Allah’ın eli sıkı mıdır?

Mona İslam

“Yahudiler, ‘Allah’ın eli sıkıdır’ derler. Sıkı olan onların elidir: Ve bu iddialarından dolayı Allah tarafından lanetlenmişlerdir. Tersine, O’nun elleri sonuna kadar açıktır: O lütfunu dilediği gibi dağıtır. Ama (ey Peygamber), Rabbin tarafından sana indirilen herşey, onların çoğunu kibirli küstahlıklarında ve hakikati inkarda daha inatçı yapacaktır...” ( Maide 64)

BU AYET-İ KERİMENİN sebeb-i nüzulü için şöyle söylenir: Medine Yahudileri zengindirler, oysa yeni zuhur etmiş dinin müntesipleri ve Efendimiz (sav) özellikle hicretin ilk yılları itibari ile maddeten fakirdirler. Onlara göre bu böyle olmamalıdır. Şayet Allah sizi destekliyor olsa idi zengin olmanız lazımdı, demek sizin Allah’ınızın eli sıkıdır, yani cimridir (haşa) diyerek akıllarınca bir çelişkiye işaret etmek, kendilerince hakikatin onlarda olduğuna mallarını bir bürhan kılmak istediler. Onlara göre zenginlik Allah’ın kendilerini desteklediğinin bir alameti idi.

Oysa hatırlamalıydılar, kendileri de Musa onlara geldiğinde fakir bile değil, köle idiler. Firavun ve tanrıtanımaz halkı ise dünyanın hala gıpta ile bakılan zenginlik güç ve nüfuz sahibi oldukları gibi, bilim ve sanatta ileri gitmiş bir medeniyetin sahipleri idi. Oysa bu Musa’nın da, ilk Musevilerin de zihnini çelip, madem zenginler o halde hakikat onların diye düşünmelerine yol açmamıştı.

Yine Karun’un hikayesini halen çocuklarına masal gibi Haggadahh denilen kıssa ve mesel kitaplarından anlatırlar. (Tamud’un kıssalar bölümü, fıkıh ve şeriat bölümü ise Halakah adını alır). Oysa o dönem mü’minlerinin dahi imrendikleri Karun serveti ile beraber yerin dibine batırılırken hiçbiri onun Rab’ce makbul biri olduğunu düşünmemiştiler. Yine dünyanın her yerine dağılan, defalarca sürülen ve dağıtılan milletlerini sefalet içinde çile çekerken müşahede ettiklerinde “Allah bizi terk etti” demek diye düşünmemiş ve dinlerinde hayat biçimlerinde devam edegelmişlerdir. Hakikatte Yahudi milleti tarihleri boyunca çok az maddi refah yüzü görmüş, çoğu zaman eziyet ve çile çekmişlerdir. Ama bu onları seçkin millet oldukları kuruntusundan vazgeçirmemiştir. Demek çelişki onlara aittir. Öyleyse zenginlik ve iktidar tek başına Rabbin rızasına bürhan olarak gösterilemez.

Paranın gücün iktidarın meşruiyet gerekçesi olduğunu düşünenler hiç de az değil. Bu Yahudi zihniyeti modern dünyanın da mayasını oluşturuyor. Bir ülke süper güç ise dünya üzerinde söz sahibi ise onun yaptığı zulümler görmezden geliniyor. Onun sistemi diğer ülkelere örnek gösteriliyor, insanlar o halkın yaşam biçimini örnek alıyorlar, kendi kültürlerini bir kenara bırakıp o kültüre seve seve entegre oluyorlar. Bir serap gibi bu ideali(?!) kovalamaya başlıyorlar. Taa mezara kadar…

Müslüman dünyanın da böyle bir aşağılık kompleksi içinde yüz yıldır bulunduğu su götürmez bir gerçek. Savaşlardaki yenilgiyi hiçbir zaman siyasi tutumda yahut askeri hatalarda görmeyip, ekonomik problemleri kendi hatalarına değil, talihinin kötü oluşuna bağlayıp, tüm günahlarını Yaratıcının boynuna asan ve “Herşey O’nun yüzünden oldu” diyerek bir nevi Rabbinden kaçan köle konumuna gelen Müslüman dünyanın, bir an önce Yunus misal “La ilaha illa ente subhaneke inni küntü minezzalimiyn” demesi kusursuzluğu Rabbine kusuru da ait olduğu yere nefsine vermesi elzemdir. Ancak o zaman bir Ninova’mız* olabilir.

Yine bugünün insanının ruh dünyasında çok mühim bir yer tutan, “neden?” sorusunun da kaynağı “Allah’ın eli sıkıdır” diye itikat etmektir. İstiva etmiş rahmeti göremeyen insanoğlu “neden savaşlar var, neden zulümler var, neden kötülük var, Allahın bütün bunlara verecek rahmeti yok mu?” demekte adeta Yaratıcı’yı sınırlı bir rahmetin sahibi ve onu da mutlu küçük seçkinler grubuna ancak pay eden bir İlah durumuna düşürmektedir. Böyle bir İlah tasavvuru ilk başta insanın ruhunu yaralamakta, onu kaygı, endişe, keder, karanlık dolu bir dünyaya çaresizce atmaktadır. Oysa ayette de buyurulduğu üzere “Allah’ın elleri alabildiğine açıktır” ve Niyazi Mısri’nin söylediği gibi “Allah’ın iki eli de sağ eldir.” Zira O mülk aleminde zıdları cem etse de, yani hayır ve şer gibi sağ ve sol el icraatları olsa da, herşeyin melekutunda mutlak hayır yaratandır. Her tür çirkinliğin, kötülüğün hatta şeytanın dahi yaratılması hakikat nazarı ile bakınca hayırdır. Her bir iş zahiren nasıl göründüğüne bakılmaksızın bir hayra hizmet eder. Dolayısıyla hakikaten lütfu da kahrı da hoş bir Rab’dir bizim Rabbimiz.

Yine O’nun yeryüzünün belli milletlerini kayırdığı zannı da tümüyle yanlıştır. Batıların talihine güzellik ve bizim talihimize zillet düştü anlayışı Tevfik Fikret gibi şairleri darmaduman etse de, şükür ki hakikat değildir. Zira en büyük nimet hapishanede arkadaşlarına Yusuf (as)’ın söylediği gibi “Vahiy”dir. Yaratıcı vahiyle bizimle konuşur, bizi önemser muhatap alır, bize gönlünü verirken, başkalarına kese kese altın vermiş çok mudur? Muhabbetin yanında malın bir hükmü olur mu? Rabbin muhabbeti bizimle olduktan sonra çuval giysek**, kulübede yaşasak ne çıkar! Öyleyse vahye muhatap oluşumuz bizim en büyük servetimizdir. Bu binlerce yıl secde etsek hakkını veremeyeceğimiz bir nimettir. Vahiy ise hidayet gibi cüz-i iradenin sarfından sonra kalbe ilka edilen bir nurdur. Bu yüzden ırka, sosyal statüye, cinsiyete, yaşa bakmaksızın her insana verilir. Allah’ın lütfu ile işaret edilen bu olsa gerektir.

Oysa İslam dünyası merhum Seyyid Kutub’un “Fi Zılal”de sözünü ettiği “Müslüman” konumundan “ehl-i kitap” konumuna düştüğünde, yani kitabı sadece elinde tutup kalbine sokmayan, yahut uygulamayan, ona tam teslim olmayan bir hale düçar olduğunda, bahtı ona küsmüştür. “İnsanlar kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” (Rad 11) ayeti bize eli sıkı olanın, kudreti dar olanın, anlayışı kıt olanın, sınırlı olanın kendimiz olduğunu anlamadıkça, Maide 64. ayetteki lanete muhatap olabileceğimiz endişesini vermelidir. Sonsuz olanı sınırlı olana uydurma çabamız, kitabı dünyamıza uydurma çabamız şeklinde tezahür etmekte “Fe ma yükezzibuke ba’du bi’d-din”(Tin7) hitabı ile dinin bir kısmını yalanlayan, işine gelmeyeni gözardı eden, Allah’ı arkasına atabileceği bir şeymiş gibi gören hastalıklı zihnimizi bir an evvel bir ameliyat-ı cerrahiye sokmamız gerektiğini alarmla haber vermektedir.

Başarıya, iktidara, güce, dönük bir anlayışın bize ne kadar zarar verdiği açıktır. Allah hiçbir vakit Yusuf (as)’ı baş döndüren güzelliği, vezirliği ile övmemiştir; onu iffeti, sadakati, ilmi ve o ilimle amel eden hikmeti ile övmüştür. Yine Hz. İbrahim mal mülk sahibi olmakla değil infak etmek sofrasına asla yalnız oturmamak, gökten inen meleklere varıncaya dek her gördüğünü yedirip içirmek sevdası ile methedilmiştir. Hz. Süleyman’ın iktidarı eğer bir taht hakikatle doldurulmazsa, üzerindeki bir boş cesettir denerek ikaz edilmiştir. (“Andolsun biz Süleyman’ı denemeden geçirdik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık. Sonra yine eski haline döndü” (Sad 34). Asr-ı Saadette de fetihten önce iman edenlerle fetihten sonra iman edenler arasındaki muazzam ayrıma dikkat çekilmiş, Müslümanlar yoksul, zayıf, zahiren başarısız oldukları zaman diliminde iman etmenin, hakikati görmenin değerli olduğu vurgulanmıştır. (Hadid 10)

Sapışımız çok acıdır. Gitgide daha çoğumuz zengin, güçlü ve başarılı olursak Allah’ın bizi daha çok seveceği, başarımızın bizden razı oluşunun bir alameti olduğu vehmine kapılıyoruz. En çok satılan kitaplarımız dahi başarı üzerine yazılmış olanlar. Başarı putuna sena etmeyen kaçımız kaldı, kişisel gelişim uzmanlarının ofislerini aşındırmayan, imaj biçimlendiricilerin seminerlerinden ayrılmayan, iktidar yolu gösterenlerin peşine kim olduğuna bakmaksızın takılan, hayattaki en büyük emeli bir dört çarpı dört cip olanların, üzerlerine marka giymedikleri zaman kendilerini eksik ve çıplak hissedenlerin, insanı değil üstündeki giysiyi görenlerin, sırf iktidardalar, belli güç merkezlerini, basın-yayın organlarını ellerinde tutuyorlar, kalabalık bir cemaatler diye birilerini eleştirmekten imtina edenlerin, birileriyle ilişki kurarken gerçekten muhabbetle hareket etmeyenlerin, “belki işimiz düşer, bir arayalım bakalım” diyenlerin arasında, hakikate teslim olan, rahmeti gören, kabahatini bilip çenesini kapatan, hiçbir şey vaat etmese de hakikate sevdalı olan kaç kişiyiz artık? Allah’ın elleri alabildiğine açıktır da, bizim ellerimiz ne durumda, biz ne kadar cömertiz, ne kadar infak ediyoruz. Bizim merhametimiz ne kadar geniş, adam kayırıyor, torpil istiyor kimini kimine sırf dünyevi nedenlerle üstün tutuyor muyuz? Güzel ve iyi olanı nasıl tanımlıyoruz? Bunun için ruhuna ve anlamına mı yoksa cesedine ve ambalajına mı bakıyoruz?

Korkuyorum, acaba lanetlenmeyi hak ediyor muyuz?


*Ninova: Hz. Yunus’un şehri, tarihte topyekün imana ermiş tek ümmet.

**Hz. Ebu Bekir bu muhabbetin neticesi her şeyini infak etmiş üzerinde çuval misal bir elbise ile kalakalmış, utanıp Rasulullah’ın (SAV) yanına çıkamamıştır. Cebrail gelir üstünde Ebu Bekir’in üstündeki çuvalın tıpkısı vardır, Efendimiz hayret eder, sebebini sorar, Cibril cevap verir tüm semada tüm meleklere emir geldi Allah hepiniz Ebu Bekir gibi giyineceksiniz buyurdu demiştir. Bu muhabbet aşk ile bir “Allah!” nidasından başka ne denilebilir? Allah bizi de böyle sevsin, sevdiklerine benzetsin…

  09.03.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut