Frankfurt izlenimleri-I
Finans krizine ‘içeriden’ bir bakış

SON YAZIMDA, ‘para’dan anlamayan biri olduğumu en başta itiraf ederek, Amerika’dan başlayarak bütün dünyayı sarsan ‘finans krizi’ne dair kanaatlerimi aktarmış; meselenin, Washington’da oturan modern firavun taslakları ile Wall Street’i mekân tutmuş modern kârunların ‘karizmasını çizen’ boyutuna dikkat çekmiştim.

Yine, ‘para’dan ve ‘ekonomi’den anlamayan biri olarak, önemli olduğuna inandığım bir ayrım yaparak, “Ucu masumlara değecek hiçbir gelişme beni memnun etmez. Henüz boyutları ortaya çıkmamış bu ‘finans kriz’e, özellikle de reel sektörü de etkileyecek bir ‘ekonomik kriz’e dönüşme riskini gözönüne aldığımda, ‘oh olsun’ nazarıyla bakamıyorum bu yüzden” diye de eklemiştim.

Türkiye’nin ‘misafir ülke’ olduğu 60. Frankfurt Kitap Fuarı’na İstanbul Ticaret Odası’nın misafiri olarak katılan altmış isimden biri olarak 14-18 Ekim arasında bulunurken, 15 Ekim günü İTO’nun düzenlediği “Küresel İşbirlikleri İçin Yeni Seçenekler, Beklentiler” konulu panelde bu son yazımda yazdıklarımı bir kez daha hatırladım. Özellikle, Alman Sosyal Demokrat Partisi milletvekili ve Avrupa Parlamentosu Dış İşleri Komitesi üyesi Vural Öger’i, ekonominin doğrudan içinde bir işadamı olarak dinlerken...

Frankfurt izlenimlerimi birbiri ardı sıra yazacağım; ama önce, bir önceki yazıma denk düşmesi bakımından bu panelde hususan Vural Öger’in söylediklerini aktarma niyetindeyim.

Küresel kapitalizmin hâkim olduğu dünya ekonomik sistemi içerisinde iki farklı sistem var(dı) Öger’in belirttiğine göre. Bir tarafta finansa dayalı Anglo-Sakson sistem, öte tarafta reel ekonomilere dayalı sistem. Diğer bir deyişle, Amerika ve İngiltere üretim yapıp ürün satarak kazanmaktan ziyade ‘para satarak’ kazanmak üzerine kurmuşlardı sistemlerini. Amerikan ve İngiliz bankaları, bu şekilde ‘para satarak’ yürüyen bir ekonomik çark, bir saadet zinciri oluştururken, onların bu zinciri bugüne kadar getirebilmelerini sağlayan iki destekçileri vardı:

  1. Devletin piyasaya müdahale etmemesi gerektiğini, piyasadaki ‘görünmez el’in işleri kendi kendine düzenleyeceğini öngören liberal ekonomi anlayışı. Ki, İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan dönemiyle birlikte bu ekonomi anlayışı hakimiyetini perçinlemişti. Bu sebeple, büyük finans kuruluşları, onyıllarca ciddi bir denetimden geçmeden işlerini sürdürdüler.

  2. Sözümona ‘uluslararası’ finans derecelendirme kuruluşları. Bu kuruluşlar, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri ve bu ülkelerdeki finans kuruluşlarını sıkı sıkıya denetler ve notlandırmada son derece cimri davranırken, Amerikan ve İngiliz bankalarına hem iltimas geçtiler, ciddi bir incelemede bulunmadan hep yüksek not verdiler ve böylece gerek bu ülkelerdeki insanların, gerek bütün bir dünyanın bu kuruluşların mali yapısının sarsılmaz durumda olduğuna inanmasını sağladılar. Teknik anlamda tam olarak neye denk geldiğini bilmiyorum ama; Öger, ilgili kuruluşları bugün sistemin çöküşünün altyapısını hazırlayan ‘subprime mortgage’ için ilgili rating kuruluşlarının sürekli ‘pozitif’ notu verdiğinin altını çizdi.

Bu rahatlık içinde, Anglo-Sakson yatırım bankacılığı sistemi kendisine serbest bir gelişme imkânı buldu. Sistemin bugün çökmesine yol açan ‘mortgage’ krizine, uzun yıllar önce, bu rahatlık içinde girilmiş oldu. Öger’in deyişiyle, ‘para’ satarak ve ‘güven’ oluşturarak, ilgili bankacılık sistemi eldeki paranın üçyüz katı bir büyüklük oluşturdu. Ellerindeki toplam para 2 trilyon dolar olduğu halde, kağıt üzerinden 600 trilyon dolarlık bir suni piyasa oluşturdular. Bu süreç içinde, iyi denetlenmeyen ilgili bankaların yöneticileri, kendi primlerini yükseltme derdinde, iyi bir araştırma yapmadan, neredeyse yoldan geçen adamı kolundan tutup içeri sokarak uzun vadeli ev kredisi (mortgage) verdiler; üstelik bazıları bu işi, ev almak istersen, araba kredisi de bizden noktasına kadar getirerek. Bu insanların topluca ödeme güçlüğüne düştüğü anda sistemin çökeceği belliydi; öyle de oldu. Öger’e göre, bunun üç ana sorumlusu var: (i) Anglo-Saksan bankacılık sisteminin yöneticileri, (ii) ultra liberal ekonomik anlayış içinde bu sistemi denetlemeyen devlet adamları, (iii) uluslararası finans derecelendirme kuruluşları.

Öger’in belirttiğine göre, sistem çöktü. Önümüzdeki dönemin ekonomik anlayışında iki unsur öne çıkacak: (1) ekonominin işleyişi ‘bırakınız yapsınlar’cı anlayıştan devletin daha müdahil olduğu bir yapıya doğru evrilecek, (2) ‘finans’ın değil ‘reel sektör’ün öne çıktığı bir ekonomik sisteme geçilecek.

Öger, bu sistem dahilinde, dünyanın ekonomik ağırlık merkezlerinin de değişeceğine dikkat çekti. New York ve Londra’nın yerine Dubai gibi, Şanghay gibi yeni ağırlık merkezlerinin oluşacağı tahminini dile getirdi. Sebebini de, finansa dayalı bir ekonomik sisteme sahip olup ‘tüketerek’ büyüyen Amerikan ekonomisinin 2 trilyon dolar açık vermesine karşılık, reel ekonomiye dayalı olup ‘üreten’ Çin’in 2 trilyon dolar fazla vermesini örnek olarak gösterdi. Avrupa örneğinde ise, meselâ Almanya’nın ‘reel ekonomi’ye, ‘üretim’e dayalı yapısı içinde krizden daha az etkilenerek çıkacağını, ama finansa dayalı ekonomilerin ciddi yaralar alacağını söyledi. Fransa, İspanya, İtalya gibi ülkeler dış açık verirken; üreten bir ülke olarak, meselâ dünyanın en iyi arabalarını ve en iyi makinelerini üreten ülke niteliğini koruyarak Almanya’nın para olarak Avro’yu ve birlik olarak AB’yı Almanya’nın ayakta tutuyor olduğunu söyledi. Bununla birlikte, Avrupa ülkelerinin son finans krizinde ‘bekleyelim görelim’ düşüncesiyle geç adım atmalarının AB için pahalıya mal olduğunu söyledi.

Gelelim, Öger’in Türkiye için söylediklerine: Öger’e göre, Türkiye ‘finans krizi’ni 2001’de yaşadığı ve bu tecrübe üzerine bankacılık sistemi üzerinde BDDK ile çok sıkı bir denetim getirildiği için, keza üreten bir ülke haline geldiği için krizden nisbeten daha az etkilenecek. Türkiye’nin, iki önemli imkânı var: Birincisi, petrol gibi bir gelire yaslanamaz durumda, ‘hammaddesiz’ bir ülke olduğu için, ancak üreterek büyümeye mecbur durumda olması. “Allah’tan, Türkiye’de çok petrol yokmuş” dedi Öger. İkincisi, Türkiye’nin genç nüfusunun, hele ki eğitimli olarak, ekonomiye ciddi bir ivme kazandıracağını söyledi.

Öger’e göre, bu durum Türkiye’yi ‘üreterek büyüyen’ bir ülke olarak “Avrupa’nın Çin’i” yapacak.

Bunlar, içinde ‘maneviyat’ olmayan, salt ekonomik açıdan yaşananlara bakan gözlemler. Ama neler olup bittiğine dair, ufuk açıcı notlar taşıyor. Aktarmak istedim.

Bir sonraki yazıda, yine aynı panelden bir başka konuşmaya dair notlarımı aktarma niyetindeyim. Sonra da, bir-iki yazıda Frankfurt’a, özelde kitap fuarına dair izlenimlerimi aktaracağım inşaallah...


Not-1: Panele katılan Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, bol İngilizce kelime içeren konuşmasında bu finans krizinden Türk bankacılık sisteminin çok ağır şekilde etkilenmeyeceğini, çünkü 2001 tecrübesinden dolayı zaten hem onların ders aldığını, hem sıkı denetlendiklerini söylemişti. Vural Öger, bu konuda ‘ironik’ bir katkıda bulundu. “Türk bankaları etkilenmez; çünkü onlar sırtlarını sağlam yere dayamışlar. Paralarını mortgage’a bağlamak yerine, çok iyi faizlerle hazine bonoları ile devlete satmış durumdalar” dedi.

Not-2: Bugün internet sitelerinde, Öger’in konuşmasında bugünkü ekonomik krizin en önemli sorumlularından biri olarak zikrettiği, Amerikan Merkez Bankası’nın eski başkanı Alan Greenspan’ın Senato’daki oturumda kendi sorumluluğunu ‘kısmen’ kabul ettiğini okudum. Öger’e göre, baş sorumlulardan biri o; çünkü ‘ultra-liberal ekonomik anlayış’a yürekten iman ederek, devletin finans piyasalarına müdahalesini sürekli engelledi. Ama tablo ortada: devlet bir hakem olarak işin içine girmeden, finans piyasasının kendi başına ‘adil’ ve ‘sürdürülebilir’ bir yapı inşa edemeyeceği görülmüş oldu.

  24.10.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut