Dünya nimetlerine iştiha

Hasan Güneş

KÜÇÜKLÜĞÜMÜZDE, SAVAŞLARA katılmış gazilerin hatıralarını büyük bir merakla dinlerdik. Bazen okullara gelir, anlatırlardı. Bir kısmını bizzat, bir kısmını da büyüklerimizden nakil olarak, kendi aralarındaki sohbetlerden dinlerdik. Birisinin hatırası ilginç gelmişti. Yıllar sonra da olsa hem savaşın dehşetini ve hem de insanların hayata bakış ve kavrayış tarzlarını ve önceliklerini anlatan enteresan bir hatıra.

Savaşa katılan gazimiz yüzlerce Osmanlı askeriyle beraber Bulgarlara esir düşmüş. Trenle götürülüyorlar. Tahmin edileceği gibi şartlar çok ağır ve dayanılmaz; esirler aç, susuz, perişan...

Esirlere refakat eden Bulgar subayı Türkçe biliyormuş. Osmanlının yaptığı bunca iyiliği unutmayan birisi olmasından mıdır, insaniyetinden midir, bilemiyoruz ama Bulgar subay alışılmışın dışında Osmanlı esirlerine az da olsa iyi davranan birisi. Gerek subayın davranışından, gerekse Osmanlının esirlere yaptığı iyi muameleden cesaret alan bizim askerler de, Bulgar subaydan şartlarının düzeltilmesini, özellikle yiyecek birşeyler verilmesini isterler. Subay talepleri geçiştirse de bizimkilerin ısrarları zaman zaman devam eder. En nihayet trenden inilir, bir yerde toplanırlar. Etrafta silahlı-süngülü Bulgar askerler artık daha çoktur.

Açlık iyice dayanılmaz hale gelince, üç-beş kişilik bir heyetle subayın yanına çıkarak yiyecek taleplerini tekrar ederler. Adam sinirlenerek ayağa kalkar ve bizimkilere: “Beni takib edin!” der. Bizimkiler ümitle Bulgar subayın peşine düşerler. Arkalarda bir araziye geldiklerinde, günlerdir unuttukları savaşın ve ölümün korkunç dehşetiyle karşılaşırlar. Geniş arazide kurşuna dizilmiş, yüzlerce belki de binlerce esir Osmanlı askeri, delik-deşik cesetleriyle kan revan içinde cansız bedenleriyle yatmaktadır. “İşte” der, subay, “sizden önceki trenin getirdikleri.”

Bizim gazinin “Artık, en lezzetli ve en sevdiğimiz yemekler de olsa, dönüp bakacak halimiz kalmamıştı” dediğini anlatırlardı. Bulgar subay devam eder: “Siz delisiniz” der. “Biz sizi yedirip içirmeye mi getiriyoruz, zannediyorsunuz? Sizin de kurşuna dizilmeniz için emir çoktan geldi. Ama ben, belki de esir değişimi için emir iptal edilebilir diye geciktiriyorum ve sizin için Allah'a dua ediyorum.”

Hikayenin sonunda, bize ulaşmasından tahmin edileceği gibi, bizim gazi ile birlikte bir grup Osmanlı esiri, yeni gelen bir emir ile kurşuna dizilmekten kurtulurlar ve esir mübadelesi ile memlekete sağ-salim dönerler.

Evet, işte insan bu! En zor şartlar altında, ölümün en yakın ve dehşetli halinde bile ölümü hiç aklına getirmeyebilen ve unutabilen bir varlık. En ağır şartlarda bile ebedi yaşayacak gibi davranabilen bir canlı. Önemsiz bir müsamahadan bile büyük bir iyimserlik çıkarabiliyor. Celladının yanında bile hiçbir şey yokmuş gibi basit ihtiyaçlarının peşinde koşabiliyor.

Evet, şimdi savaşta değiliz, esarette de değiliz. Ama ölümden ve ecel celladından gerçekten uzakta olduğumuzdan emin miyiz? Uzun insanlık tarihine bakıldığında bir insan ömrü ne kadar uzun olursa olsun, gerçekte kurşuna dizilmeyi bekleyen esir askerinden çok da farklı değil. İnfaz edilmeyi bekleyen esirin kurtulması nadir de olsa mümkün iken, ecel celladının önünde bekleyen insanın kurtulmasının mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Çünkü insan fani, çünkü insan aciz ve zayıf ve tarih ecel celladından kurtulmuş bir insanı kaydetmiyor. Her gün vefat eden onbinlerce insan, had ve hesaba gelmez canlı mahlukat, “Her nefis ölümü tadacaktır” fermanını hayatlarıyla, ölümleriyle tasdik ve imza ediyorlar.

Tıpkı esirleri taşıyan trenler gibi, bizden önceki nesilleri de taşıyan hayat, dünya ya da zaman treni, yolcularının tamamını ecel celladının önüne boşaltmış. Elbette kader hepsine ayrı ayrı birer sebep halk etmiş. Kimisi musibetler, kimisi hastalıklarla, kimisi ayakta kimisi rahat yatağında, ama mutlaka hepsi er-geç ölümü tatmış.

Ecel celladından kurtulmak mümkün değil, ama bu hayatı ve ölümü daha güzel ve ebedî bir hayat ile mübadele etmek, değiştirmek mümkün. Hayatı ve ölümü yaratan Âlemlerin Rabbi için bütün insanları diriltip haşir meydanında toplamak, Risale-i Nur'da ifade edildiği gibi, kıştan sonra baharı halk etmek kadar kolay.

Ölümün dehşetini gören esir askerler mübadele için fidye olarak neleri vermezdi? Yine Risale-i Nur'da ifade edildiği gibi, onun kaybı kısacık bir dünya hayatı. Fakat ecel celladının karşısındaki insanın kazanıp kaybetme tehlikesi taşıyan hayatı ise, ebedi bir hayat. Ayetin ifadesi ile: “İnsanlar o dehşetli azabdan kurtulmak için mümkün olsaydı koca dünya mülkünü fidye olarak vermekte tereddüt etmeyecekti.” Fakat ne çare?

Evet, ölüm ve ötesinin hakikatını gerçekten kavrayabilseydik, esir askerin ikinci durumu gibi, dünya ve dünya nimetlerine karşı iştihamız kalır mıydı? En önemli gördüğümüz şeyler bile ne kadar basit kalırdı! Peygamberimiz (a.s.m.) hakikatı ne güzel ifade etmiş: “Siz benim bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.

  31.05.2009

© 2021 karakalem.net, Hasan Güneş



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut