve edilmiş yiyecek depolarda stoklanır. Zaten nüfus azdır ve şehirde iki yüzyıl kalınacaktır. İki yüzyıl sonra tehlike geçmiş olacak ve insanlar yeryüzüne çıkabilecektir. Hepsinden önemlisi, buraya gelen insanlar nesiller boyunca yeryüzünü hiç görmediği için, neyi kaybettiklerini bilmeyecek, bu yüzden üzülmeyeceklerdir.

İki yüzyıl süre ile şehrin belediye başkanlarından birinden diğerine devir teslim edilecek bir kutu bırakır eski dünyanın büyük adamları. Kutu içinde bir mesaj vardır, ama 200 yıl boyunca açılamayacaktır. Yine bu süre içerisinde bir kutsal emanet olarak elden ele geçerek baki kalacaktır, kalmalıdır. Çünkü şehirden çıkış yolu o kutunun içindedir. 200 yıla ayarlanmış bir otomatik kilit sistemi zamanı dolunca açılır. Ama kutuyu bulan olmaz. Zira birkaç nesil önce kutunun anlam ve önemi unutulmuş, aniden ölen başkanla birlikte bir sonraki başkana teslim edilemeden sır karanlığa gömülmüştür. Sırla beraber “dışarı çıkmak” kavramı da karanlığa gömülmüş gibidir.

İnsanları elektrikle aydınlatılmış sokaklarda telaşla yürürlerken görürüz. Herkes çok meşguldür. Herkese bir görev verilmiştir. Sık sık elektrik kesintileri olmakta ve insanlar karanlıkta ne yapacaklarını bilememektedir. Şehrin tören alaylarında dua mahiyetinde jeneratöre teşekkür edilmekte, onun tüm karanlıklar içinde tek aydınlıkları olduğuna inanan ve kendilerini koruyacağını sanan insanlar adeta jeneratör tanrısına tapınmaktadırlar. En iyi ve kutsal meslek grubu, jeneratörde çalışanların işidir. Onlar sistemin rahipleri gibidirler. Tüm hayat onların çabasıyla ayakta durmakta, kutsal jeneratöre ancak onlar yaklaşabilmektedirler.

Yiyecek stokları azalmıştır, elektrik kesintileri artmıştır, borular patlamakta, her eşya bozulmaktadır. Şehir kurucuları şehri 200 yıl yaşamak için inşa etmişler, zaman geçmiş ve herşey dağılmaya yüz tutmuştur. Herkes kopacak kıyameti beklemektedir.

İnsanlar şehrin dışına bir yol bulamasınlar diye iki şey sürekli yapılagelmiştir. Birincisi “karanlıktan korkma duygusu” insanlara küçüklüklerinden beri işlenmiş, şehrin dışına yol bulmaya çalışanlar tutuklanmış ve imha edilmiş, insanlara kendi işlerinden başka hiçbir şeyle ilgilenemesinler diye fazlasıyla angarya iş verilmiştir. Merak ayıptır. Herkes kendi işine bakmalıdır. Şehrin ahlaki normları bu minvalde düzenlenmiştir. İlk nesiller için geçerli ve anlamlı olan bu yasak artık hükümsüz olmak durumundadır, zira ilk nesilleri yeryüzüne bekleyen tehlikeli ne varsa artık ortadan kaybolmuştur. Ama insanlar atalarından gördükleri ritüellere manasızca tutunmaya devam ederler.

Şehrin belediye başkanı, depodaki yiyeceklerle göbek büyütmekte, şehri nasıl kurtaracağını, yahut dışarıya bir çıkış bulup bulamayacağını hiç merak etmemekte, merak edenlere de gereken dersi vermektedir. Her zaman mevcut durumdan yararlanan bazı adamlar olur. Onlar ekseriyetin mutsuzluğu rağmına mutludurlar. Aslında zalimdirler. Zira mutluluk herkese yahut en azından ekseriyete tekabül ederse insani bir mutluluk olabilir. Yoksa insan tüm insan özelliklerini yitirmek ve vicdansız bir canavara dönüşmekle ancak mutlu kalabilir. Eğer çoğunluk mutsuz ise, “mutluluğun” değil, “mutsuzluğun” erdeminden söz etmek gerekir.

Tüm bunları kızımla seyrettiğim Sihirli Şehir (City of Ember) filminden aktarıyorum. Filmi oldukça dikkate değer buluyorum. Bir çocuk filmi olarak tasarlanmış olmasına karşın, insan hayatına ilişkin çok anlamlı ipuçları serdediyor. Bizim Adem babamız ve Havva anamız ile yeryüzüne inişimiz, ve bize verilen Kutsal kitaplar ile tekrar semadaki evimize, o kadim bahçeye nasıl döneceğimize ilişkin anlatının nesilden nesile kutsal bir emanet gibi devir teslim edildiği eski dönem peygamberlerinin hayat hikayeleri ima ediliyor. İnsanoğlunun umutsuzca dökülen dünyadan sıyrılma, amiyane tabirle yırtma çabasını doğru ve yanlış nasıl yönlendirebileceği gözönüne seriliyor.

Oysa nesiller geçtikçe emanet unutuluyor, ve elde bulunan tek dünya ile avunmaya çalışılıyor. Bu dünya da her tarafı dökülen, sık sık elektriği kesilip bizi karanlıkta nursuz bırakan, herşeyi bozuk ve fani, her borusu bir patlak veren Ember Şehrine benziyor. İnsanlar kaygılı, hiç kimse burada sonsuza kadar mutlu yaşayamayacağını, bunun ancak bir masal sonu olduğunu biliyor, ancak soru sormaya korkan, soru sorduğunda cezalandırılan, soru sormasın diye günlük meşgalelerle, işlerle boğulan insanlar topluluğuyuz hepimiz. Günlük işlerin, ve kapitalist çarkın işleyişinin dışında anlamlı tek bir soru sormaya cüret ettiğinizde size tuhaf tuhaf bakan, delirmiş muamelesi yapan, fazla ısrarcıysanız caydırıcı her tedbiri uygulayan insanlarla çevrilisiniz. Sorularınız sizi ve onları kurtarmak, bir çıkış yolu bulmak için; ama kimin umurunda, siz garip ve korkutucu birisiniz, çünkü herkes gibi değilsiniz?

Oysa resimlerinde gökyüzünü mavi boyayan, halbuki gökyüzünün mavi olduğuna dair hiçbir bilgisi olmayan, hatta gökyüzü nedir bilmeyen küçük kız gibi, siz de kalbinizin derinliklerinde cenneti biliyorsunuz. O bizim ruhumuzun özlediği evimiz. Yurdumuz, sılamız. İnsanın tüm arayışı, tüm eksiği, içindeki boşluk duygusu evine hasretinden. Ve evini bulmadan da yatışmayacak, yatışmamalı, uyuşmamalı, acıtmalı, aratmalı, sorgulatmalı. Hayatının merkezine koyduğu tüm idealler, bağlandığı tüm sevgililer, tapındığı tüm değerler, şayet bir çıkış yoluna işaret etmiyor, öteyi göstermiyor, harita sunmuyorsa değersiz. Yutturmayın bize bu iğrenç melaneti midemiz almıyor işte, her seferinde kusmaktan başka çaremiz de kalmıyor. Bu uğursuz şehirde her ışık kaynağı sahte, her yiyecek küf mantarları gibi kokuşmuş, herkes aklını kaçırmış.

Yeter! Güzelliğin bir düş olmasına tahammülümüz yok artık! Aşkın yalancısına, fedakarlığın adama pranga takanına, söylenen neşe verici şarkılara, boya kalemlerindeki renklere sığınıp avunmaya pes ettik. Gerçeği istiyoruz artık, ne kadar bedel ödenecek olsa da, yolunda telef olunacak olsa da hakikate ulaşmalıyız. Canımızı sıksa da sonu selamet acılar, meşakkatler ver bize Tanrım! Biz de evimize, bizim için yarattığın kadim bahçeye vardığımızda ilk gün doğumunda, büyüleyici bir altın topun gökyüzünü yararak önümüze dikildiğini, havanın saçlarımızı gıdıkladığını, gözlerimizin sadece yediğimiz maydonozlar kadar görmeye alışkın olduğu yeşilin her tonunun göz alabildiğine yayıldığını, gökyüzünün aşık olunacak kadar mavi olduğunu görmek istiyoruz? Filmdeki çocuklar yeraltı şehrinden yeryüzüne çıktıklarında dilleri tutulmuş gibi etrafa bakınıyorlardı. Biz de ayaklarımızın altındaki yere böyle bir idrakle cennetimize kıyasla ibretle, varacağımız diyarın hayaline hayretle bakalım artık lütfen! Bir gözümüzü ilimle dünyaya bir gözümüzü aşkla ahirete rabtet de yolumuzu buluverelim. Yol göster ya Hüda, dünyevi ışıklar önümüzü göstermeye kafi gelmiyor, İsm-i Nur’undan bir ışık yakıver bize!

Hıristiyanlar şöyle bir söz söylerler: “Cennet bizi ayakta tutar, bize yardım eder.” Kanaatimce doğru ve güzel bir sözdür, belki de Hz. İsa’dan kalmıştır kimbilir? Gerçekten de tüm sıkıntılara cennet fikri ile göğüs gereriz. Tüm çabalarımız ona ulaşmak içindir. Uzun bir günün sonunda eve dönüp sıkıştıran ayakkabılarını çıkarıp yumuşacık terliklerini, salaş pijamalarını giyip bir fincan kahve eşliğinde en sevdiği koltuğa kurulan ve son okuduğu kitabı eline alan bir insanın rahatlığı ile berzaha gireceğiz inşallah.

Yeter ki, yolumuzu aramaktan vazgeçmeyelim.

Şükür ki bulamadan ölsek bile bizi vasıl edecek bir Rabbimiz var bizim. Ve şükür ki bir evimiz var, orada bir yerlerde bizi bizim onu özlediğimiz kadar özleyen.


Not: Filmi ailece izlemenizi tavsiye ederim, çocuklara bu dünya bizim memleketimiz değil, bir başka yere gidiyoruz fikrini anlatmakta çok uygun bir yapım. Üstelik empati kurabilecekleri iki çocuk-genç üzerinden anlatılmış bir hikaye.

  23.07.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut