Tarih sarmalar insanı

İlhan Kartal*

Yahya Kemal Beyatlı’ nın anısına

TARİH İNSANI SARMALAR. Bazen Haliç’in izbe sokaklarında sade bir sahabe mezarıyla kucaklar, bazen de Kudüs’te soluk mavi bir tabelaya nakşeder: Sultan Süleyman Caddesi: İngilizce, Arapça ve İbranice...

Kaçtıkça tarih kovalar, defettim dediğiniz anda karşınıza dikilir--ya tüm heybetiyle ya da mütevazı bir mezarla. Orta Asya’nın ortasında, Baykonur yolunda, ıssız bir çölün göbeğinde, yırtıcı kuşların kanatlarında, en yakın yerleşim yerinden saatlerce uzakta, yıkık dökük türbemsi bir mezarda. Duralım derler, durursunuz; Fatiha okuyalım derler, okursunuz. Kim ola ki bu kişi derseniz, “Korkut Ata’dır” derler, “hani siz Dede Korkut dersiniz...”

Yerinme Korkut Ata
Mezarım ıssız yerde
Şanını anlatanlar çok gördü
Bir garibe bir kabri bizim illerde.

Tarih çok şakacıdır, hiç olmadık yerde dikilir karşınıza, bir başka bozkırda, fakir bir köyün kenarında, Arpaçay’ın yanında, Ani adıyla. Yirmi küsur devletin, kavmin adı, tarihleri gözünüze sokulur iri puntolarla, kışladan çıkmışçasına büyük metal bir tabelada, Aslanlı Kapıda. Mesaj açıktır, kimse–özellikle o kimse–sahiplenmeye kalkmasın, burası çok el değiştirdi, borsada değerli bir kağıt misali, ama tahta kapandı, artık satış yok! İçinizdeki hınzır dürter sizi, Yunus’un mısralarını yazsana tabelanın en altına...

Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi

Tarih acımasızdır, unutmaz, unutturmaz. Çıkıverir karşınıza unuttuğunuzu sandığınızda, Karacabey pazarında, üç-beş Rum’un ihtiyar dudaklarında, köyünüzün eski adında. Endişeli gözler sorar umutla, götürür müsün bizi oraya? Kahveci, çocukları Nuri Dayıyı çağırmaya yollar, öyle ya, bu doksanlık fanilerin dilinden ancak doksanlık Nuri Dayı anlar. Tarih unutturmaz, Nuri Dayı hemen tanır Papazın kızını, yaşıtını, yetmiş seneden sonra. İkramlar, evlere davetler, meraklı kalabalık, ı-ıh, ihtiyarlar kilise der, mezarlık der, başka birşey demez. Bir tarafta tek-tük Rumca kelimeler, diğer tarafta yarım yamalak eski Türkçe, söyleşirler kendilerince. Sorarlar, neden gelmediniz bunca zaman köyünüze? İstedik derler, korkuttular bizi, Türkler sizi keser diye. Çok istedik derler, izin vermediler. Israr ettik derler, tehdit ettiler ve ancak Özal’la imkan bulduk gelmeye. Hadi gari derler, sohbet sonraya, kilisemizi görelim, ölülerimizi ziyaret edelim. Çaresiz götürürler. Kilise dediğin, yarısı yıkık iki duvar, içinde otlayan hayvanlar. Ayıp derler, bura kutsal, çok ayıp derler, bura Allah’ın evi! Hani helalleşmiştik derler sabahın seherinde, bir hasat mevsiminde, dere kenarında, hani emanet etmiştik sala binmeden önce kutsallarımızı size! Anlatamaz Nuri Dayı, susar, nasıl anlatsın dedelerinin emaneti caminin askere yatakhane, komşularının emaneti kilisenin atlara ahır yapıldığını? Nasıl anlatsın? Anlatamaz, susar. Mezarlık deyince dilsiz ağızlar, yere bakan yüzler yeterince anlatır olup biteni. Gidelim derler, artık veda zamanı... Dönerler, torunlarına bin hasretle anlattıkları köylerinden yurt belleyemedikleri memleketlerine ve Nuri Dayı evine. Kocamış bacaklarda ağrı, yüreklerde sızı, gözlerde hüzün. Dünya fani, vakit ayrılık vakti...

Asırlık öykü dediğin
Hepi topu kırk dakika
Şükrü’nün köy kahvesinde
Asırlık akasyanın gölgesinde

Tarih şaşırtır, en olmadık zamanda, hiç beklenmedik yerde. Diyojen’ in ayak izlerini ararken Hz. Hüseyin’ in (r.a.) torunu Seyyid Bilal (r.h.) karşılar sizi Sinop’ta küçücük bir tepede, şirin bir mezarlıkta, su ve kuş seslerinin arasında. Konstantinopol’ün fethine iştirak iken niyet, bir avuç Türkmen ile birlikte şehit olup Sinop’ta konaklamakmış akıbet. Hatalıydın, masuma kılıç çaldın diyerek homurdanınca halk, arkasından,diktirir Tekfur dört duvarı Seyyid’in mezarına, iktidarı kaybetmek korkusundan. Zamanla hatırlayınca büyük mahkemeyi Sinop Tekfuru, anlar yaptığının ne büyük hata olduğunu. Vasiyet eder; “Gömün beni Seyyid’in kapısına! Ziyarete gelenler çiğnesin mezarımın toprağını.” Vasiyet eder böyle; belki affedilirim umuduyla. Birleştirirler müslümanlar türbeyle camiyi bin sene sonra. Şimdi cemaate yoldaş Tekfurla Seyyid her vakit namazında. Birinin üstü hala toprak, öbüründe işlemeli sanduka.

Sorarlar Yahya Kemal’e Paris’te, “İstanbul’un nüfusu kaç?” “30 milyon.” “Yapma üstad” derler, “olacağını söyle, anlaşalım.” “Hayır” der, “30 milyon, çünkü biz ölülerimizle yaşarız.”

Gezdirir sizi tarih, kah trenle, kah arkadaşınızın gözüyle, hüzünlü yüreğiyle. Gitmeseniz de dolaşırsınız dinlerken arkadaşınızı, ecdad yadigarı camilerde, Kalkandelen’de, eski Üsküp’ün caddelerinde.

Sıkı sıkıya sarmalar insanı tarih, gün olur taş bir kitabede, gün olur Yahya Kemal’in dizelerinde:

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.

  08.11.2008

© 2021 karakalem.net, İlhan Kartal



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut