Paha biçilmez servet: özgürlük

Mona İslam

DEVRİMLERİN TÜMÜ ardında ezilmiş insan onuru bırakır. Bunun istisnası yoktur. İnsan hakları için mücadele eden devrimci projeler bile, devirdikleri yapıların altında kalacak masumları hesaplayamazlar. Zaten hesaplasalar devrimci olamazlar. Onlara göre sonuç başarısı yolu da meşrulaştırır. Önlerine çıkanı ezip geçerler. Daha büyük bir amaç için gözardı ettikleri insan hayatının kainattaki en büyük amaç olduğunun fakında bile değildirler. Gerçekte insanın hayat serüvenini özgür ve onurlu bir biçimde yaşayabilmesinden daha büyük bir amaç bulunamaz.

Allah’ın da istediği budur. İnsanlara özgürlük verir, seçeceklerine karışmazken, onlara kendisine başkaldırı hakkı dahi tanırken, başkalarına insan onurunu ve özgürlüğünü hiçe saymak haramdır. Kim adına, ne adına yapılırsa yapılsın, yapılan bu tip eylemler hakikatte şeytan adına yapılmaktadır. Oysa Allah bize şeytanın adımlarını takip etmememizi emretmiştir. Üstadın özgürlüğe yaptığı vurguyu iyice özümsemek, insanın dünya hayatında hangi yolu seçmiş olursa olsun mükerrem bir varlık olduğunu hatırda tutmak, insanların özgürlüklerinin sonlandırılmasını büyük Hesap Gününe, Yaratıcının yargısına bırakmak bizim de insaniyetimizi yüceltir. Yüce bir insaniyet olmadan iyi bir müslüman olunamaz. Zira vicdan taşımayan insan hiçbir şeyin “iyi”si olamaz.

Bir yeğenin amcasının karşısına dikilip elleriyle yetiştirdiği tütünlere, ömrünü adadığı tarlaya, tutkunu olduğu toprağa bir devrim adına el koyması, gözlerinin içine utanmadan bakması, yaşlı adamcağızın yüreğine indirmesi sonun başlangıcıdır. İdeolojiler size en yakınlarınızı bile düşman edinmenizi emreder. İslam ise kafir de olsalar akrabaya şefkati buyurur.

Bir sanatkarın hazırladığı gösteriyi, militer bir havaya sokmak ve buradan devrim propagandası devşirmek, o adamcağıza ya bizimlesin ya karşımızdasın demek, onu enstrümanıyla, notalarıyla hürmet edilecek bir yerden alıp, ucuz devrim marşları söyletmek insanlık dışıdır. Onuru çiğnenmiş bir sanatkar zaten ölmüştür. Siz onun bir güvercin gibi özgürce uçan Allah vergisi armağanını, böyle bir baskı ve zor altında ebediyyen öldürürsünüz. Özgürlüğün olmadığı yerde ne sanat üretilir, ne düşünce.

Bir akademisyeni üniversite kürsüsünde tehdit edip, onu bildiği inandığı değerlerin tersini öğrencilerine anlatmaya zorlarsanız, istifasını kabul etmezseniz, o ruha bin kurşundan daha fazla eziyet etmiş olursunuz. Ayetle sabittir ki, zulüm ve baskı öldürmekten daha şiddetlidir.

Ya da bir devrim şehidinin acılı eşini devrim malı sayar ve istismara yeltenirseniz, onun hüznünden reklam malzemesi çıkarabilir ve propaganda yapabilirsiniz. Ancak bu sizi ne onun, ne de başka kurbanların nazarında değerli kılmayacaktır. Artık şefkatle sarılsanız da ellerinizdeki masum kan unutulmayacak, insanlar size korku ve sindirme dışında hiçbir halle ruhlarının kapılarını açmayacaktır. Zira Allah kendisine karşı yapılanları affetse de, kul hakkını affetmez. Zalimler bu yüzden lanetlenir. Onlara sadece tevbe yetmez; göze göz, dişe diş bir keffaret gerekir.

Bu gibi durumlarda insanın hayatından evvel ruhunu düşünmesi icab eder. Evinizi terk edebilirsiniz, ailenizi bırakabilirsiniz, eşinizden ayrılabilirsiniz, her halükarda yaşamak ve yeniden kavuşmayı ummak mümkündür. Ancak ruhunuzu kaybederseniz, bir daha asla kavuşamazsınız. Özgürlük insan ruhu için vaz geçilmezdir. Ekmeksiz yaşanır, sürgün yaşanır, aşksız yaşanır, ancak özgürlük olmadan yaşanamaz. Gerçek esaret öyle bir haldir ki, sizden sadece itaat ve hizmet istemez ruhunuzu da ister. Zalime avuçlarınız patlarcasına canı gönülden alkış tutmanızı beklenir. Onun memnuniyeti ancak böyle elde edilebilir. Güce dayanan zorba iktidarlar daima ruhları yiyerek beslenirler. O ruhlarınızı bir şeytan hevesiyle arzu eder. Özgür bir ruh görmeye tahammülü yoktur. Hapiste de olsa, sürgünde de bulunsa, tek bir “seni sevmiyorum” fısıltısı, tek bir istiskal, beğenmeyen bir dudak büküş yıkabilir çünkü onun iktidarını. Kırılganlığı ölçüsünde zorbalaşır. Zayıflığı nispetinde övgü bekler. Kainatın bütününde hükmü geçmeyen, onu ecelden kurtarmayan sanal iktidarına ancak bol alkış ve tezahürat sayesinde inanır tüm Nemrutlar. Tebaasına “Beni en yüce ilahınızım, inanın n’olur!” diye yalvarır.

Sözünü ettiğim hikaye, Andy Garcia’nın çektiği Küba’nın ve 1958’lerin Havana’sında geçen bir dönem hikayesi. Özgürlüğün ve insan onurunun hikayesi. Kim demiş ki zenginler onursuz olur, mallarını kaybetmemek için ne gerekiyorsa yaparlar diye. Bize bunun tam aksi bir hikaye anlatmış Garcia. Batista baskısı altında ezilmekte olan Küba’nın zengin ailelerinden birine mensup bir adamın, Castro devrimi sonrasında işlettiği müzik kulübünü, ailesini, sevdiği kadını, ve ülkesini aksine tercih yapabilecekken, devrime birazcık sevimli gözükmekle halini muhafaza edebilecekken terk edişinin öyküsü “The Lost City”. Filmin kahramanı sevdiği her şeyi tek tek kurban eder, ona sadece onuru kalır. Artık onurun muhafaza edilmesinin mümkün olmadığını görünce de çekip gitmesi gerekir. Garcia’ya göre “Terk ettiğin yer sonsuza dek seninle yaşar”. Çünkü insan ruhu ölümsüzdür. Ruh baki ise sevdikleri de bakidir. İnsanın hayattaki tüm çabası ruhunu muhafazadan ibarettir. Zira ruh, muhafaza edilebilirse kainatın tamamını içinde barındırır bir mahiyet arz eder. Ve bunun için Nakşibendilerin dediği gibi “terk” lazımdır.

Kanaatimce bu ancak onuru ve özgürlüğü olmadan yaşayamayan insanlar için mümkündür. “Terk” öyle güçtür ki buna ancak onlar dayanabilir. Hicret etmek, terk etmek, bırakıp gitmek bazen yapılabilecek en büyük kahramanlıktır. Dünyanın böyle insanlara ihtiyacı var. Ceketini alıp gidebilen insanlara, her şeyi terk edebilen insanlara, eyvallah etmeyen insanlara, sahte kutsallarla manipüle edilemeyen, putları olmayan insanlara. Çünkü ancak putları olmayan insanlarla konuşabilirsiniz. Çünkü ancak “La” diyebilenler “Allah” diyebilirler. Çünkü vuslat terkten geçer.

  10.02.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut