Arşiv

Bilimcilik Yargılanıyor

KÜTÜPHANE BUGÜN SAKİN. Ne kafaları kitaplar arasında kaybolmuş öğrenciler var, ne de masalarda kitaplar. Kitapların hepsi, raflarda. Vakit henüz erken. Günışıkları binanın yüksek ve daracık pencerelerine daha yetişememişler. İçerisi loş. Dışarıda, hemen bitişikteki binada, tören hazırlıkları yapılıyor. Diploma töreni...

Altı yıl önce, ‘Tıp Fakültesi öğrencisi’ kaydımı orada yaptırmıştım. O binanın bitişiğindeki bir diğer binanın bodrum katında ise, ilk sınıfta nice fizik, kimya, biyoloji deneyi yapmıştım. Sonra sıra insan vücuduna, insan biyolojisine kadar gelmişti.

O sıralar, her sabah yanından geçtiğimiz ve önünde her gün endişeli, heyecanlı insanların bekleştiği ‘Acil Cerrahi’ binası bana bayağı yabancı gelirdi. Neyse ki, aradan yıllar geçti de, ben de Acil Cerrahide olup bitenleri yaşayan kahramanlardan biri oldum. Kaç yaralıya dikiş attım, kaç pansuman yaptım, kimbilir. Son dört yıl boyunca, değil Acil Cerrahi, kocaman hastanenin her binasını kat kat dolaştım. Kimi zaman bir bebeğin ilk ağlayışına şahit oldum, kimi zaman parmaklarım arasında bir kalbin son çırpınışlarını duydum. Şimdi ise, doktorum artık. Babamın lise yıllarındaki özlemiyle ‘bir meslek sahibi’yim.

Birazdan diplomamı alacağım.

Güneş biraz daha yükselmiş olmalı. İleride sol köşedeki pencereden içeri günışıkları huzmeler halinde süzülüp, raflardan birine vuruyor. Kitapların ismini okuyabiliyorum: cerrahi kitapları. Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ı, Schrödinger’in What is Life’ı olacak değil ya! Onlar benim için ‘meslek dışı!’ "Şu anda güneşin nasıl olduğunu tasvir eden bir şiir kitabı olsaydı orada" diye düşünüyorum. Dudağımda bir tebessüm. "Olur mu? Gündoğumunun davet ettiği ilhamlar da çalışma sahama girmiyor."

Güneş, sadece deri kanserinin sebebi, benim için. 5. sınıf dermatoloji stajında öyle öğrenmiştim. 3. sınıf biyokimya dersine göre ise, yediğimiz herşeyde güneşin ısısı ya da rengi, enerjisi vardı. Hepsi bu. Ah şu tıp! Bana güneşin dostluğunu bile unutturmuş.

Bizim kütüphanede, Mevlânâ’nın Fîhi Mâfih’i kadar, Einstein’in izâfiyet teorisini, Sagan’ın Cosmos’unu okumanız da pek mümkün değil. Gökyüzü, yıldızlar ve Samanyolu da mesleğimin dışında. Hatta bir zamanlar harıl harıl çalıştığımız fizik, biyoloji, biyokimya konuları bile şimdi bana çok uzak geliyor. Şimdilerde, molekül formüllerini, atomları, elektronların hızını zar-zor hatırlıyorum. Anadolu’nun kimbilir hangi kasabasında hastalarım beni bekliyor: Mide ülseri mi var, yoksa kalb yetmezliği mi?

Birazdan diplomamı alacağım.

Gözlerim raflarda, ıssız kütüphaneyi dolaşıyorum. Hemen arkamdaki duvarda barsak hastalıklarıyla ilgili olanları sıralanmış. Onların hemen yanındaki raf, kan hastalıklarına ayrılmış. Yavaş adımlarla, kütüphanenin, son birkaç yıldır pek uğramadığım bölümüne geçiyorum: ‘temel bilimler.’ Raflar, eski baskılar da olsa, küçümsenmeyecek sayıda fizik, kimya, biyoloji, organik kimya, biyokimya kitaplarıyla dolu. Biyoloji kitaplarından birinin kapağını aralıyorum. Sadece ‘içindekiler’ kısmına bakıp, hücreyi, hücre zarını, hücre çekirdeğini, makromolekülleri, DNA’yı, RNA’yı, hatta atomları hatırlıyorum. Bugünlere bunları öğrenerek gelmiştim. Ama bu konuların defteri, çoktan dürüldü bile.

Birazdan diplomamı alacağım.

Kütüphanenin dergiler köşesine geldiğimde, hastalıklardan, klinik vak’alardan, yeni teşhis ve tedavi usullerinden söz eden onca dergiyi aşıp, uzun zamandır elime almadığım eski bir dosta uzanıyorum. Üç-dört yıl önce, çat-pat İngilizce’me rağmen, severek okuduğum Scientific American bu. Benim gibi bir hekim için, ‘meslek dışı’ sayılır aslında.

Safyaları çeviriyorum. DNA ile ilgili bir yazı gözüme takılıyor. Yazıdan önce, giriş sayfası... Siyah zemin üstüne, iki sayfayı bir uçtan öbür uca saran kırmızılı, mavili, beyazlı, temsilî bir DNA modeli; içinde beyaz bir başlık: "The High Fidelity of DNA Duplication." Yazı, birkaç ay sonra Anadolu’nun bir köşesinde "Tedavi olsun" diye yapacaklarıma temel olmuş konulardan birine ait. DNA’nın nasıl hatasızca kopya edildiğini anlatıyor.

Önce, kısa bir giriş faslı. Özetle, DNA anlatılıyor. Sonra ‘geçiş’ bölümüne geçişin cümlesi: "Bunu, tabiat, birkaç ilave mekanizmadan türetmiş olabilir." Devamında sitozin’i, timin’i, guanin’i, adenin’i ile nükleotidler, DNA, kopyalanma... derken, son cümle:

" DNA kopyalamadaki esneklik ve kusursuzluk arası denge, diğer birçok biyolojik sistemde olduğu gibi, milyarlarca evrim yılının hassas, karmaşık ve ustaca bir ürünüdür."

Daha üç-beş gün önce, birkaç arkadaşım ile "Bilim taraflı mı, tarafsız mı?" diye tartıştığımı hatırlıyorum. Jetonlar tıngırdıyor. Cevap beliriyor. Yazıya girişte ‘tabiat,’ devamında DNA’nın ‘kendi kendine"’kopyalaması, sonuç bölümünde ‘evrim.’ Sırayla "Tabiat yaptı", "kendi kendine oldu", "sebepler sonuç verdi." Böyle tarafsızlık, taraflılar başına!

O tesbitle, kütüphanedeki DNA ile ilgili kitaplara yöneliyorum. Diploma töreni filan umurumda değil artık. Bir kitap elime geçiyor: Science in Action. Sayfaları arasında geziniyorum. Bir de ne göreyim! DNA’yı bir ‘plan’ ve bir ‘fotokopi makinesi’ olarak anlatan sayın biyolog ardından şöyle diyor:

"Bir plan ve bir fotokopi makinesi bir ev yapmaz. Fakat DNA molekülleri, hücre etrafında bulunan malzemelerden proteinler imal eder."

Alâka nerde? Mantık nerde? Ama garipsemiyorum. Zira, biliyorum, bir asır önce, atası Darwin de öyle bir laf etmişti:

"Bir kapı menteşesinin insan tarafından yapıldığını iddia ettiğimiz gibi, bir midye kabuğundaki mafsalın harikulâde akıl sahibi bir varlık tarafından yapılmış olduğunu iddia edemeyiz."

Demek, biyologlar, bir asırdır "Yerinde say, bir-ki" duruşuyla, dönüp dönüp ‘minare’ okuyorlar!

II.

DNA, benim on bir senelik dostum. Kendisi ile orta-2’de tanıştım. Fen Bilgisi hocam, ‘hayatın temeli’ demişti onun için. Dahası, bir DNA molekülüne yüklü bilginin, eğer kitaba aktarılacak olsa, 46 ciltlik bir ansiklopediye bedel olacağını söylemişti. Büyüleyici birşeydi bu. Oysa DNA, mikroskopla ancak görülebilir bir hücrede, mikroskopla dahi görülemeyen; eni ancak angström ile, milimetrenin milyonda biri olan bu ölçüyle ifade edilebilen birşeydi. 20 angström’lük bir eni vardı. Beş milyar nükleotidden meydana geliyordu. Adenin (A), guanin (G), timin (T), sitozin (S) adlı bu nükleotidler A-T ve S-G şeklinde, 3,4 angstromlük aralarla, DNA molekülüne bir ip merdivenin basamakları olarak dizilmişlerdi. Bu ‘ip,’ uzatılsa 1, 5 metreyi bulurdu. Oysa, eğribüğrü, yay gibi hali ile, DNA mikroskopla ancak görülen hücrenin merkezine yerleşmişti.

Bu haliyle, DNA, adı her anılanda, hayret veren birşeydi benim için.

Lisedeki biyoloji derslerinde, onunla daha da yakından tanışmış oldum. Bu arada, Fen Bilgisi hocamın DNA’yı 46 ciltlik kitaba bedel olarak anlatırken hata ettiği anladım. Meğer 46 ciltlik ansiklopediye değil, 4000 cilt kitaba bedel koca bir kütüphane imiş DNA. ‘Bilinmeyen’e o denli merak duyduğum o yıllarda okuduğum bir kitaptan öğrenmiştim bunu. Tipik bir DNA kromozom molekülü, yaklaşık beş milyar çift nükleotidden ibaretmiş. Bu ise, yirmi milyar bilgi’ye; yani 2 milyon sayfaya; yani her bir cildi 500 sayfalık 4000 ciltlik bir kütüphaneye tekabül ediyormuş. O sıralar bu rakamları görünce hayretler içinde kaldığımı hatırlıyorum Fakat, şimdi şimdi düşünüyorum. O kitabın sahibi, Carl Sagan, sözüm ona o gözüme büyük görünen rakamları verirken, aklınca beni ayakta uyutuyor. Evet, öyle. Çünkü DNA’da saklı bilgi, 4000 cilde hiç mi hiç sığmaz. Sagan, o rakama, ‘nükleotid’i birim kabul ederek varıyor. Ama, nükleotid, nihaî birim değil ki. Karbon, hidrojen, azot ve oksijen atomlarından müteşekkil. Ve ayrıca, her DNA birleşmesinde anahtar rol oynayan fosfat var. Eğer nükleotidi değil, atomları birim alırsak, bu rakam milyarlarca kitabı ifade edecek derecede büyüyor. Ama, biliyorum, atomlar da nihai birim değil. Protonu, nötronu, elektronları var. Meselâ elektron birim alınsa, rakam kat kat daha büyüyor. Sonra, daha da alt-partiküller, bilemediğim daha da alt olanları... derken, ortaya 4000 kitabın yanında ‘hiç’ mesabesinde kaldığı bir sonuç çıkıyor: Her bir DNA molekülünde, sonsuz bir ilim saklı. Ama, Sagan’ın hesabına boğulmuşken bunu hiç görememişim de, haberim yok.

Zihnim o istatistik rakamlarına boğulmuşken, bir başka şeyin de farkına varamadığımı şimdi anlıyorum. O sıra, nasıl da bir çizgi çizivermişim; sperm ve yumurta-zigot-insan-sperm ve yumurta-zigot-Ö insan diye. Öylece her bir hücredeki DNA’nın kendi kopyasını ürettiğini farzederek, nesilden nesile uzayıp giden bir silsile kuruvermişim.

Gerçi, en sonunda, o gencecik masumlukla "Allah’ın işine bak!" dediğimi hatırlıyorum ya, biraz da alışkanlıktan. Yahut, ne sperm halinde, ne zigot iken, ne de şu halimde iken, vücudumu Allah’ın varlığını pek düşünmeden pekâlâ açıkladığımı sanıyordum. Sanki DNA, makine gibi birşeydi; kurulmuştu ve işliyordu. Okul boyu öyle öğrenmiştim. Kitaplar hep öyle anlatıyordu. Hiçbiri açık açık Allah’ı reddetmiyordu, ama herşeyi öylesine ‘kendiliğinden’ oluyormuş gibi anlatıyorlardı ki, gizliden gizliye O’nu reddetmiş oluyorlardı.

III.

Dışarıda diplomalar verilmekte... Ben ise hâlâ kütüphanedeyim. Vazgeçtim diploma töreninden. Kitapları, altı yıllık öğrenimime temel olmuş, zihnimi birşeylere bağlamış kitapları taramaya devam ediyorum. O ara, bir önceki sene bir derginin "İlim Allah’ı tanıyor" başlıklı bir incelemesine karşılık "Niye sadece fizikçiler konuşuyor?" diye soran bir mektup okuduğum aklıma düşüyor.

Kendi kendime, "Başka bilim dalları, meselâ hayat bilimleri, meselâ biyoloji henüz Allah’ı tanımamış ki" diye söyleniyorum. Altı yıllık eğitimimle şahidim buna. İşte şu raftaki kitaplar! Hepsi bunun şahidi..

Meselâ, DNA’nın iki ‘mucid’inden Francis C. Crick, o kitaplardan birinde, soruyor: "Hücreler dokuları, dokular organları, organlar bütün organizmayı oluşturmak için nasıl birleşiyor?" Sorunun içinde, bir başka sorunun cevabı saklı: "Hücreler dokuları yapar, dokular organları."

Crick’in cümleleri dikkatimi çekiyor. Sözümona, masum bir araştırma. "Bir organizma, molekülleri büyük bir çeşitlilik ve kusursuzluk içinde nasıl inşa ediyor?" "Bir kas lifi, nasıl son derece düzenli bir büzülür makine üretiyor?" Sanki inşa eden, ‘organizma.’ Sanki ortada har-gür çalışan bir ‘makine’ var. Sanki bıçağı değdirdiğim an lime lime olacak kadar yumuşak, zayıf ve korumasız kas lifi, bir de ‘yaptığı’nı ‘son derece düzenli’ yapacak kadar bilgili. Crick ne kadar ‘tarafsız’ ve ‘masum’ ve de ‘cevabı kendinden’ sorular ile araştırma yapıyormuş, hayret!

Sonra, başka başka kitaplara da bakıyorum. Sonunda, George W. Beadle’ın özetlediği ‘mütemadî silsileler’ ile, yani biraz Latince konuşursak, felsefenin mahsulü bir ad infinitum olayı ile yüzyüze geliyorum. Beadle’ın dediğine göre, "Her organik kimyacının bildiği gibi, organik moleküller inorganik moleküllerin etkileşimi ile oluşmuş." Ya inorganik moleküller? Onlar da, ‘elementlerin etkileşimi’ ile. Elementler ise, ‘uygun zeminlerde yaşanan tabiî ve kaçınılmaz süreçlerin bir sonucu olarak daha basit elementlerden türemiş’ler.

Genetikçi Beadle apaçık böyle diyor. Kâinatın en başında sadece hidrojenden ibaret olduğunu; sonra helyum, berilyum, karbon, oksijen çıktığını söylüyor. Silsileyi, su-inorganik moleküller-nükleotidler-aminoasitler-DNA-RNA-virüs benzeri sistemler-hücre altı organizmalar- hücre-çok hücreliler-bitkiler-hayvanlar-insan diye uzatıveriyor.

Ve bütün bunları niye mi anlatıyor? Şu gözümüz önündeki kâinatı; şu yaşadığımız günün cıvı cıvıl hayat dolu, güzellik dolu, hikmet dolu, muazzam ve muntazam kâinatını izah için. Ama, onu şimdi ile izah etmiyor nedense. Şu hayatın, şu hikmetin, şu düzenin, şu oluşun izahını yapmak için ötelere, tâ gerilere gidiyor. Bugünde kalsa, bunu bir hayat Vereni, bir Düzenleyeni, bir hikmet Sahibini, bir Yapanı anmadan anlatmanın imkânı yok da... Ama, zaman araya girince, ‘evrim’ gibi, ‘tesadüf’ gibi kendince izahlar bulabiliyor. Geçmiş zamana kaçınca, kendi iddiası için, isbatlamasa dahi, ‘muhtemel’ demesi mümkün. Çünkü, geçmiş zaman geçmiş gitmiş. Geri getirip görmenin imkânı yok.

Eski Yunan’dan kalma Dehrîlik, yani zamana ilahlık verme gibi bir felsefî akım olduğunu biliyorum. Meğer bugünün ilim adamları da, bugün eşyayı sanatlı, hikmetli yaratan Birisine verecekleri hayatı, ilgiyi, hikmeti; şu yollarla zamana kaçıp, zaman içinde birbirini takip eden silsileler çizip şuna-buna taksim ediyorlar. Sözümona, yaptıkları ‘tarafsız bilim.’

O ‘geçmişe kaçış’ ile, meselâ Carl Sagan’ın "...Bir gün tümüyle rastlantı sonucu beliren bir molekül, bulamaçtaki öteki molekülleri yapı taşları olarak kullanıp, kendi kaba kopyalarını yaptı" diye yazdığını görüyorum. Sanki, bir masal kitabı! Bir diğeri de şöyle yazıyor: "Aminoasitler ve nükleotidler okyanuslarda çorbayı andırır bir halde imişler. Sonra birbirleri ile çarpışa çarpışa, büyüyüp molekül olmuşlar. İşte o milyonlarca şans ilişkisinden, hesaba sığmaz tesadüfî çarpışmalardan sonra, DNA doğmuş." Bir diğerine göre, bu, ‘parmakların dağınık halde bulunduğu bir odada, her elin tesadüfen parmakları bulması gibi akıl almaz birşey’miş. ‘Bir kimyevî süreç olarak DNA’nın çiftlenmesi, tabiatın sihirbazlık çantasının en harikulâde sihri’ imiş.

Koca koca biyologların bu masallar ile nasıl avunduğunu görünce, bir diğer biyologun, Lives of a Cell (Bir Hücrenin Hayatları) yazarı Lewis Thomas’ın biyoloji hakkındaki hükmüne hak veriyorum: ‘biyomitoloji.’ Yani, hayata dair efsaneler bilimi. Bu insanlar biyolog değil yani. ‘Biyomitolog.

IV.

Efsaneler faslı bir yana, her ilgili kitap, başka şeylerden de söz ediyor. Meselâ, Fischberg adlı bir biyologu tanıyorum. Fischberg, geçmişten yaşadığımız âna geliyor. Her canlının yaşadığı bu serüveni, efsaneyi değil gerçeği görüyor. Gördüğü manzaralardan hayrete düşmüş halde, sorup duruyor:

"Basit görünüşlü bir yumurtadan her ayrıntısında tam ve mükemmel, ve tasavvur edilemez derecede karmaşık bir organizma teşekkül eder. Her bir organ, doğru yerde ve doğru büyüklüktedir ve her biri, kendi özel fonksiyonuna uygun hücre çeşidini taşır. Farksız bir yumurta hücresinden, nasıl ‘ihtisas kazanmış’ kalb, sinir, kemik, kas veya karaciğer hücreleri doğuyor? Bu olayı her canlı yaşıyor. Bu olay, milyonlarca yıl önce, bilinmeyen bir mekân parçasında değil, şimdi oluyor."

Anlatıldığı üzere, bu hadisenin her bir safhası, son derece mükemmel bir işleyişle yaşanıyor. Bir kere, DNA’lar, ‘kusursuzca’ programlanmışlar. Onunla bağlı her bir molekül, ‘dikkatlice koordine edilmiş.’ DNA polimeraz enzimi ile, DNA sarmalının ‘mükemmel bir şekil alması’ sağlanıyor. RNA’lar ise, hücrenin çekirdeğinin dış bölgelerinde, enzim yapılışına ‘tam yerinde ve tam zamanında’ katılıyor. Velhasıl, DNA’da, ‘büyülü bir kabiliyet,’ ‘yüksek bir kusursuzluk düzeni’ saklı. Hem DNA, ‘mükemmel olarak kurulmuş,’ ‘karmaşık’ó‘karışık’ değil!óve ‘muazzam’ bir kitaplık gibi. Hücreler ise, ‘olağanüstü bir hünerle paketlenmiş ve bağlanmış’lar. Aralarında ‘mükemmel bir işbölümü’ görülüyor. Hücre yapısı, ‘ince bir işçiliğe’ dayanıyor. "Hücre içi öylesine düzenli bir işbirliğine dayanıyor ki!" "Canlı hücrede, yıldızlar ve galaksiler âlemindeki gibi, karmaşık ve güzel bir düzen hüküm sürüyor." Meselâ, bir bitki veya hayvan dokusundaki hücrelere bakılınca, ‘hepsinin maksatlı bir istikamette, tam bir sadelikle hareket ettiği beliriyor.’ İnsan hücrelerine bakılınca, insan vücudu, ‘ince bir âhenk içinde birlikte çalışan trilyonlarca hücreden yapılmış’ olarak görünüyor. Herşey, ‘son derece düzenli.’ Carl Sagan’ın deyimiyle, "Ne şaşılası bir düzen! Bitkilerle insanların birbirinin soluğunu alıp vermesiyle, gezegen çapında karşılıklı bir hayat öpücüğü döngüsü, l50 milyon kilometre uzaktaki bir yıldızın enerjisiyle, sürüp gidiyor."

Bunca harika bir düzenin, bunca harika düzen içinde herşeyi herşeyle bağlayan bir sonsuz ilmin, sonsuz kudretin, sonsuz hikmetin ışığında, Jacques Monod’un ‘çelişkisi’ ile de tanışıyorum. Bir yanda,nereden bellediyse bellediği üzere, "Tabiat fenomenini illet içindeóyani bir kasd ileó yorumlayamayız" diyor Monod. Niye? Buna kim engel ki? Ama yine aynı Monod, eklemeden duramıyor: "Fakat, yaşayan organizmaların bir kasd ile yapılıyor ve işliyor olduğunu da görüyoruz. Bu çelişki, biyolojinin ana problemidir."

Çelişki galiba biyolojide değil, diyorum. Problem, biyolojiyi materyalist felsefenin tabirlerine mahkum edenlerde...

Halbuki, bunca ‘şans,’ ‘tesadüf,’ ‘tabiat,’ ‘evrim,’ ‘zaman içinde,’ ‘kazara’ oklarına rağmen, biyoloji, ortada düzenli, ölçülü, sanatlı, hikmetli, kasd ile işleyen mükemmel, muntazam, sonsuz bir ilim ve kudreti gösteren bir muazzam kâinatı; düzenleme, takdir, tedbir, teşkil, tevzin gibi nice fiilin görüldüğü güzel mi güzel bir kâinatı gözlere gösteriyor.

Düşünüyorum: Apaçık görünen, herkesin kabul ve teslim ettiği bu fiiller kime verilecek? ‘Kör tesadüf’e mi? Mevhum ‘tabiat’a mı? ‘Şans’a mı? Yoksa?..

Robert Jastrow, cevaba yetişiyor. Esasen, konuyu ‘tesadüf,’ ‘evrim,’ ‘şans,’ ‘kaza,’ ‘kendiliğinden’ gibi yığınla kelimeye boğmuş biri Jastrow. Ama en sonunda soruyor: "Peki, bunlara dayadığımız hayatın kökeni teorisini destekleyen kesin bir delil var mı?"

Elcevap: "Hiç yok."

Jastrow devam ediyor. "Bilim, yeryüzünde hayatın kökeni sorusuna dair tatminkâr bir cevaba sahip değildir."

V.

İşte o yüzden, "Kimbilir," diyor Jastrow, "belki de, hayat bir mucizedir." Bu, bir bilim adamından hiç mi hiç beklenmeyen bir söz. Üçyüz küsur yıldır ‘mucize’yi dünyamızdan silmeye; herşeyin mu’cizâne değil de, ‘doğal olarak,’ ‘kendiliğinden,’ ‘rastlantısal olarak’ ‘oluştuğu’nu ispata, böylece yaratılan ile Yaratıcısı arasındaki bağı koparmaya çalışan modern bilimin bir temsilcisi ‘mucize’den söz etsin. Mümkün değil! Şaşırıyorum. Jastrow da bunun farkında olmalı ki, şöyle bir ilâvede bulunuyor. "Bilim adamları bu görüşü kabule isteksizdirler. Ama tercih imkânımız da sınırlı: Hayat ya bizim gezegenin yüzünde bulunan hayatsız maddede olan kimyevî reaksiyonlar ile kendiliğinden oldu veya bir Yaratıcının iradesiyle yaratıldı." "İkincisi," diyor Jastrow, "ilmî araştırmanın ötesinde, bir inanç meselesidir. Doğru. Ama, diğeri de bir inanç meselesi değil midir? O da, kesin bir delil olmasa bile, bilim adamlarının hayatın kökenine dair söylediklerini doğru kabul etme inancına dayanmıyor mu?"

Bu tesbitler ile, yeni bir noktanın eşiğine varır gibi oluyorum. Demek, diyorum, ‘gördüğümüz’e hangi mânâyı yükleyeceğimiz, neticede bize bağlı. Gören bizim gözlerimiz. Düşünen ve yorumlayan biziz. Herşey kendi aklımıza güvenip ‘deha’ya mı; yoksa bize gördüğünü düşünsün diye aklı da veren ‘Hüda’ya mı tâbi olacağımıza bağlı.

Nihayette, bilime rengini veren bizleriz; ya da daha doğrusu, bilim adamları yani... Bilim onların bakış açısına göre renk alıyor; buna göre anlam kazanıyor.

O ara, "Hayatın Yedi Sırrı"nı yazan Guy Murchie’nin bir tesbiti ile tanışıyorum. Hayatı ‘inançsızlıkları’ istikametinde ‘tesadüf’ ile açıklamaya kalkışanlara mukabil, mantıkça da bunun reddedildiğini yazıyor Murchie. "Ben matematikçilerle konuştum. Tesadüfün isbatlanamaz olduğunu söylediler" diyor. Zira, ortada ap açık görünen kasd ve hikmet, "varlık âleminin kör şans eseri var olmadığına işaret ediyor.."

Sonra, "Yeryüzünde hayatın tesadüfen var olduğuna dair hiçbir gerçekçi ihtimal yoktur" diyor Murchie. Jim Brooks ise, bu inceliği görememiş olmalı ki, gerçeğe dayanmayan, ama kendi kafasında hayalen kurduğu bir ihtimal hesabına girişiyor. "Enzim gibi bir karmaşık molekülün şans eseri meydana gelmesi ihtimali 10-301’dir. DNA molekülünün şans eseri olma ihtimali ise 10-415’dir" diyor. "Bunlar gösterir ki DNA, proteinler, enzimler gibi hayatın karmaşık moleküler tuğlalarının şans eseri olduğunu söylemek çok zordur. Basit bir hücrenin dahi tesadüfen olduğu düşünmek imkânsızdır."

Brooks’u anlıyorum. Öylesi bir hesaba girip, sağda 415 sıfırla ifade edilebilen büyük bir ihtimali bir tarafa, solda 415 sıfırla (0.00000000...1) ifade edilen küçük bir ihtimali diğer tarafa alıyor; ve her aklın yapacağı üzere, o alabildiğine büyük ihtimali tercih ediyor.

Fakat, birilerinin "Olsun, Çok küçük bir ihtimal, ama olmuş işte. DNA var, protein de..." dediğini işitiyorum. O zaman meselenin, ihtimal hesabının ötesinde, apaçık çözüldüğüne dikkatimi bir daha çekiyorum. Kasd ile tesadüf, aydınlık ile karanlık gibi, beraberce bulunur şeyler değil. Kasd varsa, soldan bilmem kaç yüz sıfırlı da olsa, tesadüfün ihtimali yok, biliyorum. Kasdın varlığını kabule o bilmem kaç yüz sıfırlı ihtimale sığınanların dahi mecbur kaldığını da biliyorum.

Mesele, ihtimalin büyük ya da küçük oluşunda değil. İnsanın aklıyla gördüğü hikmeti, kasdı, ilmi... kalbiyle tasdik mi, yoksa inkâr mı edeceğinde?

Yani, mesele, iki ihtimal arasında bir tercih meselesi değil; bir imkânsızlıkla bir zorunluluk arasında tercih meselesi. Yani, bir ‘inanç’ meselesi. İnanmak istemeyince, insan göz göre göre bir imkânsızı tercih edebiliyor. (Nasıl mı? Bilemem. Bunu nasıl becerebildiklerini, inanmamakta ısrar edenlere sormak gerek.) George Davis, bu cümleden olarak, şöyle diyor: "Kâinat şâyetóiddia edildiği üzereókendini yaratabilmişse, kâinat bir Yaratıcının özellikleri ile donanmış demektir ve bu kabul edilirse, kâinatın kendisinin ilah olduğu sonucuna varmak zorunda kalırız."

Demek, tek bir ilâhı kabul etmemenin karşılığı, ilahsızlık değilóbaşkaca herşeyi ilah kabul etmek. Yani, ilah muhakkak var. Ama kavga bunun bir mi, yoksa hücrenin DNA’ları, kâinatın zerreleri adedince mi olduğu üzerinde dönüyor.

İşte o noktada, Hüdaya tabi olup, dehasını Hüdanın emrine veren bir insanın, Bediüzzaman Said Nursî’nin "Ya bütün eşyanın Hâlıkı (Yaratıcısı] Allah’tır veya Allah hiçbir şeyin Hâlıkı değildir" dediğini hatırlıyorum. "Çünkü," diyor Bediüzzaman, "eşyanın arasındaki muntazam tesanüd tecezzîyi kabul etmez bir külldür. Başka ihtimal yok. Herşeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde de bir kıymet yok."

Bu hüküm, Paul Davies’in, bugünün bilim dünyasına dair bir tesbitini hatırıma getiriyor. Bilimin, sebep-sonuç kalıbını kullandığına işaret ediyor Davies. "Kainat içinde herşeyin tek tek mutlaka bir sebebi var gibi ve bulabiliriz; ama yine de, ‘Bütün olarak, kâinatın sebebi nedir ve kâinat niye bu haliyle vardır?’ sorusunun derinliği ile başbaşa kalırız."

Davies, burada, farkına varmadan düştüğümüz bir yanlışa dikkat çekiyor:

"Fizik dünyada herşey, her olay kendisinin dışında birşeyle açıklanabilir. Bir olay açıklandığında, açıklamamız başka birşey cinsinden olur. Yani, meselâ atomu açıklamak için elektronu, nükleotidi açıklamak için DNA’yı sabit kabul ederiz. Onun âdeta ezelden beri var olduğunu kabul ederek mantık yürütürüz. Oysa, öyle değildir ki! Üstelik, kâinatta her bir şey herşeyle bağlıdır. O yüzden, birşeyi açıklamak için, bütün kâinatı açıklamak icap eder. Oysa açıklamak durumunda olduğumuz olay, bütün varlık âlemiyse, bunu açıklayacak, fizikî anlamda başka birşeyimiz yoktur. Dolayısıyla, kâinatın varlığına yönelik her açıklama, fizik-ötesi ya da tabiat-üstü birşeye dayanmalıdır."

Bu noktayı aklımda saklayarak, tekrar Bediüzzaman’ın Mesnevî’deki izahına dönüyorum. "Eşyanın arasındaki muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezzîyi kabul etmez." Ama işte materyalist felsefe, bize kâinatı parçalara ayırarak sunuyor. Şu kadarını organik kimyaya, bu kadarını biyolojiye, şunu fiziğe, bunu jeolojiye derken bölük-pörçük ediyor. Astronomide yıldızların varlığı sorgulanmadan peşinen kabul ediliyor, kimyada atom, biyolojide DNA v.s. Her bir bölüm içinde, konu sebep-sonuç zincirine dayandırılıyor. Sanki sebepler sonucu veriyormuş gibi gösteriliyor. O yüzden kâinatı bir bütün olarak, olduğu şekilde alınca yüzyüze geleceğimiz "Hâlik vardır; ya birdir, ya sonsuz sayıdadır" tercihinin yanına bile yaklaşılmıyor.

Oysa, "başka ihtimal yok" diyor Bediüzzaman. Bu arada, DNA’nin temelini nükleotid, atomun temelini elektron olarak alıp parça parça ihtimal hesapları ile yola çıkmanın gereksizliğini de ima ediyor. Çünkü, mesele sağda şu kadar sıfırlı ihtimal ile, solda şu kadar sıfırlı ihtimalden hangisinin tercih edileceği değil. Hem "herşeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kıymet yok." Vehim, meselâ kasdı, hikmeti, sanatı, ilmi gösteren her bir şeyden ilim, irade, hikmet, san’at sahibi Birine yönelmeyi, "Olmayabilir" ihtimalini ileri sürerek kesiyor. Halbuki, sanat var, irade var, kasd var, hikmet var, kudret var. Madem öyle, bir sahibi de muhakkak var. O halde? "Birşeyde Hâlikıyet eseri görüldüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder. Ve keza, Hâlık ya birdir veya gayrimütenahidir [sonsuz sayıdadır]; ortası yoktur!"

Bu tesbitle, materyalist biyologlarınóbiyomitologlarınóçıkmazı zihnimde beliriyor. Akıllarını bir hücrenin stoplazmasına koymuşlar. Stoplazma, bir hücre zarıyla çevrelenmiş. Bir biyolog ne hücre dışındaki varlık âlemini düşünür, ne de hücrenin tuğlaları gibi gözüken atomlardaki âlemlere uzanır. Onun zihninde hücre kâinattan bağımsız bir birimdir. Tek başına plânlanmıştır. Ve tek başına bir birimdir. Tek başına ele alıp incelediği o hücreye şartlanmasız bir niyetle bakmadığı için o hücrenin varlığında tüm kâinatı kapsayan bir kudretin, bir ilmin yansıdığını göremez. Bundandır ki, materyalist biyolog varlıklar arasındaki ilgiyi kuramaz. Yani vahidiyeti anlayamaz. O yüzden Vahid’i kabul etmez. Tüm kâinatın bir bütün halinde Tek Bir Yaratıcı tarafından yaratılabileceğini düşünemez.

Şu varlıklar üstünde, hele hele şu canlılar üstünde görünen o ince san’at, o sonsuz hikmet, o hassas düzen, o güzelim nakşı düşünüyorum. Bütün bunlar neden var? Hepsi ya bir Allah’ın isimlerinin tecellîsi; ya da sonsuz sayıdaki varlıkların her birinin bir ilah gücüne sahip olduğu iddia edilirse, sonsuz sayıda ilahların. O noktada, her bir şeyin herşeyle ilgisini kuruyorum. Meselâ, bir hücrenin partiküllerine, bilhassa DNA kalıbına girmiş partiküllere, öyle bir vaziyet verilmiş ki, o partiküller parçası olduğu insana bakıyor. Onun bütün vücudunu bilir gibi, onun o trilyonlarca hücreden müteşekkil vücudunun düzenine göre vaziyet alıyor. Dahası, o insanın alâkadar olduğu her bir şeyeósuya, havaya, toprağa, elmaya, kestaneye, günışığına...óda bakar gibi, insanın alâkadar ve muhtaç olduğu bütün partiküller, bütün kâinatla ilgili bulunuyor. Ve işte o yüzden bir tercihin ortasında bulunuyorum: Ya her bir partiküle, her bir partikülün temsil ettiği DNA’ya, şuna-buna, herşeyi kavrayan bir sonsuz ilim, bütün kâinatı idare edecek bir mutlak irade, herşeye gücü yeten bir sonsuz kudret vereceğim; veya herşeye gücü yeten, herşeyi bilen, herşeyi irade eden sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi tek bir İlahı kabul edeceğim.

Birincisi sonsuz derece muhal olduğuna; partiküller sayısınca imkânsız olduğuna göre...

VI.

Aslında, mesele, akıl gözünün yaşadığı bir algı yanılmasından çıkıyor olmalı. Tıpkı, su yüzündeki damlalara vuran ışık ve renkler için olduğu gibi. Tek bir Güneşi göremeyen birinin her bir damlacıktaóışığı, ısısı, yedi ayrı rengi ile beraberóbir hayalî güneşi kabul etmesi gibi; tek bir ilahı kabul etmeyen bir insan, aslında ‘İlah’ı reddetmiş olmuyor; bu defa her bir hücreye, her bir DNA’ya, bir partiküle ilahlık veriyor.

Kitaplar arasında bu tesbitimle beraber dolaşırken, Guy Murchie’nin "Program, DNA’nın atomlarında değildir" sözüyle tanışıyorum. "DNA bir kâğıt veya mürekkep değildir" diyor Murchie. "Bilakis, kitabın sözleri ve mânâlarıdır." Biliyorum; sözler kâğıt üzerine yazılarak kitap suretini almışlardır.

Bu örneği, biraz daha açıyor Murchie. Meselâ, bir evin planından söz açıyor. "Plânın kendisi, bir ‘şey’ değildir" diyor. "Plan, tuğla ve kirecin, kâğıt üzerindeki temsili değildir. Plan, maddi mânâda birşey değildir; soyuttur, maddî vücudu yoktur."

Ve işte bunu anladığı için, başka nice biyologun bu noktada düştüğü hatayı tekrarlamayan birisi ile, Barry Commoner ile tanışıyorum. Başka birçok biyologun aksine, Commoner "Ne DNA, ne de diğer hücre terkipleri," diyor "birer kendini kopyalayan molekül," yahut "hücrenin usta kimyevî maddesi" değildirler. "DNA kendini kopyalamaya muktedir değildir."

Yani DNA’nın ustalık, kudret, kendini yapma, bilgi gibi kabiliyetleri bulunmuyor. Zira, DNA, sadece bir plan. Üstünde bilginin, ustalığın, hikmetin, düzenin, kudretin okunduğu bir plan. Evi yapan değil, evin nasıl yapıldığını bir nebze gösteren bir plan. O yüzden Commoner’ın dediği üzere, "DNA hayatın temeli" değil. Hayat, DNA sayesinde var olmuş değil. Ama tersi doğrudur: "Hayat, DNA’nın temelidir." Hayat var, verilmiş; ve hayat var olduğu için, biz DNA diye bir planı görüyoruz.

VII.

Barry Commoner, DNA’yı sadece biyoloji ve biyokimyanın dar kalıplarına hapsetmemem gerektiğini ihtar ediyor bana. O tesbit ışığında, fiziğin sahasına dalıyorum. O zaman kâinatı bir makine gibi gören ve herşeyi ‘şu şunun sebebi,’ ‘şu bunun sonucu’ diye diye, sebep-sonuç zinciri içinde açıklayan mekanikçi determinizmin çoktan gümleyiverdiğini görüyorum. Zira, Birch’ün dediği gibi, "fiziğin atom ve moleküllerinin nihaî bir temeli bulunmuyor." Olamaz da. Meselâ, H. Weyl’in deyişiyle, "Elektronun üzerine inşa edildiği daimî bir varlığa sahip yapı taşı gibi birşey yok." O yüzden, "Meselâ atom bir nesne mi?" diye soruyor Davis.

Bu soru zihnimi alabildiğine zorluyor. Kâinata dair mevcut bütün bilgilerimin ister istemez elekten geçmeye gidiyor olduğunu seziyorum. Ve bu zor soruya cevabı, öncelikle P. Davies’in kitabında arıyor; sonra başka bilim adamlarının zihninde geziniyorum. Meselâ Schrödinger, Bohr ya da Bohm. Ama onların da eni-konu, bu noktada sadece ‘acaba’lı, ‘belki’li, ‘galiba’lı konuştuğunu görüyorum.

Derken, Said Nursî seyahatımın bir uğrağı oluyor ve bana atomun ‘mevcut’ olduğunu söylüyor. Ama "kendi zâtında müstakil ve bizatihi sâbit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kâim bir hakikatı yok." Sadece atomun değil; herşeyin. "Herşey, mânâ-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir."

Sıklıkla zannettiğimiz üzere, meselâ atom diye, elektron diye bildiğimiz şeyler, varlık âleminin ‘tuğlası’ görevini gören sabit ve daimî parçacıklar değil. Dr. Yamina Bouguenaya’nın yazdığı gibi, "Parçacıklar, sadece hareket ediyor değil. Aynı zamanda, kendileri de hareketten ibaret. Yani, maddenin varlığı ve maddenin hareketi birbirinden ayrılmaz. Her ikisi de aynı mekân-zaman gerçeğinin farklı cephelerinden ibarettir. Atom-içi parçacıklar mekân açısından kütleye sahip nesneler olarak; zaman açısından enerjiye sahip olaylar, hareketler olarak görünür." Yani, aslında, sabit, varlığı bizzat kendinden olan bir mekân ve akıp giden bir zaman da bulunmuyor. Mekân da, zaman da Allah’ın yaratma fiilinin bizim tarafımızdan algılanabilecek bir vücudu giymesinden ibarettir. Ama bu yaratma fiilinin sürekliliği ki, eğer o fiilin perde arkasındaki Yaratıcıyı görmezsem, benim yanlışlıkla maddeyi ve zamanı sabit, daimî ve ezelî görmemle sonuçlanıyor.

Bunu anlamamla, içinde tesadüflerin, şansların oynaştığı bir kâinat anlayışı büsbütün yıkılıyor. Her an devam eden bir ‘yaratılış’ olayı ile tanışıyorum. Buna göre, kâinat üzerinde devamlı kudretini gösteren, kudretini çektiği anda bütün kâinatın yokluğa yuvarlanacağı, İslâmî tarifiyle ‘Kayyum’ olan Allah’ı tanıyorum. Geçmişin, artık sadece benim zihnimde, hâfızamda olduğunu anlıyorum. Geçmişten geride, elimde sadece dünyama taşıdığı onca marifet nuruyla beraber, ‘yaratılış fiili’ kalıyor. Zaman ve mekân mutlak varlıklarını kaybediyor; onlarla birlikte sebepler-sonuçlar dünyası bir tarafa atılıyor; bir çizgi halinde birbiri peşisıra akan ‘an’ların yerine, ‘ân-ı seyyale,’ yani Vacibü’l-Vücudun isim ve sıfatlarının daima tecellî ettiği bir tecelligâh olan mevcudat âlemi gelip yerleşiyor.

Bu sayede, "Son asrın materyalist bilim adamı, maddî eşyanın nihai yapı birimlerine bakınca, bu maddî yapı taşlarının kesin ve değişmez bir mekanik belirlilik içinde davranarak maddeyi oluşturduğunu sanmıştı" diyen, ama bunun yanlışlığına işaret eden W. H. Thorpe’un ifadesiyle, "kâinat eriyor." "Ki bu erime," diyor Thorpe, "kâinatı anlamanın yegâne yolu."

Öylece, ‘hayat’ da, ‘DNA’ da, ‘insan’ da başka bir hal alıyor. Sagan’ın tesbitiyle, "Hayat, hiç kuşkusuz proteinleri yapan aminoasitler ve nükleik asitleri yapan nükleotidlerden daha başka birşeydir" diye anlıyorum. Davies’in "Hayat, mekanik olarak çalışan bir kâinat içinde rastgele çıkmış birşey değil, kâinat denen mucizenin ayrılmaz bir parçasıdır" hükmüne varıyorum. Koestler ile, insanın ne olmadığını öğreniyorum: "İnsan ne dünya üzerinde bir lüks oyuncak, ne de kromozomlarına asılı bir kukladır."

VIII

Öylece, tâ ortaokul-2’de bellediğim, şunca kitapta tanıdığım DNA’nın yerini bir başka DNA alıyor. DNA aynı da, benim ona bakışım değişiyor. Materyalist tabirlerle ‘kendini kopyalayan’ bir ‘makine’ gibi tanıtılan DNA’yı, şimdi bir ayna olarak tanıyorum. DNA’nın tıpkı gündoğumu gibi, şafak veya gurub gibi, bir ‘hal’den, bir ‘olay’dan, her an tecelli eden yaratılışın bir veçhesinden ibaret olduğunu görüyorum. DNA, materyalistlerin yaptığı gibi, hayat ile tecelli eden ilmi, iradeyi, hafîziyeti kendine vereceğim minik ama maharetli bir ilahçık değil artık. Bilakis, hayat ile tecelli eden ilmi, iradeyi, hafîziyeti, fettâhiyeti, kudreti, hikmeti, adaleti, düzeni, ölçüyü... anlamam için bir zarf. Bir kılıf; bir ayna...

Velhasıl dehamı Hüdaya teslim edebilsem, iman gözlüğü ile ona bakabilsem, DNA zarfı açılacak, DNA kılıfı şeffaf bir hal alacak ve DNA aynasında Rabbimin sonsuz isimlerinin tecellilerini göreceğim.

Tıpkı, herşey için olduğu gibi...

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut