Denemeler

Tüketen Tükenir

BOŞ SÖZLERİN karın doyurmaz hale geldiği günlerdi. Boş sözler hiçbir zaman karın doyurmazdı zaten. Ama, peynir gemisini dahi yürütmeyen lâflarla devlet gemisini yürütmeye çalışanların varlığı aşikârdı, ve onlardan sâdır olan boş sözlerle bir dönem için sanal bir doygunluk hissine kapılanlar vardı. Ne ki, olan olmuş, yanlış hesapların muhakkak fıtrattan döndüğüne; zira, Fâtır-ı Hakîm'in koyduğu 'kanun-u fıtrat'ın önüne geçip âdetullahın akışını değiştirmeye kulların gücünün yetmeyeceğine bir kez daha şahit olunmuştu.

'Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi'nin sebebi, bir söz, yahut birkaç söz olamazdı. O birkaç söz, olsa olsa, bardağı taşıran son damlaydı belki. Ve krizin kat kat sıralanan bir dizi sebebi içinde en temellisi ve en altta durduğu için en az görüleni, herhalde, 'Samediyet' hakikatinin ihmaliydi. "Allahu's-Samed" dersine çalışmayan, kul olduğunu unutarak Samed rolü oynamaya kalkışan kullar vardı; ve, krizden alınacak en temelli ders, kulun ancak kul ve ancak Allah'ın Samed olduğunun idraki olmalıydı.

Kullar yaratılmışlardı, ve yaratılmışlar Samed olamazlardı. Zira, adları üstünde, 'yaratılmış'lardı, varlıkları kendilerinden değildi, var olmaları ve varlıklarını devam ettirmeleri kendileri dışında birine bağlıydı. Samed ise, varlığı kendinden olandı, var olmak için başka hiçbir şeye muhtaç olmayandı; birşeyi var kılmak için de başkasına muhtaç değildi üstelik. Zât-ı Ehad-ı Samed'in var olmak için kimseye ihtiyacı yoktu, ama O'ndan gayrısının var olup var kalmak için O'na muhakkak ihtiyacı vardı.

Açıkçası, Samed olan, varlığı, kudreti, ilmi, serveti, ikramı, ihsanı kendinden olandı. Rabbimiz, servet ve gınâsı hadsiz olup başka herkese karşı sonsuz derecede müstağni bir Ganiyy-i Mutlak ise, bu, Samediyet sırrındandı. O, Ali'den alıp Veli'ye verenlerden değildi. Veli'ye vermek için Ali'den almaya muhtaç olanlardan hiç değildi.

Gelin görün ki, vermek için kendisi almaya muhtaç bir yapı, sittin senedir Samediyete lâyık bir edayla sunmuştu bize kendisini. Sanki yanında bitmez tükenmez hazineler varmış gibi, sanki elindeki avucundaki kendindenmiş ve sonsuzmuş gibi, elindekini saçıp dağıtmıştı. Gerçekte, bizden alıyor, başkasına veriyordu. Samed değildi yani. Almadan veren değildi; olamazdı da. Ama Samed-misal bir edayla veriyordu. Samed değil, aciz olduğunu; baki değil, fani olduğunu bilmiyordu. "Mâ indekum yenfedu ve mâ indallahi bâk" âyetiyle verilen "Sizin yanınızdaki tükenir, Allah'ın katında olan bâkidir" dersini ise hiç mi hiç bilmiyordu.

Oysa, Samed olmayana yakışan, Samed olmadığının bilinciyle davranmaktı. Meselâ, vermek için almaya muhtaç ise, alış-veriş dengesini kurmaktı. Ayağını yorganına göre uzatmak, giderini gelirine göre ayarlamaktı. Böyle olmazsa, günün birinde denizin tükeneceği muhakkaktı. Elinde olanı veren devletlûlarımız vermek için almaya muhtaç oldukları, yani Samed olmadıkları için, "Devlet malı deniz" sözüne inat, "Deniz bitti" durumuna gelinmişti işte. Motoruna giren benzinle çalışan araba, deposunda motora girecek benzin olduğu müddetçe çalışırdı. Gider oluyor ama gelir sağlanmıyorsa, veyahut gider hep gelirden fazla oluyorsa, bu işin bir yerde tökezleyeceği muhakkaktı. Samed olan Rabbimizin, Samed olması imkânsız biz kulları için yazdığı bir 'âdetullah' vardı: Aldığından fazlasını veren her yapı, on, dokuz, sekiz, yedi.. derken, kendini yer bitirirdi. Tüketen, tükenirdi!

* * *

Heyhat ki, devletlûlarımız, 'yabancılaşma' denen illetin en feci cinsine yakalanmış; Samed olan Rablerine karşı da, Rablerinin "Sizin yanınızdaki tükenir" diye uyaran Kur'ân'ına karşı da yabancılaşmış haldeydiler. Kâinata da yabancılaşmış idiler üstelik. Kâinata bakıp ondan âdetullahı devşirecek durumda değillerdi. İhtimal, Bahçıvan misali bir filmi de bugüne kadar hiç seyretmemişlerdi; zira, icraatlarında, hiç olmazsa bu filmi seyretmişliğe dair bir iz, bir emare bulunamıyordu. Oysa bu sımsıcak film koskoca 'devlet sorunları'na bütün hayatı bahçede geçmiş bir bahçıvanın çiçeklerden aldığı âdetullah dersiyle getirdiği manidar cevapları ironik bir üslupla dile getiriyordu. Devletlûlarımız yalnızca bir gün kâinata açılıp sırf bir ders ve ibret nazarıyla bağ bayır dolaşmışlar mıydı acaba? Evlerindeki saksılara su vermeyi kendine vazife edineni var mıydı? İçlerinde birkaç günlüğüne olsun bir inek, kuzu, kuş veya civciv besleyen mevcut muydu?

Herhalde yoktu. Zira, öyle olsa, hiç olmazsa kâinattan bir 'iktisat' dersi almış olurlardı. Hatta, bunca senelik ekonomi, işletme, yönetim bilimi vesaire eğitiminin veremediği bir dizi dersi bilfiil alma imkânı bulurlardı. Meselâ 'denge' denilen şeyi herhalde ancak o zaman lâyıkınca kavrar; ödemeler dengesi gibi, denk bütçe gibi, gelir-gider dengesi gibi sözleri ve kavramları o zaman iyice dikkate alırlardı. Zira, kâinat, içindeki her bir şey ile, bize 'denge'yi ders veriyordu. Adl olan, Mukaddir olan, Hak olan Rabbimiz, herşeye ihtiyacı kadarını, istihkakı olanı ve onun için gerekeni veriyordu. Ne aza sapıyor, ne israfa kayıyordu. Kâinat, baştan sona, bir 'iktisat' laboratuvarı gibiydi; içindeki herşey, 'iktisat' ve 'israfsızlık' dersini veriyordu. Saksıdaki çiçek su verilmediğinde kurur, fazla su verildiğinde çürürdü meselâ. 'Ekonomik' davranmak, 'iktisat'lı olmaktı, maksada uygun davranmaktı, gerekli yerde gerektiği kadarını kullanmaktı. Meselâ çiçeğe ne az vermeliydi, ne de çok; gerektiği kadar vermeliydi. Keza, aç bırakılan kuzu açlıktan öldüğü gibi, aşırı yemek de aynı kuzuyu ölüme götürürdü. Sözün kısası, 'denge,' 'iktisat,' 'israfsızlık,' kâinattaki her bir şeyin bize her daim fısıldadığı hakikatlardı.

Kâinatın bize fısıldadığı başka hakikatlar da vardı. Sürekli değişmeler, altüst oluşlar, gelgitler içinde, kâinat sabitkadem, hep aynı minval üzere yürümeyen bir âlemde yaşadığımızı da her an fısıldayıp duruyordu. Şu kâinatta, çok hikmetlere binaen, daimî bir faaliyet, sürekli bir yenilenme, devamlı bir dalgalanma vardı. Bugün havanın ılık oluşu, yarın soğuk olmayacağının teminatı değildi. Bu yıl yağmurların bol oluşuna bakıp ertesi sene kuraklık olmayacağını söyleyemezdiniz. Bugün sapasağlam ayakta gördüğünüz bir insanı üç gün veya üç saat sonra ölüm döşeğinde bulabilirdiniz. Kadîr-i Zülcelâl, çok hikmetlere binaen, özellikle de mutad bir işleyiş gördüğü yerde Rabbinden gaflet edip olup biteni sebeplerden bilmeye yatkınlığımıza binaen, bir 'faaliyet-i dâime' içinde yaşatıyor; gelgitler, dalgalanmalar, iniş-çıkışlar, değişimler ve dönüşümler içinde işgörenin Müsebbibü'l-Esbab olduğunu görmemize imkân hazırlıyordu.

Meselâ, her sabah ekmeğini hazır bulan, her ay edineceği gelir belli olup her ay başında buna her hâlükârda kavuşan biri, Rabbini ne kadar hatıra getirebilirdi? İnsanlar Rablerini yağmurlar mutad biçimde yağdığında mı daha çok hatırlıyorlardı, yoksa yağmur mevsimi yağmursuz geçtiğinde mi? Rablerini her gece rahat döşeklerinde mışıl mışıl uyur halde mi hatırlamışlardı, yoksa döşekleriyle birlikte evlerinin bir büyük deprenmeyle sarsıldığı günlerde mi?

Şu dünyayı Kendi cemal ve kemalini gösteren bir ayna sûretinde yaratan Kadîr-i Zülcelâl, insanı o aynadaki tecellilere bakıp Rabbini esmâ-i hüsnasıyla tanımasını mümkün kılacak imkânlarla donatmıştı. Kâinatta gördüğümüz daimî iniş-çıkışlar, gelgitler, değişimler, dönüşümler, deprenmeler ve dalgalanmalar da, determinizm ve gaflet perdesini kırdığı için, bu imkânlar arasındaydı.

Rabbinin yarattığı kâinata en dikkatli nazarla bakıp kâinat tablosunda Rabbinin verdiği dersi en iyi aldığı için Fahr-ı Kâinat olan Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) buyurduğu üzere, 'her yükselen şeyin inişinin olması,' işte bu sırdandı. İnsanın darlık-genişlik, sıkıntı-rahat, elem-sevinç, kolaylık-zorluk salınımları içerisinde yaşaması da bu sırdandı.

İşte bu sırdan dolayı da, en başta kâinatın gösterdiği bir başka hakikat daha vardı. İnsan hariç, kâinattaki hiçbir şey, hovarda değildi, müsrif değildi, hesapsız-kitapsız değildi. Bilakis, tedbir ve ihtiyat da, kâinatın bize bildirdiği hakikatlardandı.

En başta, yazı kışın da bilinciyle geçiren o küçücük karıncalar bu tedbir, tedvir ve ihtiyat hakikatının bir mümessili değiller miydi? Bize şifalı balı Rabbinin izniyle sunan arı, o balı biraz da kendisinin çiçeksiz kaldığı zamanlar için depoluyor değil miydi? Çöl hayvanı deve, susuz çölde su bulduğunda içiyor; ama içtiği yüz küsur litre suyu bir ilâhî hesapla ve tam bir iktisatla kullandığı için susuz çölde yirmi gün su içmeden durabiliyor değil miydi? Susuz çöllerin dikenli bütün bitkileri ise, devenin dahi ancak yirmi gün dayanabildiği susuzluğa sımsıcak bir yaz boyunca dayanabiliyorlarsa, bu, yağmurun yağdığı nadir zamanlarda topraktan emip 'susuz gün' için dikenlerinde sakladıkları su sayesindeydi. Bir aslan, bir av yakaladığında doymak bilmez bir iştihayla onun tamamını hemen mideye indirmezdi; ihtiyacı kadar yer, sonra avını toprağa gömer, acıktıkça gidip biraz daha yer, günlerce o bir avla idare ederdi. Hem, her bedenóister insanın olsun, ister hayvanınózor zamanlarda kullanılacak birşeyler saklar, yediğimiz gıdaların bir kısmını bu iş için yağ suretinde depolardı.

Rabb-ı Rahîm, kâinatın her bir karesinde görebildiğimiz bu tedbir ve ihtiyat gerçeğiyle, yaşadığımız bu belirsizliğe maruz âlemde biz kullarına bir yol, bir iz göstermekteydi. Sair mahlukat gibi, biz insanlar da iniş-çıkışlar yaşayabilirdik; bir ülke bir dönem rahat yaşayabilir, bir sonraki dönem daralabilirdi. Varlık O'ndan geldiği gibi, O'ndan darlık da gelebilirdi. O, Bâsıt, yani genişleten olduğu gibi; Kâbız, yani daraltandı da. Yükselten O olduğu gibi, Hafîd olan, yani alçaltan da O'ydu. Nitekim Kur'ân-ı Hakîm defaatle darlığı verenin de, genişletenin de O olduğunu; dilediğinin rızkını genişletip dilediğinin rızkını daraltmaya ancak O'nun gücünün yettiğini ders veriyordu.

O yüzden, ne darlık anında karamsarlığa düşmeli, ne varlık anında har vurup harman savurmalı idi. Varlık anında ihtiyaç kadarını kullanıp gerisini tedbir ve ihtiyat akçesi olarak bir yere ayırmalı, darlık zamanında o ayırdığımızı istimal etmeli idi. Tüketen, tükenirdi.

Ki, 'darlık' denen şeyi ilk kez yaşayan ülke şu ülke olmadığı gibi, 'ekonomik kriz' denen şeyin ilk kez görüldüğü zaman 2001 değildi. Tarih boyu, her çağ ve hemen her ülkenin insanları, bolluk ve refah zamanlarıyla darlık ve sıkıntı zamanları arasında salınıp durmuşlardı. Bu salınımı kazasız-belasız atlatanlar, kendisinin Samed olmadığının bilinciyle davrananlar, hesabını-kitabını bilenler, elinde ne var ne yok hepsini savurup atmayanlardı.

Öyle ki, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam dahi müthiş bir daralmaya maruz kalınan zamanlar yaşamıştı. O, Rabbimizce, mü'minler için 'en güzel örnek' olarak seçilmişti. O yüzden, feleğin her türlü cefasına da, safasına da muhataptı; tâ ki, hayatlarının değişik zamanlarında benzer halleri yaşayan mü'minler onun örnekliğinde istikametli bir çıkış yolu bulsunlar; tâ ki, safada da, kederde de, sapmadan ve saptırmadan yaşasınlar.

Mekke müşriklerince üçbuçuk yıl sürdürülen ambargo, bu darlık zamanlarının iktisadî anlamda en şiddetlisi idi muhtemelen. Bu dönem, Hz. Hatice'nin, Hz. Ebubekir'in, başka birçok güzide sahabinin önceki dönemde edindiği birikimi ciddi ölçüde eritmişti. Ama, olaya bir de şöyle bakmak kesinlikle gerekliydi: Önceki dönemde israf etmeyip ihtiyaçları kadar harcayabildikleri, geri kalanı bir kenara bırakabildikleri içindir ki, Mekke müşriklerinin bu müthiş 'dize getirme' ve 'boyun eğdirme' planına direnebilmişlerdi!

Öte yandan, Medine'de de, rahat günler kadar, zor günler olmuştu. Meselâ kurak geçen yıllar vardı, başka diyarlardan yiyecek getiren kervanların da geciktiği aylar vardı, o yüzden fiyatların tırmandığı zamanlar vardı.

Böylesi zamanları nasıl okumak gerektiğine dair dersin özü, bir enflasyon ortamında Resûlullah'ın diline "Allah Kâbız, Bâsıt ve Rezzak'tır" şeklinde yansımıştı. Allah, verdiği nimetinin kıymetini bilmemiz için bazan darlık ve yoklukla imtihan ederdi bizi. Kâbız'dı yani; dilerse, daraltırdı. Ancak, bu nimetin kıymetini bilen ve O'nun Kâbız da olduğunun şuuruyla kâinattaki iktisat ve ihtiyat dersiyle hareket eden kullarını ilelebet darlıkta da bırakmazdı. Zorluk, iki kolaylık arasındaydı. Kıymeti bilinmeyen genişliği darlık izlediği gibi; verdiği dersin iyi çalışıldığı darlığı genişlik takip ederdi. Kâbız ismiyle daraltan Allah, Bâsıt ismiyle genişletirdi de. Ve her hâlükârda, Rezzak'tı O; her hâlükârda rızık O'ndandı; gerektiğinde verdiği rızkı daraltması da Rezzakiyet sırrındandı.

* * *

Resûl-i Ekrem (a.s.m.), her daim güllük-gülistanlık olan bir dünyada yaşamamıştı kısacası. Onun hayatında da darlık ve sıkıntı günleri vardı. Ve böylece, onun hayatı, hepimizin darlık ve sıkıntı günlerini maddî-manevî en az hasarla, daha doğrusuótam riayet edebilirsekósıfır hasarla atlatmamızı mümkün kılacak reçeteler sunmaktaydı.

Hayır; likidite açığı, parite, dalgalı kur, resesyon, stagflasyon gibi bir dizi kavramla gelen karmaşık bir analiz ve kafa karıştırıcı bir reçete sunmuyordu Resûl-i Ekrem. Yalnızca ekonomistlerin anlayacağı, onların da önemli kısmının yanlış anlayacağı, o yüzden her birinin yekdiğeriyle öyle değil böyle diye didişip duracağı formüller önermiyordu. İnsana, ancak bir bütün olarak ülke ekonomisi düzlüğe çıktığında rahatlayacağını ihsas eden; dolayısıyla, başka müsrifler ve hesapsızlar olduğu müddetçe insanın halini perişan, kendini çaresiz hissetmesine yol açan 'makro analiz'ler de getirmiyordu. Onun getirdiği çözüm, kâinatın her daim verdiği dersti. Bunlar, akılsız şuursuz karıncalar, arılar, develer ve devedikenleri dahi uygulayabildiğine göre, şu veya bu düzeyde akıl sahibi kılınmış her insanın rahatlıkla anlayıp uygulayabileceği ölçülerdi. Üstelik, bu ölçüler, bizim uygulamaya koymamızın ancak başka herkesin de uygulamasıyla işe yaradığı türden ölçüler değildi; kimse uygulamıyor olsa dahi, bunları kendi kendimize uygulayabilir durumdaydık.

Resûl-i Ekrem'in sunduğu reçetede en müessir iki ilaç olarak 'iktisat' ve 'kanaat' vardı. O, "İktisat eden, maişetçe aile belası çekmez" buyurmuş; geçim derdinin çaresi olarak iktisadı sunmuştu. "Peygamberliğin yirmibeş şubesi vardır, bir şubesi de iktisattır" buyuran da oydu. Yani, iktisat ettiğimiz müddetçe peygamberlerin izi sıra yola koyulur, hesapsızca saçıp savurduğumuz müddetçe deóKur'ânî ifadeyleó'şeytanların kardeşi' olurduk. Yine Resûl-i Ekrem, 'kanaat'i 'kenzun lâ yefnâ' olarak tarif etmişti bize. Kanaat 'bitmez tükenmez bir hazine' idi yani. Kanaat eden, elindeki ile doymayı bilirdi, 'yiyip de doymayanlardan' olmaya yeltenmezdi. Bir hafta ekmek almaya yetecek parası varken, bir gün pasta yiyip altı gün aç gezmeye girişmezdi. Hatta, yedi gün pasta almaya yetecek parasını dahi yedi gün pasta yemekle sarfetmez, kanaati sayesinde bir kısmını 'tedbir' ve 'ihtiyat' olarak bir kenarda tutar, bir kısmını ise 'infak' denilen imanî hasleti işletip muhtaçlara sunardı. Ve yine kanaat eden, 'büyüme'yi ister ve bilir ve ancak ağaç gibi büyüyebilirdióateş gibi değil!

'İktisat' ve 'kanaat'i hafife alan ise tüketir, ve böylece tükenirdi.

* * *

Ne ki, herkesin anlayabileceği kadar sade ve herkesin uygulayabileceği derecede açık bu iki ölçü, 'hafif' gelmişti birilerine. 'Determinable' olmayan bir dünyada ekonomiyi 'determinable' kılacağını sanan; çok hikmete binaen daimî değişim ve dönüşümlerin yaşandığı belirsizliklere yüklü şu âlemde karmaşık analizlerin eşliğinde herşeyi yola sokacak sihirli formüller aramaya kalkışan birileriydi bunlar. 'İktisadî hayat' dediğin, 'ekonomi yönetimi' dediğin, bu kadar basit olur muydu canım!

Hatta, bu nebevî ölçüleri hafife almanın ötesinde, karşısına alanlar dahi vardı. Seneler ve seneler önce, tam da "Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir" hadisini zikredip, "Kanaati kenz-i lâ yefnâ bilmek felsefesine son vereceğiz" diyenler vardı. Öte yandan, ahirzamanda geleceği haber verilen dehşetli şahs-ı manevînin hadiste 'eli delik' olarak tarif olunması elbette manidardı.

Sonuçta, kim kanaati bitmez tükenmez bir hazine bilmekten vazgeçmişse, ya maddeten ya manen, sıfırı tüketmişti. Kim eli delikler hanesine yazılmışsa, kendisiyle birlikte yaşadığı ülkeyi de bir iktisadî felâkete sürüklemişti.

İşte, şu son krizi alalım. Bu krize nasıl gelinmişti? Bu krizin en önemli iki sebebinden biri, devletin elinin delikliği, yani ne toplarsa toplasın elinde tutamayıp savurması, yani 'iktisatlı' değil de 'israflı' oluşu değil miydi? Meselâ, dünyanın en fazla 'makam arabası'na sahip ülkesi değil miydi burası? Bu krizin ikinci önemli sebebini ise, yolsuzluklar oluşturuyordu. Peki, yolsuzlukları kim yapıyordu? Devleti dolandıran, bankaları hortumlayan, özel ilişkiler yoluyla haksız kazanç kanalları açan bu insanların ortak özelliği 'doymak bilmez bir hırs' mı, yoksa 'kanaat' mı idi? Kanaatkâr bir insan, israfa veya yolsuzluğa tenezzül edebilir miydi?

İşte, hafif görülen ve hatta kendisine savaş açılan iki nebevî ölçü olarak 'iktisat' ve 'kanaat'a riayet edilmediği için devletin iki yakası biraraya gelmemiş, gelirler giderleri karşılamaya kifâyet etmemiş, ve aradaki boşluğu hep iç ve dış borçla kapatma cihetine gidilmişti. Eski borçlar, eski borçların faiz yükü, eskinin faizini ödemek için alınan yeni borçlar, israfın ve yolsuzluğun getirdiği açığı kapatmak için alınan yeni borçlar, yeni borçların faiz yükü.. derken, deniz bitmişti işte!

Bana kalırsa, el delik olduktan sonra, hiçbir makro ekonomik analiz, hiçbir ekonomik program, hiçbir iktisadî deha, bu kısırdöngüyü çözemezdi. Delik eli tedavi edip para tutar hale getirmenin reçetesi ise, yalnız ve ancak, 'iktisat' ve 'kanaat' idi. Kâinatın, Kur'ân'ın, Resûl-i Ekrem'in ve hayatın beraberce verdiği 'ekonomi' dersine riayet idi.

Doğrusu, "Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir" hadisine savaş açan zihinlere ideolojik kölelik sürüp gittiği müddetçe, geniş dairede ciddi bir rahatlama ve açılım umuyor değildim. Hem, hepimizi şu veya bu derece etkiliyor olsa dahi, bu darlık ve krizi birinci derecede önemsiyor ve umursuyor da değildim. Çünkü, birileri uysun uymasın, peygamber sözü peygamber sözüydü ve reçete reçeteydi. Birileri uymuyor ve hepimizi şu veya bu derecede darlığa itiyor olsa bile, bu nebevî reçeteyi kendime tatbik edip kendim için bir çıkış yolunu gene de bulabilirdim.

Ancak, bunun için bir parça zihin mesaisine ihtiyaç vardı. 'İhtiyaç' denen şeyi doğru tarif etmeye, ve sonra 'ihtiyaç' dediğimiz şeyleri doğru biçimde listelemeye ihtiyaç vardı.

Zira, hedefi 'rıza-yı ilâhî' değil, 'kâr maksimizasyonu' olan kapitalist veletlerin hükümran olduğu bir zamanda yaşıyorduk ve onlar sayesinde her geçen gün yeni bir 'ihtiyaç'la karşılaşıyorduk. Onların ürettiği şeyin çoğu kısmı, esasında 'ihtiyaç' değildi, ihtiyacı karşılamak için üretiliyor da değildi. Üretim kâr içindi; ve kârı azamîleştirmek için, gerektiğinde, ihtiyaç da 'üretilir'di.

Bu zamanda önce mal çıkarılır, sonra reklam devreye sokulur ve o mala sahip olup olmama bir 'kişilik sorunu'na dönüştürülür, böylece olmayan bir ihtiyaç üretilirdi. İnsanlar, evvelce kimsenin almayı akıl edemeyeceği şeyler alırlardı böylece. 'İhtiyaç' zannederek alırlardı. Ne yıkanıp yıkanıp tekrar kullanılan bez mendil-peçete-havlu varken kullanılıp atılan kağıt mendil-peçete-havlu almanın gerçek bir 'ihtiyaç' mı olduğu sorulur; ne de, her iş için ayrı bir âlet üretmenin ardındaki kasda dair bir sorgulama olurdu. İki yılda, üç yılda bir, aldığımız şeylerin yeni versiyonlarının niye üretildiğini de düşünmezdik çoğu kez; bizler, onda var-bende yok psikolojisi içinde 'tüketip tükenenler' hanesine yazılırdık yalnızca. Hem, 'Eviniz gibi rahat" diye reklam olunan kimi lokantalarda yüz gram eti beş milyona yeme pahasına evimizi terkeder; o paraya alacağımız eti evimizde kaç gün yiyebileceğimizi düşünmezdik. 'Araba' bir karizma göstergesine dönüştürüldüğü için, kirada sürünsek de araba derdine düşer; her ay gelen yüklü kira masrafı yetmiyormuş gibi, bir de araba adlı aç kurdun midesini habire benzinle doldurmak için kendimizi heba ederdik.

Bunlar, 'tüketim'le gelen 'tükeniş'in, 'ihtiyaca göre harcama'nın yerini alan 'heves edip harcama'nın getirdiği tıkanmanın en bariz örnekleri idi. Maamafih, iş bu kadarla bitiyor değildi. Birilerini daha da zengin kılarken bizi başı göğe çevrilmez biçimde yere yapıştıran bu sürecin çok daha kurnazca, çok daha sofistike yolları da vardı. Ve "Nasıl olsa bir gün ödeyemezsin" mantığıyla üretilen kredi kartı, bu sofistike yollar listesinde herhalde ilk sıradaydı.

Sonuç ortadaydı. Haydi bırakın cümle âleme ibret olmuş memleket ekonomisini; şu ülkede, hesabını kitabını bilmediği, gelir-gider dengesini kurmadığı, ayağını yorganına göre uzatmadığı için sürekli borçlu yaşayan, sürekli sürünen kaç insan, kaç milyon insan vardı? Başka birilerinin arttırabildiği şu veya bu miktar gelirin beş katı, on katı eline geçtiği halde ay sonunu getiremeyen kaç yüzbin insan vardı?

* * *

O yüzden, size bir dost tavsiyesi: "Bizi izleyin" diyen eli deliklerin değil, 'iktisat' ve 'kanaat' gibi iki şaşmaz nebevî ölçünün izinde gidin, "İktisat eden, geçim belası çekmez" mealindeki peygamber sözüne güvenin; ve gözünüzü şu televizyondan biraz kaldırıp yüzünüzü kâinata çevirin. Görüyorsunuz, kâinatta muazzam bir denge ve harika bir ekonomi işliyor. Kâinat adlı o büyük laboratuvarda verilen kalitede bir ekonomi dersi de, hiçbir üniversitede verilmiyor. Zira, 'kanun-u fıtrat'a ve nebevi irşada sırtını dönmüş hiçbir ukalâ uzman, bir karınca, deve, hatta devedikeni kadar ekonomi bilmiyor.

  06.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut