Madde-i aslımız ve hakikatimiz üzerine bir okuma

Mona İslam

HİCR SURESİ içinde tekrar eden bir ayet dikkatimi çekiyor.

“Ve lekad halakna’l-insâne min salsâlin min hamein mesnûn”* “Yemin olsun ki, Biz insanı pişmiş çamurdan, şekillenmiş kara topraktan yarattık” buyruluyor. Sure içinde tekrar eden bu ayet-i kerimeye Kur’an-ı Hakim’in başka yerlerinde de rastlıyoruz. Bu sıkça tekrar ediş, bize bir şeyin altını çizme, vurgu yapma, sıkça unutulan bir hakikate işaret etme suretinde Risale-i Nur’da sunulan “tekrarın hikmeti” ile ilgili bahislerle beraber düşünülünce, ayrıca bir hikmet olduğu ima ediyor. “Acaba bu hikmet ne olmalı?” diyerek ayetin denizine bir dalgıç gibi derin bir nefes alıp dalıyorum. Kur’an denizinde yüzmek, ayetten ayete kulaç atmak ne kadar lezzet verici ise, derin bir nefes alıp dalışlar da o kadar hayret verici…

Yukarıda yazdığım meallendirme, Elmalılı’dan alınma, başka mealler ise pişmiş çamur anlamına gelen “salsal” kelimesine “kokuşmuş çamur” manasını vermişler. Besbelli ki, kullanılan bu kelimenin ikil manası büyük bir hakikate işaret ediyor. “Salsal” içi boş ve ses veren bir çömlek gibi bir nesneye, insanın aklına konuşma yeteneğine yani nefs-i natıkaya işaret ediyor. Onun pişmiş olması ise çömlek sağlamlamada kullanılan fırınlama yöntemini hatıra getiriyor. İnsan için bu dünya hayatı sufilerin dediği gibi, ham iken pişme ve olma yeri, adeta bir fırın. İçi boş ve ses veren çömlek fırınlanıyor ve pişiriliyor, bu onun daha sağlam olmasına yol açıyor. Tıpkı yaşanılan imtihan ve musibetlerin bizi olgunlaştırması gibi. Zaten imtihan kelimesinin de kamustaki manalarından biri “ateşe vermek” olunca, bu fırın anlamı iyice yerleşiyor zihnime.

Yine çömleğin boş olması da ilginç bir imge, zira insanın içinin bir şeyle doldurulacağını ima ediyor. İçi boş bir çömleğe mesela bir vazoya su koymak gibi içimize birşey doldurulacak demek ki. Tasarım buna göre yapılmış. O zaman ney misali müzik aletleri aklıma geliyor, bir nefesle dolacak insanın içi de, Tanrısal bir nefes bu, bir kutsal esin, bir ruh, bir vahiy, yahut bir üfleyiş. Ama bu üfleme de Rahmani veya şeytani olabiliyor elbette. Zira kainat boşluk kaldırmıyor ve Kutsal Ruh’la dolmayan bir insan, vahyin esintisiyle ses vermeyen bir kişi şeytanın üfürmesiyle ses verir hale geliyor. Ama illa ki ses veriyor. Ses vermemek ölüm demek.

Başka bir imgeye kayıyor hayalim bu kez, bir demirin ateşe sokulup iyice kızdırılması, nar gibi kızarması, sonra dövülerek inceltilip şekil verilmesi bizim hayatımıza ne çok benziyor diye düşünüyorum. İyice incelen ve istenilen şekle gelen demiri çeliklemek için su verilir ya, bu da bana musibetten sonra gelen ferahı, saadeti, dünyevi lezzetleri çağrıştırıyor. İnsan ateşle imtihanını verse bile, su ile imtihanını veremezse yani musibette sabredip nimette şükredemez, kendinden bilir, ve fahr ederse o zaman keskin bir kılıç olma serüveni son buluyor, işe yaramaz halde bir kenara bırakılıyor. Öyleyse ateşin de suyun da üzerimizdeki icraatına uygun hareket etmek, teslim olmak gerekiyor. Oysa keskin ve güçlü bir kılıç olmak, kadim düşmanımız şeytanla savaşmak için ne hayati bir ihtiyaç!

Diğer meallerde kelimeye “kokuşmuş çamur” manası verilmiş ki bu da insanın ikinci bir yönüne yani olmamış, pişmemiş, gaflette çürüyüp kokuşmuş haline işaret ediyor. Yalan söyleyen insandan çıkan berbat kokuyu düşünüyorum ve meleklerin ondan kaçışını, insanın dalalet vadilerinde yol aldıkça daha da kokuşacağı anlaşılıyor. Ana maddemiz “salsal” önümüze iki yol koyuyor, “pişmek” ya da “kokuşmak”. Bu da biz ev hanımlarının sürekli muhatap olduğu bir meseleyi, dolaptaki yiyecek maddelerini sebze ve et gibi pişirilmeyi bekleyen şeyleri hatıra getiriyor. Ya aldığınız eti ve sebzeyi pişirirsiniz nimet ve rızık olur, ya bekletir ve kokutursunuz nıkmet ve mikrop yuvası olur. Bizim de toprakta yetişen diğer ürünlerden bu açıdan bir farkımız yok.

Bu pişmiş çömleğe bir de şekil ve desen veriliyor, bu yüzden nakkaş eline bir çekiç ve bir sivri uçlu nesne alarak, tık tık üzerimize vurarak çalışmaya başlıyor. Bir kabartma, bir nakış bir resim, bir arma, bir yazı üzerimize kazınıyor. Darbeler ne bizi kırıp dağıtacak kadar sert, ne de kendi ham halimize bırakacak kadar hafif. Vasat bir ümmet için haddi vasat darbelerle tıkır tıkır işleniyoruz. Her birimizin nakışı, deseni, süsü ayrı. Bu da insana şariatın ana yolunun dışında verilen tarikatlarla, meşreplerle, hikmet, ilim ve irfanla ayrı ayrı meziyetlendirilmemizi hatırlatıyor. Öyle ya her birimizin hoşlandığı yol ayrı, meyillerimiz ayrı, aynı yoldakilerin bile o yolda seyr-i sulukü ayrı oluyor. Bu da zihnimi “Edep ya hu” sözü ile dolduruyor. Edep, incelik imbikten geçme, tortulardan süzülme, rafine olma, bedeviyetten medeniyete inkılab etme, teslim olmaktan, imana, imandan marifete ve muhabbete uzanan sürece işaret ediyor. Hepsi bir edeplenme, yontulma, şekillendirilme muamelesi değil mi? Bir ayetle bu kadar manayı yanı başıma getiren, kim bilir benim anlamadığım neleri daha içine derceden Allah’a hayretle, muhabbetle coşmuş bir hal ile okumaya devam ediyorum.

Surenin hemen devamında “Vel cânne halaknâhu min kablu min nari’s-semûm”** “Cinleri daha önce zehirli ateşten yaratmıştık” ayetini görüyoruz. Bu da bize bizden bir önceki varlık kategorisini haber veriyor. “Zehirli ateş” ibaresi de çok manidar, bu radyoaktif ışınlar gibi insanın içini delip geçen, nükleer sızıntı gibi bir şeyi çağrıştırıyor. Başka meallendirmelerde bu “görünmez ateş” olarak çevrildiğine göre, bu da cinlerin ikil tabiatına işaret ediyor. Mutlak özellikleri görünmezlik ama eğer düşman olurlarsa zehirli olabiliyorlar. Hiçbir şey yaratılış itibariyle şer olmadığı gibi, onlar da öyle değiller. Şerri dilerlerse kesbediyorlar. Böyle olunca da görünmezlikleri ve zehirleri onları en tehlikeli düşman haline getiriyor. Hayrı seçerlerse tüm faydaları ve güzelliği ile ışıl ışıl bir kor, büyüleyen bir alev oluyorlar.

İnsanın görünmez bir düşmanının olması, görülmediği yerden gözlenmesi ise bir korku imgesi olması bir tarafa, bize insana nasıl güvenildiğini de anlatıyor. Hemen klasik karate filmleri hafızamda canlanıyor, usta öğrencisini yetiştirir, hamurunu yoğurur, zorluklarla pişirir, olgunlaştırır ve ona güveni tamdır, bu yüzden rakibi ile karşılaşmasında onun gözlerini bağlar. Manen ona der ki “Sana güveniyorum, sen onunla gözleri bağlı iken bile dövüşebilirsin, bütün paramı, emeğimi, kalbimi senin üzerine yatırdım, beni mahcup etme”. Allah’ın bizimle böyle konuştuğunu hayalime getirince iyice heyecanlanıyorum. “Bu güvene layık olmak lazım, üzerimize yapılan tüm Esma yatırımını boşa çıkarmamak lazım, O’nu mahcup etmemek lazım” diyorum.

Beşer ve can kelimelerine takılıyor aklım, zira müteakip ayette Allah’ın meleklere bir beşer halife yaratacağı duyurusu yer alıyor. Beşer görünen, zahir olan, ortada olan demek. Görünmesi spot ışıklarının üzerinde olması anlamına geliyor. Sahnenin ortasında başrolde, alemdeki herkes onu izliyor. Kimbilir belki meleklerin nurdan olması ve insana secde etmeleri de insanın üzerinde bulunan ve onu görünür kılan ışığı da açıklıyordur belki. Işıkta olan görülür, karanlıkta olan görülmez. Demek cinlerin görünmeyişi de ışığın uzağında olmalarını sembolize ediyor.

Aynı zamanda aşağı aleme yani dünyaya, varlık kategorilerinin en altında bulunan toprağa ait. Onda yaşayacak, yerleşecek, sükun bulacak, toprak insanı, toprağın mucizesi. Ama O’na “min Ruhi” “ruhumdan” üfleyeceğim diye ekliyor. “Nasıl olur?” diyor melekler gibi insan da, varlık kategorileri olan ışık, ateş, hava, su değil de en sönük, en karanlık, en gösterişsiz olanı toprak seçilmiş insanın hammaddesi için, ve tüm isimlerin öğretilmesi için ona Allah’ın katından mahiyeti bilinmez, kimseye verilmemiş seçkin bir ruh verilmiş.

İnsanın bu tenakuzun nasıl okumalı? Bütün Esmayı taşıyan bir ruh ve aciz demirden taştan olmayan, bir mikropla bile devrilen bir beden. Sonsuzluk arzusu ve ağaçlar kadar bile yaşayamama hali. Bu nasıl biz izdivaçtır? Denklik bunun neresinde? Sonra zihnim Nemrutlara Firavunlara kayıyor. İnsanlık bu bedenle dahi böyle kendini Tanrı zanneden ahmaklar üretebildiyse demek daha latif, daha kuvvetli, daha kabiliyetli, daha ömürlü bir bedene sahip olsa, duvarların ötesini görse, uçsa, deniz diplerine dalsa, yıldızları dolaşsa, nur gibi ışıldasa, ateş gibi göz kamaştırsa o zaman şüphe yok ki nefis bu ağırlığı taşıyamayıp kahir ekseriyetle Tanrı olduğumuzu iddia edecektik. Demek bu ruh-u kebiri ancak bu cism-i sağir kaldırabilirmiş. Ancak o zaman insan hakikatini bilir de kibre düşmeden yoluna devam eder, ilahi bir ayna olabilirmiş.

Yine Rabbimizin İblis’e seslenişinde söylediği beni coşturan birşey hatırıma geliyor. “İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?”*** Tüylerim ürperiyor. Allah bir şeyin olmasını dilediğinde ona “Ol” der ve o da oluverir ayetini hatırlayıp, diyorum ki, “Bize bir değil iki eliyle dokunmuş, yani bize temas etmiş, yakınlığının en yüksek derecesini vermiş, sadece gözüyle değil, elleriyle de sevmiş bizi, bu nasıl bir muhabbet, bu nasıl bir seçip ayırma, kayırıp arka çıkma Ya Rabbi!” Allah’ın ellerini değdirdiği bir şey nasıl mübarek olmaz? Yaratılmış sayısız güzelliğe değil, yalnız bize dokunmuş O’nun elleri. Bu kalbimi muhabbetle bir nehrin yatağından taşması gibi taşırıyor, su gözlerimden dışarıya akıveriyor. Nasıl bir merhamet ve kıyamamazlık anlatıyor, bir büyük küçüğe “Seni ellerimle büyüttüm, yetiştirdim”dediğinde.

Su, bize cennetten verilen öz, cismimizin ekseriyeti olan madde, arzın toprağını iki kere kutlu kılan iksir. Bu bize hakir gördüğümüz arzî bedenimizin dahi mübarekiyetini anlatmıyor mu? İnsan tam da suyla toprağın, cennetle dünyanın uygun ölçüde karıştığı, doğru terkiple mezcedildiği yerde duruyor. Sanki anası toprak babası su, ana yurdu dünya, baba ocağı cennet gibi. Toprağı arzdan, suyu cennetten. Damarlarımızda dolaşan cennet suyu, hücrelerimizin arasında cennet pınarları, bizi cennete çeken öz. Öyleyse cennete dahi bu dünya kadar aşinayız. Toprağımızın bizi çektiği gibi çekiyor cennet de bizi suyumuzdan.

Annesi başka milletten başka coğrafyadan, babası başka milletten başka coğrafyadan, iki memleketli, iki evli, iki vatanlı, iki dilli bir varlık sanki insan, bu yüzden hep mahzun. Ana bir yerde baba bir yerde, ne biri ne diğeri olmadan yapamaz. Belki sırf bu boynu büküklük ebedi olmasın diye insan cennete giderken dünyasını da beraber götürecek. Ayrılık her cihette bitecek. Bilseniz bu benim için neler ifade ediyor?


* Hicr 26.

** Hicr 27.

*** Sad 75.

  28.02.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut