BİLADİ’Ş-ŞAM NOTLARI-V
Malule: isteyip kucaklayamadığım şehir…

Mona İslam

BUGÜNKÜ YOLCULUĞUMUZ Şam’a bir saat uzaklıkta bir kasaba, Malule. Burası bir Hıristiyan kasabası, az sayıda Müslüman da var elbette, ama kahir ekseriyet Hıristiyan. Hz. İsa (as) ve annesinin burada 16 yıl geçirdikleri söyleniyor. Hıristiyan söylenceleri çok çeşitli olduğundan, inanalım mı bilemiyoruz.

Epeydir hiç bu kadar temiz bir kasabaya girmemiştim, acı ki Hıristiyanların evleri ve sokakları daha temiz ve bakımlı. En tepeye manastıra doğru tırmanışa geçiyoruz, burası Seyyide Takla Manastırı, Anadolu’dan bu bölgeye kaçmış ilk Hıristiyanlardan bir kadın Seyyide Takla. Roma askerleri onu kovalamışlar ve buraya kadar takip etmişler. Bir dağın eteğine gelmiş ve Allah’a dua etmiş, Allah dağı ikiye yarmış ve arasından da su içmesi için bir minik dere akıtmış. Kadıncağız askerlerin elinden kurtulmuş. Onu bulamamışlar. Sonra burada onun adına bir manastır kurulmuş. Yukarıya çıkıyoruz, mezarının bulunduğu söylenen bir odada bir rahibe bekliyor. Elinde şiş ve yün birşeyler örüyor sükunetle. Burada rahibeler siyah başörtüsü, siyah elbise giyiyorlar, aynı bazı Arap kadınları gibi. Dışarıda görseniz rahibe olduklarını anlamazsınız.

Manastırda etrafta yazılı duaları okuyoruz, “Seyyide Takla, bizi koru” diyorlar. Hıristiyanların böyle şirke düşüşü ne acı. Onu koruyan Allah’a değil de, ona dua ediyorlar. Kadın hakikaten bir mübarek olmalı, zira dağ gözümüzle gördüğümüz bir anahtar-kilit ilişkisi içerisinde birbirinden ayrılmış, azıcık ittirsen yine bir ve bütün olacak parçalar yerlerine tastamam oturacak. Kanyon gibi bu geçitten geçiyoruz. Uzakta yamaçta bir büyük İsa heykeli görüyoruz. Bu burada gördüğümüz tek heykel, zira Doğu kiliseleri de Ortodokslar gibi heykele karşılar, sadece resim yapıyorlar.

Az ilerideki tabelayı takip edince Sun Temple (Güneş Tapınağı) çıkıyor karşımıza. Eskiden en büyük tanrı sayılan güneşe adanmış bir mabet bu; sonradan kiliseye çevrilmiş. Eski sütunlara rastlıyoruz ve içerideki görevli bize iki bin yaşından daha büyük olduklarını haber veriyor. Kiliseye çevrilme sırasında kullanılan ahşap da Almanya’ya karbon testine gönderilmiş ve 2000 küsur yıllık Lübnan Sediri çıkmış. Yani ilk Hıristiyan mü’minlerin kilisesinde bulunuyoruz, burada Rabbe ibadet ve niyazda bulunmuş tüm ehl-i tevhid için Fatiha okuyoruz. Onlarla ahirette tanışmayı umuyoruz. Burada çok hoş tasvir ve resimler var, en yenisi ikiyüz yaşında olan bu resimlerde melekler, bazı peygamberler ve tabii ki Hz. İsa ve Meryem figürleri var. İtikadi yönü bir tarafa, etkileyici oldukları tartışılmaz.

Görevli kadın bize burada sadece Aramice konuşulduğunu ve dünyada bu dili kullanan tek kasaba olduklarını söylüyor. Çocuklarına ilk olarak Aramice öğretiyorlarmış ve sonra Aramice hem Arapça’nın hem İbranice’nin kök dili olduğundan diğer dilleri öğrenmeleri çok kolay oluyormuş. “İster misiniz?” diyor “size Aramice bir dua edeyim?” “Olur” diyoruz. “Ne okuyacaksınız?” diye soruyorum. “Rabbin duası” diyor. “İncil’den bir dua bu, bize İsa Efendimiz öğretti ve biz de hep okuyoruz” diye ekliyor. Bu Hz. İsa’nın Allah’a ettiği dua ve kimi İslam alimlerince tevhid delili olarak kullanılıyor. Deniliyor ki İsa (haşa) Allah olsa idi Allah’a dua etmez, “bana dua edin” derdi. Duada tevhide aykırı birşey olmadığı kanaatine vardığımızda kadın duaya başlıyor. Aramice hakikaten büyüleyici bir dil, bazı kelimeler Arapça’ya benziyor, anlıyorum; benzemeyenleri kaçırıyorum. Dua bitimi içimden kadına sarılmak geliyor. Yahut “Çağrı” filminde Necaşi’nin dediği gibi, yere bir çizgi çekip, “sizinle bizim aramızda şu kadar fark var” demek istiyorum. Ama duruyorum, Suriye’nin göbeğinde yaşayan, binlerce yıldır Müslümanlarla iç içe olan bu insanlar Efendimizi (sav) inkar ediyorlar. Bu bana sınır koyuyor. Onu sevmeyenleri sevesim gelmiyor. Hidayetleri için dua ediyor ve oradan ayrılıyoruz.

Akşam oldu, bir küçük büfede oturup sandviç yedik ve Naffara Kahvesine kahve içmeye ve “Hakevati” dinlemeye gidiyoruz. Burası çarşı içinde bir küçük kahvehane, Suriye’de kahvehanelere kadınlar da gidiyorlar. Tahta masa ve sandalyeler, nargileler, dumanaltı, bekliyoruz. Hikaye anlatıcısı çıkacak ve bize o kadim zamanlardan kalma hikayelerden birini anlatacak. Necip Mahfuz hikayelerindeki ortama, hikaye anlatıcılarına hayalimde gider ve kadim Arap gecelerinin bu hoş geleneğini yaşamaya çalışırdım. Şimdi hayallerim gerçek oluyor.

Hikayeci yaşlı bir adam, arkadaşımızın söylediğine göre biraz da çapkın, gelen kızlara yabancı olduklarını da farkederse “Ya Latif” diye laf atarmış. Zaten burada laf atma genelde böyle oluyor “Ya Latif” diyorlarsa bilin ki size kur yapıyorlar. Amca yaşını başını almış, elinde bir eski kılıç, başında fes, gözünde gözlük, diğer elinde tuttuğu kitabın sayfalarına gömülmüş, anlatmaya başlıyor. Kitaptan okuduğunu görünce önce seviniyorum, anlayacağım diye, ama ne yazık ki sukut-u hayale uğruyorum, kitap da ammice yazılı. Ama bu amcanın anlatımından, sesinin yükseliş ve alçalışından, el kol hareketleri ile hikayeyi canlandırışından, arada sırada birilerinin fısıldayarak konuştuğunu işitirse kılıcını sehpaya indirişinden haz almamak mümkün değil. Akşam da çökmüş iyiden iyiye ve masal dinler gibi uykumuz geliyor, İsmail’in tömbekisi de fonda dumanlı mistik bir hava yaratıyor.

Bakıyoruz trende ve Süleymaniye Külliyesinde karşılaştığımız Türk arkadaşlar da buradalar. Bu hikayeci Şam’in meşhur bir motifi olmalı ki, gelenler muhakkak buraya uğruyorlar. Maalesef biz fazla kalamıyoruz, bir bebek ve bir çocuk var yanımızda, üstelik eşimin ciğerleri hırıldıyor ve ilaç kullanıyor. Buranın dumanı da dayanılacak gibi değil. Ama şu baharatlı kahveleri yok mu, harikulade. Kahveyi çektikten sonra içine kakule katıyorlar, her kahvecide bir çuvalda kahve çekirdekleri, diğerinde kakule taneleri duruyor. İsteyen kakule katmayabiliyor. Ama ben bu kokuyu pilavda da, kahvede de çok seviyorum. Araplar “mustaka” dedikleri bu baharatı ikisine de koyuyorlar. Elbette bu kelime benim Suudi Arabistan’da öğrendiğim bir kelime, belki Suriyeliler kakuleye başka birşey diyorlardır.

Bir Şam gecesini daha bütün cıvıltısı ve kıpırtısı ile arkamızda bırakıp uyumaya gidiyoruz. Çocuklarla ancak bu kadar gece sefası oluyor…

(devam edecek)

  21.05.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut